Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

29 Aralık 2018 Cumartesi

Soru: Dağa Üç Ayakla Çıkıp Dört Ayakla İnen Şey Nedir?

Başlık neden böyle, önce onu bir şey yapayım: Zira yine iki bin saat konuşup/yazıp hiçbir şey anlatmayacağım. "Yorgunluğum" tam olarak geçmedi ama karamsarlıktan biraz kurtuldum gibi.

Başlık bir fıkradan bu arada. Bunu dedim de aklıma hiçbir halt gelmiyor lan. Neyse, aklıma bir şey gelirse yazarım bir ara.

23 Aralık 2018 Pazar

Son zamanlarda üstümde bir yorgunluk var. Yaklaşık bir haftadır... Ne okula gidesim var ne başka bir şey yapasım var... Sınavlara girmek istemiyorum, evde yalnız durmak istemiyorum, ders çalışmak, spor yapmak, hatta yataktan kalkmak... Bir haftadır az çok sıkılmış hissediyordum ama iki gündür kolumu kaldırasım yok.

Artık hiçbir şey yapmadan evde oturup istediğimde bahçeme çıkacağım, istediğimde bilgisayar oynayacağım, istediğimde hemen dibimdeki ormana yürüyüş yapacağım kısma geçmek istiyorum ben. Sabahın köründe daha hava hâlâ karanlıkken kalkıp okula gittiğim kısmı geçip öğle güneşinin yumuşak ışıklarıyla uyandırıldığım kısma geçmek istiyorum.

Şu dersi verebilecek miyiz, bu hoca ne anlatıyor aq, "bu nasıl okul lan?" kısımlarını geçip evdeki kedilerim tarafından yer yatağından sürükleneceğim, şöminemi yakıp soğuk çayımı içeceğim kısma geçmek istiyorum.

Saatlerce otobüs, vapur yolculuğu çektiğim kısımları geçip bodrumdaki ağırlıklı olarak akvaryumlardan oluşan hobihanemde saatlerce balıkları, sürüngenleri, omurgasızları ve kemirgenleri izlediğim kısma geçmek istiyorum.

Artık boğazımı sıkan gelecek bilinmezliği ve belirsizliğin kaybolup "gelecekte ne olacak? İstediklerimin ne kadarı olacak? Olunca iyi mi olacak?" diye kendi zihnimde sürüklendiğim kısımları geçip "İşte hayat bu" diyeceğim kısma geçmek istiyorum.

Bunun için bana en az beş yıl gerek... Muhtemelen daha da uzun bir süre. Bilinmezlikle, belirsizlikle, sıkıcılıkla, zihinsel yorgunlukla dolu beş yıl... Koskoca beş yıl, belki daha fazla.

Her şeyi bırakıp bir ağaç kovuğunda ömrümün sonuna kadar uyuma imkanım olsa bunu yapardım. En azından rüyalarda sıkılmazdım.

Yaz gününde üstüme paltoyu geçirip sokaklarda titreyerek yürümek istiyorum. Bir kılıç turnuvasında galip gelmek istiyorum.

Yaşamımın bir günü daha olup olmadığını bilmeden en az beş yılı olup olmayacağı belli olmayan, zor ve uzak görünen bir hayale heba etmek... Eğer bu süreden önce ölürsem bütün eğitim sisteminin yakasına yapışırım, haberiniz olsun.

Bir an önce bu kısımları geçmek istiyorum. Anlamsızlıkla, belirsizlik tarafından punduna getirilip boğazlanmış gibi hissedilerek geçirilen günlerin, gelecek kaygısıyla hasta hissedilen günlerin bir an önce geçmesini istiyorum.

Hazır yemeklerle geçiştirilen günlerin, bazısı zamanında bile girilmeyen not kaygısıyla geçen günlerin, sebzelerin, meyvelerin dolapta üç günde çürüdüğü günlerin artık son bulmasını istiyorum.

Artık hüzün kokan bu yazıların bitip bahçemdeki sincabı saatlerce seyrettiğim ve bunu anlattığım kısma geçmek istiyorum.

Bu kadar melankolik bir yazı planlamamıştım aslında. Eteğimdeki taşların çoğunu değil, az bir kısmını dökmeyi planlamıştım. Ciddi bir tatile ihtiyacım var, yorgunum... Gidip intihar edecek değilim ama bir hengamede vurulsaydım muhtemelen belirsizlik artık son bulacağı için müteşekkir olurdum.

Böyle bir şey olmayacak... Huzur... Benim için olan bir şey değil, ben melankolinin adamıyım... Belirsizliğin, anlamsızlığın, şanssızlığın ve süzülen birkaç damla gözyaşının adamı. Huzur ve mutluluk benim için değil. Benim için olanlar bunlar işte... Asla bilemeyeceğimden içimi yiyen bir kurtçuğa dönüşen gelecek, üstüne hafifçe bir melankoli koyulmuş, asla belli bir seviyeden yukarı kıvrılmayan dudaklar. Evet, gülümsesem bile somurtuyormuş ya da en azından ifadesizmiş gibi duran, bu yüzden hiç yormayıp pek gülümsemediğim ağzım. Cam kırıkları, hüzünlü şarkılar, terk edilmiş metruk binalara hissettiğim yakınlık gibi. Benim için olanlar muhtemelen sadece buz gibi bir ev. Fiziksel olarak değil, algısal olarak "buz gibi" bir ev. Ve muhtemelen birkaç kediyle bir ya da birkaç akvaryumun arasında, yalnız başıma ölüp günler sonra tek göz bir apartman dairesinde bulunacağım. Hayatın benim için diktiği kaftanın daha gösterişli olmasına imkan yok. Ucuz pamuktan, soluk siyah, yamalı ve kol yenleri lekeli, boyun kısmı çok sıkı olan; etekleri kırmızı, mavi ve yeşil plastik boncuklarla işlemeli... İç astarı, evet, iç astarı yer yer yırtılmış bir kaftan. Sonunda olup olacağı bu, daha fazlası olmayacak. Hayaller ve bu hayallere ulaşma uğruna basamak olarak koyduğum "amaç"lar... Asla gerçekleşmeyecekler. Sonunda, her şeyin sonunda, o kaftan sırtımdan zorla çekilip alındığında muhtemelen pişman olmayacağım. Eğer bir gün, yakın zamanda olmayabilir, yıllar yıllar sonra da olabilir, bir gün ölüm haberimi alırsanız arkamdan üzülmeyin, ağlamayın. Aksine mutlu olun.

Yakası ıslanmış soluk siyah kaftan... Tamam, belki de gri; ama yine de soluk gri... O plastik boncuklar ve yamalar dışında hiçbir işlemenin olmadığı bir kaftan. İsteklerim... Burada isteklerimden bahsetmiyoruz. Onlar asla olmayacak, bunu biliyorum. Benim için değil, bu zaman için, bu yer için değil. Onlar daha farklı bir zamanda, daha farklı bir yerde doğmuş başka biri için. Gülümsediğini gösterebilen biri, neredeyse her ay düzenli olarak psikolojik çöküntü yaşamayan biri, evet... Tabii bir de benden daha iyi gözüken, soydan gelen bir ekstra özgürlüğü ve bir şeyi istediğinde sadece istemesi yapılması için yeten biri. Bu istekler onun için, bu gök mavisi ve orman yeşili karışımı, altın ve gümüş işlemeli, kürk yakalı, eteklerine rengarenk ahşap boncuklar işlenmiş, kol yenlerinde hayat ağacı sembolü olan, astarı kan kırmızısı kaftan onun için. Ben sadece bunları düşleyen önemsiz bir varlığım. Ben sadece bir deneme tahtasıyım, bir çeşit yapboz...

