Deniz uyandı, uyku tulumunda döndü ve hafifçe gözünü araladı. Turuncumsu bir bulanıklıkla karşı karşıya kaldığı için uyku mahmurluğuyla bir süre rüya görüp görmediğini, bir tür göz bandı falan kullanıp kullanmadığını düşündü. Gözünü ovuşturdu, kalkıp giyindi ve tam gözlüğünü gözüne takarken gerçeği fark etti. "Eh, yapacak pek bir şey yoktu..." diye mırıldandı, "Zaten en başta bu, onun teklifiydi." Kendini rahatlatıp çılgınca atan kalbini susturmak için bunları kendi kendine mırıldanmıştı ama pek de işe yaradığı söylenemezdi. Vazgeçti, Güneş'e göz ucuyla -eğer "görmemesi gereken bir şey" görebileceği bir hâldeyse hemen başını çevirmek için- baktı ve sonra derin bir nefes aldı. Güneş uyku tulumuna yorgan gibi sarılmıştı, Deniz bir an için, başını sallayıp bu düşünceyi tamamen kafasından atmadan önce sadece bir an için uyurken kendisine de böyle sarılıp sarılmadığını merak etti. Güneş, uyurken uyanık olduğundan daha "sakin" görünüyordu. Özellikle de dünkü çılgın tanışma deneyiminden sonra Deniz, Güneş'in bir "parti kızı" olduğunu varsaymıştı ama uyurken daha çok bir masal prensesine veya henüz hayatın zorluklarıyla kirletilmemiş bir çocuğa benziyordu. Esnedi, gerindi, çadırdan çıkıp güneşe baktı, tekrar gerindi, birkaç esneme hareketi yaptı ve sonra da "yöresiz programı" olarak adlandırılan ve bütün yöresizlerin hayat tarzına uygun olduğu için küçük değişikliklerle uyguladığı ama Deniz de dahil çoğu yöresizin çok zaman ihmal ettiği spor programını uyguladı. Aslında oldukça basitti: Esneme hareketleri, koşu (uygun ortamlarda yüzmeyle dönüşümlü uygulanır), mekik (kas yapma amacı taşımadığı için sıradan, şehirliler için olan spor programlarından çok daha az sayıda), şınav (kas yapma amacı taşımadığı için sıradan, şehirliler için olan spor programlarından çok daha az sayıda), silah talimleri. Her yöresiz hem kendini savunmak hem de karnını doyurmak için silah taşırdı, çoğu -tıpkı Deniz gibi- birden fazla türde ve sayıda silah taşırdı. Deniz, silah talimi kısmına geldiğinde biraz düşünmek zorunda kaldı; çünkü eğer piştovu veya revolveri kullanırsa Güneş uyanabilirdi. O yüzden onun yerine yayını kurdu, okçuluk ekipmanlarını kuşandı ve talim yapmak için kullanabileceği bir şey aradı. Etrafta küçük, ötücü kuşlar vardı ama onları rahat bırakıp bir incir ağacı buldu. Ağacın en iri yapraklarından birini kopardı, dönüp başka bir ağaca astı ve hedef tahtası olarak o yaprağı kullandı. Doğal olarak pek uzun dayanmadı ama Deniz bu kadar talimin yeterli olduğunu düşünüp yayını bozup her şeyi yerine kaldırdı ve sönüp korlaşmış ateşi besleyip tekrar yaktı. Sonra da teleskopik kamıştan yaptığı şeyle ilgilendi. Aleti -arka taraftaki kapağını ve değiştirebilir ucunu saymazsak- üç parçaya indirgemişti, ipi sayesinde iç içe geçebildiği gibi katlanarak da taşınabiliyordu. Deniz, arka taraftaki kapağı -üstüne balık oyduğu ahşap parçayı- çıkardı, ipi çözdü, yenisiyle değiştirdi ve üçüncü parça için de aynısını yaptı. Aradaki parçalar neredeyse kayarak kayboluyordu, bu yüzden Güneş'in uyanıp bir süredir başında dikilerek kendisini dikkatle izlediğini fark etmedi. Sonunda tamiri bitirdiğinde