Ve bundan yüz elli yıl sonra, hiç kimse tarafından hatırlanmayacağım. Kendim için istediğim kaftanı giyecek olan mı? Bilmiyorum, onun umurunda olacağını da sanmıyorum.

O zaman, bu yazıya daha fazla devam etmeyeceğim. Bu bile yorucu, "artık umurumda değil." diyemem yine de. Bunu şimdiye kadar defalarca kez söyledim ama asla gerçek değildi... Artık umurumda değil, lafı sadece gerçekten umurunuzda olan şeyler için söylenir. Yazıyı tamamlamak bile zahmet... Hatta yazıya başladığım zamandan daha iyi hissetmiyorum, aksine daha kötü hissediyorum. Sadece biraz uyumak... Belki uyumak iyi gelecek... Hayır, öyle bir şey olmayacak. Dikkatimi farklı şeylerde dağıtım gün içinde kahkaha atsam da bu iç sıkıntısı günün sonunda beni yine bulacak. Ve o zaman kurtulma ya da dikkat dağıtma şansım olmayacak.

18 Aralık 2018 Salı

Hadi Biraz Planlardan Bahsedelim

Üniversiteden sonra bir çeşit "iş gezisi" yapmayı planlıyorum. Dünyayı gezip hem farklı şeyler tatmak hem farklı (plan ve isteklerim yerel işletmelerden yana ama bakalım) yerlerde çalışmak... Ama en az iki yıl var o iş için; bir de o zamanki durumlar ne olacak, o var... Vakit geldiğinde kur nasıl olacak, vize filan olayı nasıl olacak...

Japonya seyahatini de bu işin arasına katmayı düşünüyorum. Türkiye'de nadir ama dünyada yaygın olan "hostel" konsepti vardır. Otel-yurt karışımı ucuz yerler. Tabii ucuz olmaları sebebiyle bazı sorunları da yok değil ama o sıkıntıları deneyim olarak görüyorum. Daha yaşamadan deneyim olarak görmek kolay tabii, bakalım yapabilirsek o zaman ne olacak... Ama Japonya'da hostelde filan kalmayı planlamıyorum, Japonya'ya gideceksem bunu usulüne uygun yapıp Ryoukan'da konaklayarak yapmalıyım.

Bu arada farklı şeyler tatmak demişken, Türkiye'de tadamam mı? Türkiye özelinde ayrıca bir seyahat rotam var zaten de farklı ülkelerde hem o yiyecek Türkiye'de de sunuluyorsa aradaki farkları anlamak hem de Türkiye'de sunulmayan, sunulsa da benim gibi birkaç manyak dışında rağbet gösterilmeyeceğinden çok da mantıklı iş yapılan bazı şeyleri denemek istiyorum. Farklı yerel pişirme teknikleri filan da cabası.

O değil de ABD'nin güneyinde timsah eti yeniyor lan. Yaygın bir şekilde mi değil mi bilmiyorum ama Kuzey Amerika mutfağında ABD'nin güney eyaletleri için timsah etini bir malzeme olarak gösteriyor. Bir de birçok Amerikan filminde bir sincap eti olayı duydum daha önce. Ve sincap etine verilen (en azından gördüğüm filmlerde, dizilerde verilen) tepkiler Türkiye'nin çoğunun at etine verdiği tepkiyle aynıydı. Oğlum sizin güney eyaletlerinizde timsah, bazı eyaletlerinizde çıngıraklı yılan yeniyor. Hadi onu geçtim hemen güneye indiğimizde Meksika'da kızarmış tarla faresi, Peru'da da kızarmış kobay (Gine domuzu, guinea pig vs. vs.) yeniyor lan. Sincap etinden niye çekiniyorsunuz? Neyin peşindesiniz siz? Bir gün Amerikalı biriyle karşılaşırsam ona bu sincap eti mevzusunun bir gerçekliği olup olmadığını sormayı çok istiyorum.

Timsah diyorduk... Biraz kontrol araştırması yapıyorum, bir durun... Evet, ABD'nin güney eyaletleriymiş; bir de Avustralya'da da bildiğin timsah besi çiftlikleri var diye hatırlıyorum ama onu kontrol etmekle uğraşamayacağım şimdi. Bu arada yaygın bir şekilde tüketilmiyormuş, daha çok yerel kullanımlar ya da timsah besi çiftlikleri veya av eti olarak tüketiliyormuş.

Konumuz timsah değil ama, konumuz gezi, plan, biraz ondan biraz şundan ve kimyasal X... Tamam, tamam, bir daha yapmayacağım bu iğrenç espriyi, çok güzel geldi dayanamadım.

Ben ne diyecektim, Çin'de şişe geçirilmiş üzüm satılıyormuş lan. Çin'e giden biri yazmış, ben şimdiye kadar böyle bir şeyi bilmiyordum mesela. Üzüm şiş... Enteresan gerçekten, hani bu armudun sapı üzümün çöpü? Nerede arkadaşım bunlar?

Hostel iyidir, belki de değildir, bilmiyorum... Ama genel olarak... Bir şeyler yapmalıyım. Kendim için, hayatım için... Hayat demişken çok karmaşık bir ruh halindeyim. Yaşamımda pek göz önünde olmadan sakince, pek tanınmadan yaşamak istiyorum ama aynı zamanda öldükten sonra hatırlanmak istiyorum.

Hayır, hayır, şu an bunalma yeri değil. Planlar diyorduk... Fransa'da krep olayı çok enteresan bak. Tuzlu ya da tatlı olabiliyor, tatlı olanlar şu şekilde gözüküyor:

french crepes ile ilgili görsel sonucu

İnternetteki resimlerin alayında meyve olarak çilek var ama çilek şart değil diye biliyorum. Yani başka bir tatlı meyve de olabiliyor.

Bir de Japonya'da popüler olan Fransız krepleri var. Yani şöyle: Fransız krebi ama Japonya'da sunuluyor, French crepes diye girince çıkanlardan bayağı farklı; en büyük farklardan biri de tam bir külah halinde sunulması:
japanese crepes ile ilgili görsel sonucu

O da krep bu da krep... Hayır, ikisi de Fransız krebi bir de, yani mantıken bu kadar fark olmaması lazım. İşte şimdi anladınız mı "Türkiye'de sunulanla arasında fark var mı?" olayında ne kastettiğimi. Bak, pizzalarda fark var, onu biliyorum. Türkiye'de Amerikan-tip pizzalar satılıyor; İtalya'daysa malzemelerine, hamurunun kalınlığına, açık mı kapalı mı olduğuna göre envai çeşit var. Hamur kalınlığı demişken hamuru yumuşak olup elle yemenin çok da mümkün olmadığı pizza bile var la.

Bu arada bütün bunlar bir kenarda dursun, hâlâ kendime yemek yapmıyorum. Müşteriye, aileye, arkadaşa vs. yapabilirim bak gocunmam ama kendime ne yemek yapacağım? Bir kere de o yapsın da yiyelim. Gıcık herifin teki zaten, hiç sevmiyorum kendisini. Daha fazla bir paradoks oluşturmadan devam edelim:

Tavuktan gına geldi bana. Yediğimin çoğu hazır tavuk ürünleri. Bir ara pazarları kendime yemek yapıyordum ama çok az temiz bulaşık kaldığından beri o işi bıraktım. Hayır ben yıkarım onları yıkamasına da elim de çatlamasın arkadaş, elimin çatlamasıyla mı uğraşacağım deterjanla mı? Bir de yıka yıka bitmiyor odundan çok oduncular.

Odundan çok oduncu demişken, size Yiğit Özgür'den enfes iki karikatürle veda ediyorum:

odundan çok oduncu ile ilgili görsel sonucuodundan çok oduncu ile ilgili görsel sonucu

17 Aralık 2018 Pazartesi

Rutin saçmalama ve Osmanlı-Latin Türk alfabelerinin bir takım karşılaştırmaları

Şimdi, birkaç şeyden bahsetmek istiyorum. Öncelikle, her şeyi buraya yazmıyorum; bende kalması gereken şeyler var. Ha, bu blogu bir nevi ağlama duvarı olarak kullandığım doğru ama bak, ona itiraz etmeyeceğim.

Cumhuriyetin kendine yaptığı çok büyük bir kötülük var: Eğitim-öğretim seferberliğini boş verip Latin kökenli Türk alfabesi kolay, Osmanlı alfabesi zor ekseninde bir tartışma döndürmek. Öncelikle Latin kökenli Türk alfabesi dedim Latin alfabesi ya da Türk alfabesi demek yerine çünkü farklı bazı okunuş kuralları var ve Türk alfabesi dediğin Orhun ya da Yenisey yazıtlarında, olmadı Hun ve İskit kurganlarında yazılanlardır. Bugün kullandığımız alfabe de Latin, hatta ekseriyetle Fransızca kökenli olan ama bazı şeyler değiştirilmiş bir alfabe. Okunuş ekseriyetle Latince ile aynı ama Ş ve Ğ sırf bugün kullandığımız alfabe için icat edilmiş harfler. Ç, Ö ve Ü ise Fransızca'dan. Bir de C harfini bizle aynı seslendiren kimse yok ki çoğu dilde bunun birebir bir karşılığı yok zaten. Arapça'da bile bizim bildiğimiz C sesinin birebir karşılığı yok; Farsçada ve Japoncada var, bir de Moğolca ve emin olmasam da galiba Çincede var. Neyse, neden Osmanlıca yerine Osmanlı alfabesi dediğime gelirsek; Osmanlıca diye bir dil yoktur. Halk, neredeyse hiçbir zaman bugün kullandığımızdan fazla Arapça ve Farsça kelime kullanmadı; hatta divanda, sarayda bile konuşma dili oldukça sadeydi. Bizim Osmanlıca diye bildiğimiz daha çok Divan şairleri ve edebi nitelik katılmak istenmiş mektuplardan ileri geliyor. Neyse, Osmanlı alfabesi, Latin kökenli alfabeden birazcık daha zor; onun tek sebebi de okunuşu ve yazılışı farklı bazı kelimeler olması. O kelimeler de ekseriyetle ya söylenişi zamanla değişip yazımı aynı kalmış (bek=bey, idüb=edip -etmek fiilinin çekimi-, etmek=ekmek -bildiğimiz undan yapılan ekmek-) ya da yabancı dilden geçmiş ve harflerine dokunulmadan geçirilmiş kelimeler. Alfabe hiç değiştirilmeden de sistemli bir şekilde eğitim-öğretim seferberliği yapılsa halkın çoğu yine okuma yazma biliyor olurdu. Bir de orta çağda Avrupa Latin alfabesi kullanıyordu ama yine de halkın çoğu okuma yazma bilmiyordu. Sebep? Çünkü bütün gün tarla süren, hayvan bakan kişinin ya okuma yazma öğrenmeye vakti olmuyor ya da bunun kendisine yarar sağlamayacağını düşünüyordu. Ama Latin kökenli alfabe, yazılışların standardize edilmesi açısından Osmanlı alfabesinden kat be kat daha kullanışlı ama bu konuyu zorluk-kolaylık ekseninde değerlendiren bir yürüsün gitsin. Bir de Latin kökenli alfabenin Türkçeye daha uygun olduğu savı var. Ben size Orhun yazısı ve Osmanlı elifbası arasındaki benzerlikleri sayayım bir:

1) Her iki alfabede de çoğu harfin bir kalın bir ince olmak üzere iki versiyonu vardır, bu da sesli harflerden tasarruf etmek amaçlıdır
2) Orhun alfabesi genellikle, Osmanlı alfabesi her zaman sağdan sola yazılır.
3) Orhun alfabesinde de Osmanlı alfabesinde de birleşik harfler vardır. Orhun alfabesinde Ok, ök, Nç, Ny; Osmanlı alfabesinde Nef ve İ okunan Y ile yan yana gelen sessiz harfler. Standart Latince'de X var ama Latin Türk alfabesinde yok.

Bir de niye Arap alfabesi değil de Osmanlı alfabesi? Şöyle: Farslar, Arap alfabesini kullanmaya başladığında kendi dillerinde olan ama Arapçada olmayan bazı sesler için şu harfleri eklediler: Çim, Gef, Pe. Biz ise bu alfabeyi aldığımızda günümüzde çoğu kişinin varlığını bile bilmediği ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Nazal N (Ñ, ng, nğ) için Nef diye bir harf ekledik.

Bir de alfabe konusunda ilginç bir durum var: Tarih boyunca Türkler kadar farklı alfabe kullanan yoktur. Mesela Karamanoğulları, resmi yazışmalarda Selçuklu'dan kalma Fars alfabesini değil de Yunan alfabesini kullanmışlardı. Günümüzde Sovyetlerden kalan kiril alfabesini kullanan halklar var. Gerçi çoğu Latin kökenli alfabe yapıp ona geçti sanırım. Bir de şöyle ilginç bir durum var, bu Latin Türk alfabesinin bana göre en iyi taraflarından biri: Türkiye'den sonra alfabesini değiştiren çoğu halk -ki çoğunlukla ya Türk halkı ya da Türkçe kelime yoğunluklu diller konuşan halklar- Ş, Ç (Ç Fransızca ama Fransızca'da bir ton farklı okunuşu var), Ğ gibi harfleri alfabelerine kattılar.

Sonuç: Günlük hayatta Latin kökenli Türk alfabesini kullanıyoruz ve standardize etmesi, yanlışları doğruları fark etmesi NİSPETEN daha kolay. İstiyorsanız Osmanlı alfabesine kafam girsin deyin, istiyorsanız günlük hayatta Hanzi (Çin harfleri, Çincesi Hanzi, yazıldığı gibi okunuyor, Korecesi Hanja, Hanca diye okunuyor, Japoncası Kanji, Kanci diye okunuyor) kullanın, bana ne? Ama bir karşılaştırma yaparken de bunları bilip öyle yapın.

Neyse, konumuz bu değil. Konumuz: Rutin saçmalama. İyice ağlama duvarı olmuş hakikatten blog, şimdi böyle dedim de Ekşi Sözlük'te kesin "Sözlüğü ağlama duvarına çeviren yazar" tarzında bir başlık vardır. Dur ben bir hayvan arayayım. Tabii onun da ismi değişti, mükemmel ara oldu. Nereden biliyorum lan ben bu kadar şeyi?

Bir de 2000-2010 arası amma doluydu lan. Satanizm vardı, 3310 vardı, Facebook vardı. Ne? Facebook hâlâ mı var? Var da kendine hayrı yok, ne yapayım ben öyle Facebook'u? Ha bir de Ekşi Sözlük'ün daha eski halleri vardı. Ekşiden inciye geçersek, ulan daha birkaç yıl önce Yemişinci (evet, yemişinci) nesil gelenden gidenden laf yiyordu, en son baktığımda Önüncüler on birinci (adı aklıma gelmedi onların) nesle laf çakıyordu. Lan siz ne ara adam oldunuz da sonrakilere "biz eskiyiz" muhabbeti yapıyorsunuz? Bıyıklı Genç Forvet de Ekşi'ye geçti zaten. Ulan Yemişincilerle dalga geçiliyordu, bak, dötüncüler ve daha önceler tarafından. Bir de İnci'ye her girilişte komik komik entryler, kanıttıran @2'ler vardı. Şimdi siyasi entry'den capsli başlıktan geçilmiyor. Kanıttıran demişken, Kanıttır telekom Türkiye'deki interneti gayet iyi anlatan bir belgeseldir:


Bu adamlar Bilgi Şehri'nde harikalar yapardı, Mıntıka'ya geçtiklerinden beri video atmadı at kafaları. Ya da bir tane attılar galiba. Bu arada şu videoyu bloga ekleyene kadar canım çıktı, geri zekalı blogun video ekleme kısmında Youtube aramasıyla çıkmadı bir türlü. Şuna kanala göre arama özelliği filan getirsinler, hiç hoş olmuyor böyle. İndirip yüklemek zorunda kaldım aq videosunu. Videonun adı Telekomun Yasaklanan Reklamı! - Türkiye'de İnternet Belgeseli bu arada, Google'dan veya Youtube'un kendisinden arayınca çıkıyor, en olmadı Mıntıka kanalına girip arayınca çıkıyor. Canım çıktı lan bir video ekleyeceğim diye, sonra niye video eklemek yerine link veriyorsun? Gerçi diyen çıkmadı ama içinden diyen olmuştur kesin.

Bir de Bleach'in Türkçe mangasının 201-286. bölümler arası eksik. İngilizce çeviride kesin vardır ama İngilizce novel, manga, hikâye, alıntı vs. okumak kadar nefret ettiğim az şey var. Bir şey araştırıyorsam İngilizce'yi sorun etmiyorum ama arkama yaslanıp okumak varken kim bir yandan çevirip bir yandan anlamakla uğraşacak? Bir de İngilizce şey izleme fobimi aştım, çok mutluyum. Geriye Fransızca fobisi kaldı. Fransızca öğrenmek istediğim güne lanet ediyorum başka da bir şey yapmıyorum. Öğrenmeye çalışırken koskoca dilden, koskoca milletten, koskoca ülkeden soğur mu lan insan? Soğuyor efendim, hatta şekil 1-A'da gördüğünüz gibi fobi bile geliştiriyor. Aklıma gelmişken, bak dillerden bahsediyoruz, Çince'nin inanılmaz güzel bir tınısı var. Öğrenmeyi planlamıyorum ama çok güzel geliyor kulağa. En azından benim kulağıma, Japonca ve Korece'den daha çok seviyorum Çince'nin tınısını. Manyağım ben, arada açar farklı dillerde şeyler izlerim. Ben o manyağım ben karikatürünü koydum, bir daha da koymayacağım. İnternetten manyağım ben karikatür diye girerseniz Yiğit Özgür'ün müthiş eserlerinden sadece birine kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

Neyse, şaka bir yana Korece ve Çince'ye aşinalığım bir ara Kore dizisi izlemiş olmamdan ve Çin animelerinin genellikle izlemeye değer olmasından kaynaklanıyor. Aslında Çince ilk başta itici gelmişti bana, o çizimlerle Japonca duymaya alışmış bünye tabi tabak çanak kırılması, su şırıltısı gibi sesleri o çizimlere dublaj olarak görünce bir duraksıyor. Japonca ve Çince arasında hiçbir alaka yok bu arada, yeri gelmişken. Japonca sesletimlerin belli olduğu ve uzatma harflerini karıştırmadığın sürece anlamın pek de değişmediği bir dil. Çincedeyse bir tonlama farkı bütün anlamı değiştiriyor ki zaten o sebeple Japonca'nın Latinizasyonunda azıcık harf varken ve onlar da çoğunlukla Türkçe'dekiyle aynı okunurken Çince'nin latinizasyonu çizgilerden, kesme işaretlerinden, tırnaklardan, acayip harf üstü simgelerinden geçilmiyor. Örnek olarak "ben eve gidiyorum" cümlesinin Japoncası latinize edilmiş şekilde şu:

Watashi wa ie e ikimasu.

Bu şöyle okunuyor: Wataşi (W-V farkını elli bin kere anlattım, arayın blogdan okuyun, uğraştırmayın beni) wa (bu Ha diye yazılır bazı sebeplerden dolayı) ie e (Bu da aslında He diye onunan Hiragana karakteri ile yazılır) ikimas.

Çincesinin latinizasyonu ise Google Translate'e göre şu:

Wǒ yào huí jiāle.

Bu da şöyle okunuyor aşağı yukarı (Latin-Türk alfabesiyle seslendirmesinin yazılması harbi zor): Woo yaao (buradaki A, woo'daki oo'dan daha kısa; O ise V'ye benzer bir şekilde söyleniyor) huy ciaaale. Hatta bu bayağı yanlış bir okunuş aslında ama bizim alfabemizle bu kadar yazılabiliyor.

Yani biri kesin ve keskin seslere, diğeri bir ton tonlamaya sahip.

İnci Sözlük olayına dönersek; İnci'nin altın çağındaki bir takım şeyleri görmek isterseniz Ekşi'deki Yaran İnci Sözlük Entry'leri başlığına bakın. İnci'nin altın çağlarında olduğu gibi ekşiye taşınmış iyi entry'ler. Benim İnci Sözlük hikayelerinden favorim "Age of Empires'ta Kafiri Nasıl Alt Ettik?"tir, canım sıkıldıkça döner döner okur, her seferinde ayrı yarılırım. Bak Ekşi'deki favori hikâye tandanslı entry'm ise Bilecik Diye Bir Yerin Aslında Olmaması. Aslen Bilecikli (Annem de babam da Bilecikli ki aynı köydenler bir de. Yalnız köyde değil, çok sonradan İstanbul'da tanışmışlar. Ne enteresan hikâyeler var aq. Tanışma hikâyesi demişken, Gofret Beyin'in annesiyle babasının tanışma hikâyesi de yarıla yarıla okunacak başka bir hikâye tandanslı entry) Hatta ben direkt linkler vereyim...

Age of Empires'ta Kafiri Nasıl Alt Ettik: İlk kısmı buradan, zira İnci'de bir ara çoğu başlığın ilk entryleri boş entry haline gelmişti, bu da onlardan biri. İkinci kısmı direkt İnci'den ki uzun süredir yazmıyor eleman.

Bilecik Diye Bir Yerin Aslında Olmaması: https://eksisozluk.com/entry/25619309

Gofret Beyin'in Anne Babasının Aşk Hikâyesi: https://eksisozluk.com/entry/14380194

Bu arada Bilecik şeyini yazan Ortamvirusu'nun Bir Slytherinlinin Gözünden Hogwarts Gerçekleri başlığı vardır ki her ne kadar İnci'deki Harry Potter'a Verdiğim İnanılmaz Ayar ile birçok paralellik taşısa da ayrıca yarıcıdır.

Gofret Beyin'in ne tuhaflığından bahsettiğini anlamak için diğer entry'lerine şöyle bir göz gezdirmek yeterli olacaktır, adamın her entry'si ayrı kopma sebebi.

Bu arada Ekşi'deki çoğu yazarın nickini, tarzını filan biliyormuşum, onu fark ettim. Enteresan bir durum o da.

Bir de Saruman'ın Yeni Başlayan Erkekler İçin Yemek Yapma Sanatı başlığı vardır ki ilk entry'si insanı yarım yarım yarar, yarım elmaya çevirir. Yarım elma demişken ne alakaysa aklıma geldi, İnce İnce Yasemince vardı lan eskiden. Hâlâ olabilir gerçi, pek bilinmeyen bir kanalda falan...

Amma yazdım be, size de elli bin tane komik hikâye önerdim, kimse kimseye bedavadan komik hikâye önermez bu günlerde, bak Cem Yılmaz'a, adam parasını alıp bizzat kendi anlatıyor.

Şimdi konuyu biraz değiştirelim. Sincap çok şirin bir hayvan değil mi lan? Böyle daldan tip tip bakar falan. Şimdi aklıma geldi, Supernatural'deki demon-gözleri sincap gözü gibi.

Hazır sincap demişken, insanlarla uzun süredir beraber olan hayvanlar insanlardan ne kadar kötü özellik varsa almış: Manyaklık, çıkarcılık... Kedi, köpek, hatta muhabbet kuşu... Sonra at, keçi, koyun... Hepsi inatçı, hepsinin kendince manyaklıkları var. Manyaklık konusunda kediyi tek geçmemiz lazım tabii. Bir de şöyle bir durum var: Kendim de köpek korkum olup kedi korkusu olmayan bir insan olarak söylüyorum bunu, kedi korkusu bize tuhaf geliyor ama aslında köpek korkusundan daha mantıklı. Çünkü köpeğin ne yapacağı bellidir; saldırgansa saldırır, değilse saldırmaz. Ama kedinin ne yapacağı belli değil. Kafası attı mı değil sahibini, babasını tanımaz. Biraz daha küçük olduğu ve pençeleriyle dişleri insana ağır zarar veremeyecek kadar küçük olduğu için kediden korkmak bize mantıksız geliyor aslında. Neyse, işte bu hayvanlarda çıkarcılık, adamına göre muamele gibi şeyler var. Ama insanlıkla o kadar eski ve yoğun bir bağı bulunmayan balık, kertenkele, hamster kendi halinde takılan, nadiren manyaklık yapan hayvanlar. Onların da zaman zaman manyaklık yaptığına şahit oldum.

Ama şu da var ki ileride evimin bir odasını akvaryum, teraryum ve çeşitli kafeslerle (Hamster, gine domuzu filan) doldurup evi ve bahçeyi kedi köpekle doldurmayı planlıyorum. Evin tasarımını bizzat çizdim bu arada ama işte bilin bakalım bütün bunlar için bana ne lazım? O zaman Rüçhan Çamay'dan (Ne biçim isim lan bu?) geliyor: Para para para, varlığı bir dert yokluğu yaraaaaa... (Uzat uzatabildiğin kadar)

Aslında bana "Canının istediğini yapabileceksin" deseler bir dakika düşünmeden ıssız adaya yerleşirim. Gerçi ıssız adaya yerleşeceksem canımın istediğini neden yapamayayım ki, karışan olmaz eden olmaz...

Hapşırığım bayağı şiddetlidir, gözüm çıkacak diye korkuyorum, öyle sarsıyor bedeni. Az önce hapşırdım, oradan geldim bu konuya. Neyse, Bleach'in Türkçe mangada olmayan şeylerini nasıl hallettin derseniz: Animenin ilgili bölümlerini açtım.

Bir ara Türkanime'de yazılara vs. tıklanmıyordu, ben de çözümü Chrome değil de Mozilla Firefox'da izlemekte bulmuştum. Ama Mozilla saat öğlen üçten sonra bir şey izlememe engel olmaya başladığı için yeniden Chrome'a geçirdim. Diğer şeyler için zaten Chrome kullanmaya devam ediyordum. Bak Firefox demişken tilki çok güzel bir hayvan lan. Kızıl tilki, inanılmaz sevimli, inanılmaz güzel bir hayvan. Tilkilere ayrı bir hayranlığım var, nedenini ben de bilmiyorum.

Burdur'da fotokapanla görüntülenen yaban hayatı videosunu da arayıp izleyin; kurt var, çakal var, porsuk var, manyak tavşanlar var (Bugs Bunny'den hallice. Meğer Bugs Bunny oldukça gerçekçi bir karaktermiş), tilki var, vaşak bile var. Ama ayı yok, o enteresan bak. Neyse, hadi ben kaçtım, zaten üst üste dört-beş gündür yazı atıyorum, paranoyak oldum iyice. (Gerçi zaten paranoyaktım da suçu atacak birilerini arıyordum, iyi denk geldi böyle)

Bu arada Onedio test açısından kısırlık yaşıyor, bir zamanlar en iyi içerikleri testlerdi ama doğru düzgün test atmıyorlar son zamanlarda. Eski testleri dönüp dönüp çözesim geliyor, bu ne be...

Bir de Re:Zero'nun novel'inde Türkçe atılan son bölümde Otto ne manyak şeyler yaptı lan Garfiel'a. Ulan Otto, ulan Otto... Novel'i okuyup Otto'yu sevmeyeni görmedim yalnız, gerçi sevilmeyecek gibi değil. Karakter erkek bu arada ha, öyle bir sevmekten bahsetmiyorum. Onun için aynı ranobe'den hem Rem hem Emilia var. Bu arada Novel'i okumadan önce Emilia'yı pek sevmezdim ama novel'i okudukça sevmeye başladım.

Sevilen karakterlerden bahsetmişken, Bleach'te favorim Urahara Kisuke'dir. Hayır konu nasıl dönüp dolaşıp Bleach'e geliyor ben de anlamadım, aşırı Bleach yüklemesi yapmışım son günlerde herhalde. Neyse, haftaya sınavlar var zaten, bir süre pek bir şey okuyup izleyemeyeceğim. (Külliyen yalan!) İç sesçim bir araya girmezsen, burada bir şey yazıyorum... Burada tartışmayalım istersen bu konuyu? Neyse, Urahara diyorduk. Yani herif bankai'ı olan dürüst, sıradan, yakışıklı ve sapık işadamı, sevilmeyecek bir karakter değil o da. Bir kere manyağın teki.

Evet, bu çok fazla uzadı. Son bir şey deyip kapatıyorum:

Supernatural'da Wendigo bölümünden beri her "önceden" kısmında şu replik vardır: Saving people, hunting things. Familiy business. Bu repliğe her seferinde şöyle eşlik etmek bana tarifsiz bir keyif veriyor: Hunting people, saving things. Family business.

Ulan yine öldüm gülmekten, ne yapayım replik böyle değiştirilmeye çok müsait. Things yani şey dediği hayalet, iblis, cin (hakikatten), kabulgan (şekil-değiştiren diye çevrilen shapeshifter'ın ve bu varlığın yaptığı eylem olan shapeshifting'in Türkçe adı budur), cadı (bunun Arnavutça bir adı vardı da unuttum) bu arada. Yani ne kadar doğaüstü yaratık varsa o. Ulan dizinin adı bile doğaüstü zaten, daha ne yapsınlar? Adamlar Loki'yi öldürdü oğlum, Loki'yi. (Gerçi burada bir spoiler veresim var ama bölümü izlemeyen olabilir ya da diziye de başlamak isteyip fırsat bulamayan, o yüzden boş vereceğim.) Ulan iyi melek öldürmeye kalkmadı herifler, gerçi bu duruma çok yaklaştıkları bir bölüm vardı. Ulan sakjsdnaksfk... Hadi ben kaçtım... Bu arada bu dizideki Cebrail (Gabriel) karakterine de bir lafım var: Ulan koskoca başmeleksin uğraştığın şeylere bak makdçmaslfk... Bu da random gülüşten çok küfretmeye çalışıp ağzı sıkıyormuş gibi oldu ama idare edin.

16 Aralık 2018 Pazar

Akide Şekerli Lavanta ve Yeni Noodle Markası

Noodle'a bir karşılık bulmak lazım aslında. Çin eriştesi veya direkt erişte diye çevirebiliyorsun ama ikisi de tam karşılamıyor. Çin eriştesi neden tam karşılamıyor, zira bütün Uzakdoğu'da (ki buna Moğolistan ve Hindistan da dahil) bir sürü çeşidi var noodle'ın. Erişte deyince de akla kesme hamur, ev makarnası, kesme makarna vs. de denen yiyecek geliyor. Yani ona bir karşılık, tercihen tek kelime bir karşılık bulmak lazım. Ben bulurdum kendim kullanmak için de hiç uğraşasım yok. Neyse, konu o değil.

Bugün haftalık alışverişimi yaparken Banetti diye bir noodle markası gördüm. Biraz araştırdım, bu Banetti bir süredir makarna üreten bir firmaymış; noodle da son ürünleri olsa gerek. Bakalım, deneyeceğim; durumu sonra yazarım. Kabın üstündeki resim çekici ama herkes bilir ki görünüş yanıltıcıdır. Bunun bardağı var bu arada ama Nissin'in (ki kendisi Türkiye'de Ülker ortaklığıyla iş yapsa da Japonya'nın en ünlü hazır noodle markalarından biridir) henüz bardakları çıkmadı piyasaya. Halbuki hazır noodle'da en önemli şey bardaktır. Tabağa koymam gerekiyorsa ne yapayım ben hazır noodle'ı, sebze alıp kendim yaparım. Bu arada iki seferdir Noodle yerine ramen yazıp sonra düzeltiyorum. Japonya'da "cup ramen" denen bardak ramenler klasik hazır noodle'lardan daha fazla tüketiliyor, ona gidiyor kafam. KungFu Ramen markasının Türkiye'deki ürünleri de ramen değil de Çin usulü normal noodle (aha, Çin eriştesi) bu arada; Türkiye'de cup-ramen'e en yakın şey Nudo'nun bardak ürünlerinden körili ve sebzeli olanlar. İlla ramen yemek istiyorsanız Uzakdoğu lokantasına gitmeniz gerekiyor ya da gidip Uzakdoğu'dan ithal etmeniz. Bu arada Nissin'in bardak noodle'larına (Türkiye'de henüz olmayan) baktım da bayağı malzeme içeriyorlar, malzeme maliyeti sebebiyle daha bardakları çıkmadı herhalde.

Çin eriştesini, rameni, Moğol barbeküsünü (parantez içlerini okuyun parantez içlerini, "ne Moğol barbeküsü lan?" diyeceğinize. Tepede Moğolistan ve Hindistan'da da noodle tüketildiğini yazdım ben; Moğol barbeküsü de Çin eriştesiyle yapılan bir yiyecek) bir kenara bırakalım da. Burada (Gökçeada'da) Ada Rüzgarı diye bir yer var. Organik sabun, şampuan, reçel, kolonya falan satıyorlar. Ben de hem ucuz hem doğal olduğu hem de vücuduma sentetik olanlardan iyi geldiği için şampuan ve sabunu buradan almayı alışkanlık hâline getirdim. Bugün de lavantalı bir sabun aldım; yalnız ilginç bir durum var: Lavantalı sabun, aynı akide şekeri gibi kokuyor. Akide şekeri yapılırken lavanta filan mı kullanılıyor acep? Hayır biraz araştırdım ama lavanta filan denmiyor hiçbir yerde. Lan acaba ben mi akide şekerinin kokusunu yanlış hatırlıyorum? Sanmam ama... Neyse... Benden bu kadar, daha Supernatural (bu arada bunu mütemadiyen Süpernatural diye okurum ben, Sapırneyçırıl filan diye kasmam hiç) izleyip Bleach (Ne çamaşır suyuymuş arkadaş, o Shinigami üniformaları yıka yıka bitmedi. Her bölüm her bölüm parçalanıp kanlanınca doğal tabii. Espriyi anlayan anladı, anlamayanlar boş versin, o kadar da komik değil zaten ve daha önce yüz elli bin milyon kere yapıldı) okuyacağım.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Çok enteresan bir durum var. Millet daha Kasım'da yılbaşı moduna girmişti ama yılbaşına iki hafta kala, Onedio hâlâ "yılbaşı yemekleri" temalı bir içerik yayınlamadı. Ki kendileri yılbaşı moduna ilk girenlerdendi, Kasım'ın 15'inde yeni yıl temalı içerikler yayınladılar. Çok acayip bir durum, her sene yayınlarlardı. Ama bu sene de yayınlayacaklar bence, Aralık'ın son günlerini bekliyor olabilirler.

Yeni yıl demişken... Şu dünyanın en lanet en gerzekçe en yedi ceddi gibilesice şeylerinden biri olan AKK'nin kalkacağı söylendiydi... Şunu söyleyeyim: Zerre inanmıyorum kalkacağına. Adını ve birkaç önemsiz ayrıntıyı değiştirmekten başka bir halt olmayacak bence. Ha bir de şimdiden açıklanan taaa 2000 yılında bile "böyle sistem mi olur aq" denen kotalı tarifeler var. Ulan emdiğiniz onca parayı yemek yerine altyapıya yatırsaydınız (ki altyapıda bir sorun olduğuna da zerre inanmıyorum) şimdiye hepimiz ABD ayarında internet kullanıyor olurduk. Hayır arkadaş, dünyada internet yasaklarıyla tanınan Çin'in interneti bizimkine bin basıyor. Gerçi en yavaş, en iğrenç, en berbat 2. interneti (birincisi Suudi Arabistan, sıfırıncısı da internetin komple yasak olduğu Kuzey Kore zaten) kullanan bir ülke olarak acaba çok mu şey istiyoruz diye düşünmeden de edemiyor insan. Herhangi bir ISS'yi arayıp ağız dolusu küfrettikten sonra telefonu yüzlerine kapatasım var da dur bir bakalım...

Daha önce yılbaşını ve yılbaşı konseptini sevdiğimi ve nedenlerini iki-üç kere yazdım zaten, tekrarlamayacağım o yüzden. Ha bak aklıma geldi, çam en sevdiğim ağaçlardan biridir. Neyse, yılbaşını ve yılbaşı konseptini sevmekle birlikte bir de kendimi oyalamak için bir yılbaşı menüsü çıkardım. Sebep? Başka zaman "O kadar yemeği kim yiyecek", ondan sonra "O malzemeler nereden bulunacak?" Yılbaşı gibi genel ve halihazırda normal şartlarda pek tüketilmeyen yiyeceklere büyük paralar harcanan bir zamanda göze batmıyor tabii. Bunu derken de hindiyi kastediyorum. Hindi demişken, bütün hindi bütün tavuktan pahalı, hem de kat kat pahalı, hatta yılbaşı filan olaylarında daha da pahalı. Ama hindiden yapılan salam, sosis vs. tavuktan yapılandan daha ucuz. Hadi buna daha çok eti olduğu için diyelim, dedik. Ama hazır etlerden bahsediyorken: At dediğin hayvanın canlısı sığırın canlısının bir sürü katıyken, at dediğin hayvanı ayrıca bakmak ve üretmek de daha zorken ve memlekette çok az at varken at eti neden sığır etinden daha ucuz? Aslında, ben at etinin sığır etinden daha ucuz olduğunu düşünmüyorum; ekşi sözlükteki bu entry de tam olarak benim düşüncelerimi yansıtıyor. Yine ekşide bir entry vardı, dur; "At kaç para biliyon mu yiğenim?" diye. Bak, bu diyalogdaki gibi köpek etinin ucuz olması mantıklı; memlekette bir sürü sokak köpeği, bir o kadar da barınaklarda köpek var. Devamlı olarak yavru köpek alıp büyüyünce sokağa atanlar da cabası. Yalnız köpek etinin nasıl bir yapısı olduğunu bilmiyorum ama kokacağını ve haliyle fark edileceğini düşünüyorum. Etle beslenen hayvanların etinin kokma ihtimali her zaman vardır, hele hayvan leşle besleniyorsa (sokak köpekleri leş, kağıt ne bulurlarsa yiyorlar haliyle) kokması neredeyse kesindir. Gerçi baharat, sos vs. hatta pişirme tekniği ve süresi bile dahil olmak üzere kokuyu engellemenin bin bir türlü yolu var. Bu konu fazla uzadı da bir de şöyle bir şey var, at eti yemeyi ne zaman ve nasıl bıraktığımız. Hiç din argümanıyla gelmeyin, sünni müslüman olan Kazak ve Kırgızlar hâlâ at eti yiyorlar ki zaten İmam Hanefi'ye göre (Hanefiliğin kurucusu) "Savaşta kullanılan atın etini yemek mekruh", geri kalan bütün mezhep kurucuları at eti hakkında helal diyor. Kuran'da zaten domuz, kan ve leş dışında herhangi bir gıdanın haram olduğundan bahsedilmiyor, bir de "rızıkların temiz olanlarından yiyin." deniliyor; haliyle varlığı kesin olmayan hadislere ve Musevilik'tekli koşere bakıp haram tayin edenler de at eti hakkında "helal" diyor ama bizde kime sorsan "haram, ondan" der. Bir de bunun ilginç bir yanı da koşere göre tavşan ve deve de yenmez, ne hikmetse mezhep kurucuları bunlara "helal" demiş, sebep? Çünkü Araplar İslam'dan önce de sonra da bu iki eti tüketmektelerdi, günümüzde deve eti Arap coğrafyasında inanılmaz pahalıdır bu arada. Sadece Suudi Arabistan'da ve sadece zenginler tarafından sadece özel günlerde tüketilir. Ortadoğu mutfağıyla ilgili bir sunum yapmam gerekti, oradan biliyorum. Bir de Ortadoğu mutfağı da inanılmaz bir kavram. Balkanlardan başlayıp Hindistan'a kadar içine alabilirsin. Kimsenin onu yapmaya bir tarafları yemez ama ben olsam Rus mutfağını bile Ortadoğu mutfağı içine alıp anlatırdım, öyle iğrenç, öyle nereye çeksen oraya giden bir tanım. Ülkeleri çıkarmaya kalksan neye göre, nasıl çıkardığın ayrı bir dert olacak. Kuzey Afrika'yı dahil edecek misin? Ya İran? Bunun bir de daha Yahudi mutfağı var, Ermeni mutfağı var, Azerbaycan mutfağı var... Bunları dahil edecek misin etmeyecek misin? Türk mutfağını dahil edecek misin, edeceksen ne kadarını edeceksin? "Türkiye mutfağı" dersen sınırları nispeten belli ama Türk mutfağı dediğinde Macaristan'dan Yakutistan'a kadar olan coğrafyanın %75'ini filan (iyi olasılık ve miktar sallarım ve çoğunlukla yanılma payım 15'i geçmez) içine alman erekecek ki bunun etkileyen-etkilenen mutfaklar ve farklı mutfakların ortak ögeleri var. Ortadoğu mutfağında bir de bu var, çoğu ülkenin mutfak kültürü neredeyse tamamen aynı; hele o ülkeler Arap ağırlıklıysa. İşte bir Mısır, bir Suudi Arabistan, bir de Lübnan'ın mutfak kültürü diğer Arap ülkelerinden biraz daha farklı, İran desen zaten "İran coğrafyası mutfağı" diye Ortadoğu'nun en geniş tanımını ikiye de bölebilirsin, zira İran coğrafyası dediğinde işin içine Azerbaycan, Türkiye'nin bir kısmı, Pakistan ve Afganistan da girer. Hele bir de Kuzey Hindistan tanımı vardır ki İran coğrafyası tanımını bile içine alabilirsiniz.

Bu çok uzadı ama konumuz o değil. Konumuz: Yılbaşı menüsü. Yılbaşı menüsüne ravioli (İtalyan mantılarından -dumpling, daha önce bahsettim- en popüler olanı) var ama makarna hamuru kadar gıcık bir şey görmedim. Açılmaz, azıcık beklersin süner, en başta yoğururken bir sürü un arda kalıp ziyan olur zaten... Ravioli'ye de ilginç bir şey yaptım; "dört renkli ravioli." İç dolgusuna göre farklı renklerde ravioli'ler. İnternette "doğal gıda boyası", "organik gıda boyası" vs. diye ararsanız zaten bu renklendirme tariflerine ulaşırsınız ama ıspanak suyu ve pancar ezmesi gibi istisnalar haricinde hazır, kimyasal gıda boyaları kadar yoğun ve iyi bir etki beklemeyin. Neyse, kıymalı olan kırmızı, mantarlı olan mavi, peynirli olan beyaz (yani hamurun kendi rengi - makarna hamuru pişmeden önce sapsarı oluyor bu arada, pişince beyaza dönüyor), sebzeli olan da yeşil. Peki, mantar neden mavi? Maviyle ilişkilendirilebilecek bir gıda yazınız, süreniz 10 dakika... ben söyleyeyim: Yabanmersini ve Amerikalıların "berry", bizim firmaların "orman meyvesi" ya da "kırmızı meyve" dediği birkaç benzeri, balık başta olmak üzere deniz ürünleri. Balıklı olanı kişisel sebeplerden yapmayacağım ki zaten balık, ravioli gibi bir şeyin içine konmak için fazla aromatik bir gıda. Eh, yabanmersinli ravioli de yapamayacağıma göre; dünyada her rengi, her görünüşü olan mantar. Ki aslında kültür mantarının rengi birazcık maviyi andırıyor bence, tamam gri-beyaz ama grisi mavismsi bir gri. Ne grisi lan, diyenler için kültür mantarı resmi:
Agaricus bisporus ile ilgili görsel sonucu

Biraz kahverengilik de var gerçi... Yani sonuçta maviyle ilişkilendirilebilecek tek gıda mantar ki halihazırda mavi renkli olan (ama muhtemelen zehirli olan) şöyle bir mantar da var:
Lactarius indigo ile ilgili görsel sonucu

Lactarius indigo imiş bu bu arada, melkiyle aynı cins bir mantar. Yenilebilirmiş ayrıca, melkiyle aynı cins bir mantarın zehirli olduğunu öğrensem şaşırırdım ama mavi renkli bir mantarın yenilebilir olduğunu öğrenmemin sonucu olan şaşırma daha baskın. Bu arada çizgifilmlerde filan "zehirli mantar" olarak gördüğümüz şu sinek mantarı da Eğer alerjiniz yoksa öldürmeyen, sadece halüsinasyon gördüren bir mantar:
amanita muscaria ile ilgili görsel sonucu

Bu arada o yukarıdaki mavi melki (İngilizce adlandırmalarından biri "Blue milk cap", "milk cap" de melkinin birebir çevirisi. Melki cinsi mantarların tamamına "milk cap" deniyor, bizde de "melki" deniyor. Tuzlu melki vs. Bir tek kanlıca mantarı kurtulmuş aradan) Türkiye'de yetişmiyor, Amerika'da yetişiyor ve Fransa'da bildirilmiş ama Fransa tür listesine eklenmemiş. Yani dağda bayırda gezinirken benzer bir şey görürseniz "Aa bu yeniyordu" diye toplayıp kızartmaya kalkmayın. Ha, o civarlarda bol mantar toplamış ve onları da toplayıp yiyen birinden onay alırsanız yapabilirsiniz tabii, mümkünse beni de çağırın hatta.

Neyse, o kadar. Bu yazıyı da sırf laf olsun torba dolsun diye yazdım bu arada.

11 Aralık 2018 Salı

Ben böyle dersin de böyle hocanın da böyle okulun da ta...

Ta ağzına vurayım. Gastronomi ve Bilişim diye bir ders var; hoca zaten mal. Hem hikâye gibi anlatıyor, zaten yarısı anlaşılmıyor, bir de yazın diyor. Ulan söylediklerinizin hangi kısmını yazmamız gerektiği belli değil ki? Neyse, okuluma ve genel olarak eğitime olan bakışım bir kez daha "ben sizin ta..." seviyesine düştü. Zaten bu soktuğumun okulu daha önce kaydımı yapmayı unuttu, ardından askerlik konusunda sıkıntı çıktı -ki onu düzeltmek için gittiğimde de üç günlük bir düzelt-daha çok düzelt periyodu yaşadım-... Ama şu an konumuzda okulun çok da suçu yok, tamamen hocanın tak yemesi. Şimdi, ben bu lanet olası dersin hepsine girdim, hay girmez olaydım... Geçen haftadan önceki hafta baktım, imzamın üzerini çizmiş. Kırmızı kurşun kalem kullanıyor bir de puşt. Bu hafta baktım, bütün imzalarımı çizmiş. Montumu çantamı aldım, "Nereye gidiyorsun?" diyen hocaya da "E bütün imzalarımı çizmişsiniz. Ben boşuna imza atmayayım o zaman." diyip dersten çıktım. Hayır her halükarda yok yazılıyorum zaten, bir daha da bu derse gireni gibsinler.

Ben böyle okulun da böyle dersin de böyle hocanın da o imzaya evrim geçirten küçük kutucukların da ta gelmişlerini geçmişlerini sikeyim. Çıldırttınız ulan beni

8 Aralık 2018 Cumartesi

Elleri çatlayanlara müjde!

Şimdi, benim her kış muhakkak kâh yıkamaktan kâh soğuktan ellerim çatlar, Freddy Krueger'in yüzü mü insan eli mi belli olmaz. Ama bizzat deneyim onayladığım inanılmaz bir karışım işimi çok iyi çözdü, gayet de basit bir karışım -ama biraz pahalı-. Şöyle ki: 1 kaşık zeytinyağı ile bir tatlı kaşığı balı karıştırıyorsunuz, ellerinizi ılık suyla (ama kesinlikle sabunsuz) yıkayıp ellerinize sürüyorsunuz, 10 dakika bekletip sonra tekrar ılık suyla yıkıyorsunuz. Bu sefer sabun kullanabilirsiniz, zira elden bir türlü çıkmak bilmiyor kendisi. Neredeyse hiç çatlamamış hale getiriyor eli, bizzat deneyip onayladım. Bu kadar etkili olmasını beklemiyordum esasında, zeytinyağı ve balın etkili olacağını tahmin etsem de tek seferde bu kadar etkili olması kesinlikle tahmin ettiğim bir şey değildi. Hadi ben kaçar. (Bu da iyice Geronimo gibi oldu. Bkz. Geronimo Türkçesi - Ekşi sözlük. Çünkü neden olmasın?)

1 Aralık 2018 Cumartesi

Bir süredir yazmıyordum...

Ama öncelikle "Oha" demek istiyorum. Bir başlığı bile olmayan ve on iki gün önce, yayınlanan son yazım şimdiden 55 görüntülenme almış. Hiç beklemiyordum...

Neyse; onun dışında yazmama sebebime gelirsek iki temel şey var: Birincisi aklıma bir şey gelmiyor, ikincisi de yazmaya değer bir şey yok.

Şöyle ki: Moralim bozuk olduğunda yazıyorum, çünkü yazmak yaşamaktan daha kolay; bir çeşit kaçış. Ama moralim iyi olduğunda neden yaşamak varken yazayım ki?

O değil de Aralık geldi ya herkes yeniyıl havasına girmiş şimdiden. La bir durun dört hafta var daha. Gerçi daha Kasım'dan girmişti millet yeniyıl havasına, ne denli bıkmışlarsa 2018'den artık. Gerçi bu sene saçma sapan bir iklimin olması (bildiğin muson iklimi, hortum mortum da gelmeye başladı artık, tam muson yeminle. Artık Mayıs'ta sonbahar havasına, sonbaharda kuru soğuklara ve kışın az kar çok yağmura alışsak iyi olacak.) ve 2017'ye göre gündem açısından çok daha yoğun bir yıl olması gibi birçok şey bu durumun sebebi olabilir. 2018 kafa göz daldı herkese, millet illallah etti. Gerçi ben uzun süredir sinir hastası olmamak için gündemi takip etmiyorum ama yine de illaki bir şekilde neler olduğunu öğreniyorsunuz. Bu arada Facebook terk edilmiş kasaba modunda, kışın Gökçeada'dan çıkmak da tamamen şansa bağlı ve çıksan bile o yol çekilecek çile değil... Kış mevsimi ve uzun mesafe yolculuğu, yok ben almayayım. Kısa gemi yolculuklarını seviyorum ama bak; yani nispeten kısa. İki saatlik deniz yolculuğu, ki en sakin günde o da. Kışın rüzgarlar, aşırı sallantı (kışın gemi acayip sallanıyor; açık deniz bir de, bildiğin okyanusta fırtınaları aşmaya çalışan Robinson Crusoe'ya, efendime söyleyeyim Chuck Noland'a, en olmadı Kaptan Nemo'ya bağlıyorsunuz... Öyle fena sallanıyor), bitmek bilmeyen yol (yazın en sakin günde bile 2 saat diyorum, kışın 4-5 saati bulduğu oluyor yolculuk süresinin)... Ayrıca tamamen piyango; bir anda geminin iptal edildiğini öğrenebiliyorsunuz. Millet 1600'lerde Atlantik'i aşmış, biz 2018'de Ege Denizi'ni aşamıyoruz. Rüzgar, fırtına, dalga... Bu üçlü geminin iptal sebebi işte... De insanın aklına zamanında Moğollar nasıl yelkenli Çin gemileriyle Büyük Çin Denizi'ni aşıp Japonya'ya, hatta Japonya'nın neredeyse daimi bir kış yaşayan bölgesi Hokkaido'ya gidebildiler diye çeşitli düşünceler geliyor. Ayrıntılı bilgi için Kubilay Han'ın Japonya işgalini araştırın, uğraştırmayın beni.

Hayır tek aşan onlar da değil ki. Japonlar da yine yelkenli gemilerle, Gökçeada-Çanakkale arasından çok daha fazla olan mesafeyi kat edip düzenli olarak Kore ve Çin'le ticaret yapıyorlardı. Sonra Yunanlar, Ege'nin ardından Akdeniz'i de aşıp Mısır'a gidebiliyordu, yine yelkenli gemilerle. Biz bu modern gemiler fırtınada işlevsiz hale gelecekse yelkenleri niye terk ettik?

Neyse, onu geçiyorum. Bir de Balıkesir ve Çanakkale arasında doğrudan yolcu taşıyan tek firma var. Dalga mı geçiyorsunuz lan? Diğer her yere gidebiliyorsun ama Balıkesir için tek bir firmanın zamanını denk getirmek zorundasın. Kışın sefer sayılarının o firma için de düştüğünden bahsetmiyorum.

Facebook demiştim; bütün bu zırvalamayı şunun için anlattım: Facebook terk edilmiş kasaba modunda, kışın Gökçeada da bildiğin ıssız ada oluyor. Evet, bunu diyebilmek için o kadar laf söyledim.

Hadi ben kaçtım.