ucunu kontrol etti. Aletin -tıpkı üç parçası olduğu gibi- üç ucu vardı, Deniz bir an için İkinci Karanlık Çağ'ın öncesinde bile "değeri bilinmemiş bir dâhi" olarak görülen Nikola Tesla'nın da böyle okült takıntıları olduğunu ve üçün -yedi ile birlikte- okült açıdan "en önemli" sayılardan biri olduğunu hatırladı. Gerçi Deniz'inki sadece tesadüftü, değilse de bilinçaltıydı, babasının okültizme, metafiziğe ve her türden "doğaüstü" şeye olan sevgisi ve merakı nedeniyle çoğu "sıradan insan"a kıyasla daha açık fikirli ve daha çok doğru bilgi içeren bir okültizm algısı vardı ama kendisinin okültizme dair herhangi bir ilgi gösterdiğini söylemek mümkün değildi. İlk parça mızrak ucuydu, üçüncü -yani uçlar haricindeki en ince- parçaya giriyor ve arkadan ikinci parçaya klipsler aracılığıyla kilitleniyordu. Tam olarak mızrak ve zıpkın gibi kullanma amacı taşıyordu. İkinci parça başlı başına bir el oltasına benziyordu. Biri kurşunlu, biri şamandıralı, biri ikisini de içermeyen ve boyut sıralamaları büyükten küçüğe kurşunlu, "sade", şamandıralı biçiminde olan üç iğne, üç farklı misinadan çıkıyordu. Üçüncü parça ise bıçağa benzeyen bir uç taşıyordu, temelde avcılık değil sık dalları temizleme ve yırtıcılara -ya da insanlara- karşı kendini savunma amacı güdüyordu. Deniz, olta ucunu taktı ve aniden ayağa kalktı, ne yaptığını daha iyi görebilmek için hafifçe eğilmiş olan Güneş'le burun buruna geldi. Burun buruna burada mecazi değildi, tam olarak "yanlışlıkla öpüşme" mesafesindelerdi ve neler olduğunu algılayıp ikisi de geriye sıçrayana kadar biraz zaman geçmesi gerekti.
"Korkuttun..." dedi Deniz, "Uyuduğunu sanıyordum."
"Evet, anca çadırdan çıkıp seni görünce neler olduğunu hatırlayabildim. O, dün uğraştığın şey değil mi?"
"Evet. Neden yanında taşıdığını bilmediğim ip çok yardımcı oldu, teşekkürler."
"Bir şey değil. Ne tutmayı planlıyorsun?"
"Derede ne tür balıklar olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok ama yenilebilir bir şeyler tutmayı planlıyorum. Ne zamandır uyanıksın?"
"Bence sormak istediğin soru bu değil."
"Ne zamandır başımda dikiliyorsun?"
"Çok olmadı. Uyandığımda çoktan işe başlamıştın."
Sonra dereye doğru yola çıktılar. Güneş, gördüğü her bitkiyi Deniz'e sorup "sınamaktan" kendince bir zevk alıyordu. Deniz, sonunda dayanamayarak "Ya iyi güzel de" dedi, "sen kendin onların ne olduğunu biliyor musun ki? Götümden sallasam 'Yanlış söylüyorsun' diyebilir misin?"
Güneş, mahcup bir şekilde hafifçe güldü, sonra "İstersen sen de beni test edebilirsin." dedi.
Deniz tek kaşını kaldırdı, nihayet gelmiş oldukları derenin uç kısmına doğru çıkıp bir tür -yerden en fazla iki, iki buçuk karış yükselen, bu yükselmesi de sırf toprağın yükselmesine ayak uydurmak için olan- çağlayan buldular, Deniz bu minyatür çavlanın yanındaki, üstünde hem karayosunları hem de algler olan bir taşın üstüne ayağını koyup yöresizler arasında meşhur olan, meşhurluğunun en önemli sebebi de İkinci Karanlık Çağ'dan önce gayet ünlü olması olan bir tür "kaşif pozu" verdi, ufka baktı, gözleriyle etrafı taradı ve derenin yakınlarında yetişen bir bitkiyi gösterip "Tamam, bu hangi bitki?" diye sordu.
Güneş, bitkiye yaklaştı, hafifçe dürttü ve "Yılanyastığıgilleren," dedi, "Spesifik bir cevap istersen yılanbıçağı. Bilimsel adı Dracunculus vulgaris yani küçük dranunculus. Dranunculus cinsinin spesifik bir adı yok sanırım."
"Güneş..."
"Evet?"
"Evlen benimle."
"Eee... Bence şimdilik arkadaş kalsak daha iyi olur."
"..."
"..."
"Ciddi olmadığımın farkındasın, değil mi? Bir diz çökme, yüzük ve romantik bir ilişkideki bir çiftin olmadığı herhangi bir ortamda bu cümle neredeyse daima eğlence kuralı için kullanılır. Daima gülmek için oynanır."
"Eğlence kuralı... Ne diyorsun ya?"
"Bir izlek. İçerik üreticileri için izlekler önemli ve güçlü araçlardır, hikayeyi rezil de vezir de edebilecek araçlar ama neticede isteksizliğin istekli askıya alınmasına katkıda bulunurlar ve kimse de izlekler olmadan hikaye anlatamaz. İnsanlık, muhtemelen konuşmayı öğrendiği günden beri hikaye anlatıcılığı yapıyor, izlekleri kullanmamak mümkün değil. Gerçi bu yeni, orijinal, düşünülmemiş hikaye anlatıcılığı yapılamayacağı anlamına gelmiyor; neticede bugünün klişeleri zamanının iyi ve orijinal fikirleriydi. Zaten o yüzden klişelere dönüşecek kadar fazla sayıda taklit edildiler. Eğlence kuralı da türü fark etmeksizin komedilerdeki temel mantık olup şudur: Sonuç yeterince güldürürse sürekliliğin, mantığın, fiziğin veya sağduyunun herhangi bir ihlaline izin verilir. Komedilerde her şeyin daima abartılmasının en önemli sebebi de budur; çünkü yeterince komikse gülersin ve geri kalan şeyleri düşünmezsin. Kara komedinin hâlâ niş bir tür olmasının en önemli sebeplerinden biri de budur, bu izleği efektif kullanmanın kara komedilerde pek bir yolu yok, hatta hiç kullanmazsan daha iyi sonuç alırsın. Daha fazla bilgi istiyorsan TV Tropes'taki Rule of Funny başlığına bak."
"Neden gerçek hayatta konuşurken link veriyorsun?"
"Aslında bunun için de çok güzel bir TV Tropes göndermem -daha doğrusu linkim- var ama hadi bu konuyu geçelim. Nerede iyi balık tutabileceğimizi düşünüyorsun?"
"Biraz daha yukarıda. Su derinleşiyor gibi."
"Ormanda hayatta kalabilir gibisin."
"Kalabileceğime inanmasam gece vakti kalmazdım. Gerçi gün batmadan dönmeyi düşünüyordum, fark etmeden biraz fazla derinlere ilerlemişim."
"Seni gördüğümde, şey... bilirsin..."
"'Bu kız ormanın ortasında bu kılıkta ne yapıyor?' diye düşündün, değil mi? Bazı önlemler almıştım ama bu kadar içlere girmeyi ve gece kalmayı düşünmemiştim, bu yüzden giyimime pek özen göstermedim."
"Özen göstermemiş gibi durmuyorsun."
"Özen göstermekten kastımın o olmadığını iyi biliyorsun."
"Evet, biliyorum... ama ben asla giyim kuşam için bu kadar uğraşmam."
"Hangi yöresiz uğraşır ki? Hayat tarzınız olabildiğince az kıyafet edinip taşımayı gerektiriyor."
"Hani tanıştığın ilk yöresiz bendim?"
"Yöresizlerin neyi savunup ne tür bir hayat sürdüğünü bilmediğimi hiç söylemedim."
İlerlediler ve su yüksekliğinin uygun olduğunu, oltanın da takılabileceği pek bir şey olmadığını düşündükleri bir noktaya geldiler. Dere burada yan V şeklinde genişleyerek nehre dönüşüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder