Kızıl kız, hemen Deniz'in önüne, ateşin karşı tarafına oturup "Ben Güneş." dedi.
"Ben de Deniz. Buralarda ne yapıyorsun?"
"Şey, biraz ormanda gezinip dönecektim ama..."
"Dönecek miydin?"
"Dönecektim."
"Dönemeyeceğini biliyorsun, değil mi?"
"Evet, en yakın yerleşim yeri gece karanlığının ortasında aşmam gerekecek kadar uzak ve burası tehlikeli. Çakallar var."
"Çakallar köşeye sıkıştırılmadıkça insanlara saldırmaz, tilkiler de. Eğer saldırırlarsa en korkman gereken şey kuduz ihtimali. Köpekgiller arasından bir tek kurtlardan ve yabanileşmiş köpeklerden korkmalısın, sadece onlar insanlara saldırır. Gerçi onlar bile bölgelerinden uzak durursan ve yeterince toklarsa insanları görmezden gelir. Bilirsin, türümüz tam anlamıyla bir yok edici, bütün avcılardan üstünüz çünkü hayatta kalmak dışında da avlanabiliyoruz ve bütün hayvanlar bunu biliyor. Gerçi bu birkaç yüzyıl önceydi, her neyse."
"Epey biliyor gibisin."
"Bilirsin, bir yöresizim ve..."
Güneş'in gözleri parladı, coşkuyla "Aaa." dedi, "İlk kez bir yöresizle tanışıyorum!"
"Şey, sanırım sayımızın azaldığını söyleyebilirsin."
"Evet, bir yüzyıl önce çağın hâkimi sizdiniz..."
"Neyse, yöresiz olarak hayatta kalmak çok şey bilmeyi gerektiriyor. Soğuk nane çayı içer misin? Bahçe nanesinden yapmadığımdan tadı biraz garip gelebilir."
"Yok, kalsın."
Deniz, soğumuş olan nane çayını alageyik ayağından yapılmış bir mataraya doldurdu ve biraz içti. Sonra "Seninle su paylaşmayacağım." dedi, "Ya nane çayı ya da hiç."
Güneş çantasını karıştırıp bir viski matarası çıkardı ve bir yudum aldıktan sonra "Yanlış anlama," dedi, "bu sadece sütlü kahve."
"Ne tür sütlü kahve?"
"Ne bileyim? Kahve ve süt karışımı işte."
"O şeyi nereden aldın?"
"Bir arkadaşım yaptı. Kahve delisi tipler var ya, onlardan."
Deniz, matarasını çantasına geri koyarken "Sadece birkaç yüzyıl önce 'nesli tehlikedeki türler' diye bir kavramın olduğuna inanabiliyor musun?" diye sordu.
Güneş kafası karışmış bir hâlde bakmakla yetindi.
"Alageyikler artık her yerdeler, bazı eski haritalara baktım ve o haritalarda yayıldıkları listelenmeyen ama komşu olan alanlarda varlar. Birinin bir yerde karşılaşmasının haber değeri taşımadığı Anadolu parslarının soyunun tükendiğinin sanıldığını biliyor muydun? Aslında, iklim krizinin kahvenin ve kahveciliğin sonunu getireceği düşünülüyordu ama İkinci Karanlık Çağ'dan çok daha önce ortaya çıkmış olan 3. nesil kahvecilik hâlâ piyasanın hâkimi."
"Dur, dur, dur! Sen şu, devamlı eski kitaplar okuyan tiplerden misin?"
"Pek değil ama eski kitaplar okuyorum, evet." Tabletini çıkarıp kütüphane uygulamasını gösterdi. "Aslında eski tip ciltli, kağıtlı kitapları daha çok seviyorum ama yöresiz olarak onları tutmak zor. Bir zamanlar televizyonlar 'aptal kutusu' olarak adlandırılırmış. Bilirsin, televizyonların bilgisayarlarla telefonların ekranlarını büyütmek için kullanılmadığı, reyting diye bir kavramın ve televizyon kanalları diye işletmelerin olduğu, ne izleyeceğini sadece kısmen seçebildiğin zamanlarda."
"Dur, dur, dur!"
"Ne?"
"Nasıl biri olduğunu anladım. Bir şey anlatırken susmayan ama kalan zamanlarda ketum olan tiplerdensin."
"Yani?"
"Bir önemi yok."
"Bu arada..."
"Evet?"
"Ne yapacaksın? Artık geri dönemezsin."
"Çadırda yatarım."
"Burada tek bir çadır var."
"Evet, onu kastediyorum."
"Ben nerede yatacağım?"
"Niye aynı çadırda yatmıyoruz?"
"!.."
"Cidden bu kadar utangaç olmana gerek yok."
"Uyku tulumu da bir tane."
"Paylaşabiliriz."
"Hayır, paylaşamayız! Fight Club'da veya The Dispossessed'de değiliz!"
"?.."
"Ne? Cidden mi? Dövüş Kulübü'nü de Mülksüzler'i de hiç duymadın mı?"
"Siz yöresizler neden birkaç yüzyıl öncenin işlerini bu kadar seviyorsunuz? Ayrıca evet, duymadım. Bugünlerde kimse İkinci Karanlık Çağ'dan önceden kalma işlerden bahsetmiyor, yöresizler hariç tabii. Yaşadığımız çağı yaratanların kendilerine yöresiz diyen ilk insanlar olduğunu düşününce..."
"O şeyleri iyi bildikleri ve sevdikleri için İkinci Karanlık Çağ'dan kurtulabildiler. Aslında, İkinci Karanlık Çağ boyunca üretilen işlerin çoğunun hiçbir değeri veya anlamı yok, çoğu ucuz propagandadan ve 'Şu sosyal adalet standartlarını bir halledelim de hikayeyi falan sonra düşünürüz, nasılsa beğenmeyenleri ırkçı ve homofobik ilan etsek çağın hâkimleri bizi destekleyip paraya boğar.' güdüsüyle yapılan leş ticari eserlerden ibaret. İkinci Karanlık Çağ'ı yaratanlara karşı çıkıp onları eleştirenler haricindeki kitapların yakılıp filmlerin silinmesi gibi bir şey yaşanmamasının tek sebebi kendilerine yöresiz diyen ilk insanların prensip olarak buna karşı olmasındandı, tabii 'Bakın, bu tipler gücü eline geçirince sonucu bu oluyor.' diyebilmek için çok güzel ve kesin kanıtlar olmaları haricinde. Bilirsin, artık 'soyu tehlikedeki canlı' diye bir kavramın kalmamış olması da kendilerine yöresiz diyen ilk insanların marifeti."
"Peki, aferin size. Alkış, alkış. Kahve ister misin?"
"Ağzını değirmeseydin ve ne tür sütlü kahve olduğunu bilseydin belki."
"Çok kasıyorsun. Bu arada, nasıl yöresiz olmaya karar verdin?"
"Şey, aslında aile geleneği olduğunu söyleyebilirsin. Annem de babam da yöresizdi, kayıkta doğdum ve yollarda büyüdüm. Bu arada kelimenin tam anlamıyla kayıkta doğdum. O sırada bir gölün karşı kıyısına geçmeye çalışıyorlarmış da… Annem -benim gibi- aileden yöresizmiş, babam da meyilli olduğu hâlde hem cesaret edemediğinden hem de hayat şartları onu bu yola girmek hakkında korkuttuğundan şehirde yaşayan bir hayalperestmiş. Tabii bu, ikisinin tanışıp benim doğmamdan önceydi. Ben doğduğumda çoktan dünyanın yarısını beraber gezmiş durumdalardı."
"Vay, iyiymiş."
"Eskiden, İkinci Karanlık Çağ'dan yarım yüzyıl kadar önce 'Bizim şarkımız' diye bir kavram varmış. İlişkide olan iki insan, ilişkileri için bir şarkı belirler. Sence annemle babamın şarkısı neydi?"
"Eminim ki İkinci Karanlık Çağ'ın öncesinden kalma, yöresizler ve altkültür meraklıları dışında neredeyse kimsenin adını duymadığı bir şarkıdır."
"Şey, teknik olarak doğru. Teoman'dan Motosikletli Kız, şarkıları buydu."
"Sanki baban o şarkıyı sırf annene yalakalık yapmak için seçmiş gibi duruyor. Adından nasıl bir şarkı olduğunu yanlış tahmin etmiyorsam tabii."
"Orası zaten kesin ama işin ironik yanı şu ki annem motorcu değildi. Yöresizler arasında ilginç ve nadir bir eğilim ama yürümeyi tercih ediyordu."
"Neyse. Yarın ne yapacaksın?"
"Yola devam edeceğim. Gitmem gereken bir yer var."
"Bir yöresizden duymayı beklemeyeceğim bir laf."
"Lisansımı yeniletmem gerekiyor."
"Yöresiz lisansı, tabii. O olmadan kafana göre ormanda, dağda, belde kalıp kafana göre avcılık yapamazsın."
"Teknik olarak o varken de yapamazsın. Artık nesli tehlikedeki türler diye bir kavramın olmamasının, daha doğrusu tekrar öyle bir kavram üretilmesi gerekmeyecek olmasının en büyük sebeplerinden biri sıkı denetim."
"Erteleyemez misin ki?"
"Yılda sadece bir kez yapılıyor ama asıl sorun şu ki üç yıl art arda lisansını yeniletmezsen iptal olur, sıfırdan lisans almak zorunda kalırsın. Bu da çok gereksiz yere zaman ve para harcamak demek, üstelik lisansı sıfırdan almak yeniletmeye kıyasla çok daha zor. Yeniletirken görmezden gelebilecekleri veya uyarıyla geçiştirebilecekleri şeylerden bazılarını lisans vermemek için gerekçe olarak sayıyorlar. Ve şey... Ben..."
"Çoktan iki kez ihmal ettin, değil mi?"
"Herkes iki kez ihmal eder! Aslında, eğer bir sayı sınırı koymasalardı kimse lisansını o sırada yakınlarda olmadığı sürece yeniletmezdi."
"Anlıyorum. Atıştırmalık ister misin?"
"Atıştırmalıktan kastına bağlı."
"Bisküvi, çikolata ve cips. Ayrıca jelibon."
"Tamam, olur."
"Bu arada... Bu ne tür bir motor?"
"İlgin olmadığı sesinden belli oluyor."
"Motorlara pek ilgim yok, evet."
"Daha yeni tanıştığımızın farkında mısın?"
"İlgi çekici birini görünce bunu anlarım."
"Bence hiç de ilginç değilim ama neyse. Toplama bir motor. Fabrika çıkışı arızalı bir motor, aşırı derecede kötü kullanılmış ama her nasılsa sahibinin ölene kadar kullanmayı başardığı bir elektrikli bisiklet, üretimi birkaç yüzyıl önce bırakılmış, müzede olması gerekirken aşırı kötü durumda olduğu için çöplükte olan bir hurda yığını ve son model bir arazi motoru, spesifik olmak gerekirse son model ve sıfır bir arazi motorunun tekerleri. Sahibinin tekerleklerini almama neden izin verdiğini hâlâ bilmiyorum. Hurda olanın ne kadar eski olduğunu da benzin kullanmasından hesap edebilirsin."
"Benzin!.."
"Evet, benzin."
"Kahretsin, kim o şeyi trafiğe çıkan bir araca koyar ki!"
"İkinci Karanlık Çağ'dan önce, hatta o zamanın ortalarına kadar normdu. Arabalar, motorlar, feribotlar... Hepsi benzinle çalışıyordu. Bilirsin, araçlarımızı şarj ettiğimiz istasyonların hâlâ 'benzinlik, benzinci, benzin istasyonu' gibi adlara da sahip olmasının bir nedeni var. O zamanlar elektrikli araçlar sonraki çağlara ait olarak görülüyordu ve yarı elektrikle yarı benzinle çalışan 'hibrid' araçlar bile vardı."
"Ah, dünya koca bir saçmalık..."
"Evet, öyle. Egzoz boğma sesi ve benzeri şeylerin elektrikle yapılamayacağının düşünüldüğü zamanlarmış."
"Bekle, elektrikli araçların tamamen sessiz olacağını mı düşünüyorlardı?"
"Saçma sesler çıkaracak şekilde modifiye edilemeyeceğini düşünüyorlardı."
"Tamam, neden 'nesli tehlikedeki hayvanlar' gibi bir listeye sahip olduklarını anlamaya başladım. Benzin demek... Kim uçak ve füzeden başka bir şeye benzin koyar ki? Delilik bu!"
"Birkaç yüzyıl öncenin insanları için değil. Dediğim gibi yarın yoluma devam edeceğim, ya sen ne yapacaksın?"
"Muhtemelen bir süre seni takip edeceğim."
"Yürüyerek mi?"
"Hızlı yürürüm."
"Bir motordan daha mı hızlı?"
"Çok fazla kişisel soru soruyorsun. İlgini mi çektim yoksa?"
"Neyse, yarını pas da geçebilirim."
"Yarın da burada mı kalacaksın?"
"Biraz balık tutmayı düşünüyorum. Eğer yemediğim olursa tütsülemem ya da konserve yapmam gerekecek."
"Ah, avcılık demişken..."
"Öyle bir şey demedim. Yani, teknik olarak balıkçılık da avcılık ama..."
"Burada Anadolu yaban koyunları var."
"Bu konuyu açmak istediğinden emin misin?"
"Ne?"
"Birinci olarak iki kişi için bir Anadolu yaban koyunu avlamam, çok fazla anlamına gelir. Etin kalanını tütsülesem bile yeterince yerim yok. İkincisi, cidden Anadolu yaban koyunlarının zamanında soylarının neredeyse tükendiğini bir viki sayfası gibi anlatmamı istiyor musun?"
"Tamam, sustum. Koyunları görmeye gitmek yok."
"Şey, sadece izlemeye gideceksek çenemi kapalı tutabilirim."
"Söz verdin, unutma."
"Söz falan vermedim ve hâlâ aynı uyku tulumunu paylaşmak konusunu onaylamadım. Özellikle de... şey... tuluma çıplak girdiğim için."
"Evet, kampçı bir arkadaşım da öyle yapmamı tavsiye etmişti."
Deniz derin bir nefes alıp "Cidden daha yeni tanıştığın biriyle aynı uyku tulumuna ikiniz de çıplakken girmekle bir sorunun yok mu?" diye sordu.
"Sensen sorun değil."
"İyi de daha yeni tanıştık! Bekle, şu kampçı arkadaşın ne tür olduğunu bilmediğin sütlü kahveyi yapanla aynı kişi mi?"
"Hayır, değil. Kesinlikle bugün tanıştığım acayip ilginç kişi dışındaki tek arkadaşım kahve delisi, II. Dünya Savaşı fanatiği, kamp yapmayı seven, ve bir gün temelde yöresizlere hizmet veren butik bir kafe açma hayali olan sarışın bir kız değil."
"Bu çok şüpheliydi!"
"Hayır, değil. Kesinlikle değil. Başka arkadaşlarım da var, evet, var. Neden inanmıyorsun ya!"
"Kalan azıcık inancımı da az önce parçaladın! TV Tropes'ta buna ne deniyor, biliyor musun?"
"TV ne?"
"Suspiciously specific denial!"
"İngilizce bildiğim için şanslısın."
"Herkes İngilizce bilir! Başka ne gibi şaşırtıcı özelliklerin var, çağımızın genel 2. yabancı dili olan Japonca mı?"
"Evet, Japonca da biliyorum."
"İnanılmaz şaşırdım cidden!"
"Alaycılığını biraz azalt."
"Üzgünüm, idealizme karşı kinizmin kayan ölçeğinin kinik tarafındayım. İlgi çekici olduğumu düşünüyorsan katlanmalısın."
"Eee, kahvaltıda ne yiyeceğiz?"
"Balık. Hangi balık olduğunu bilmediğimden pişirme tekniğine tuttuktan sonra karar vereceğim. Tam da oltamın ipinin gevşediği..."
"Bende var." Güneş, çantasından teleskopik kamışları birleştirmek için kullanılan iplerden çıkardı.
"..."
"Ne? Niye öyle bakıyorsun ya?"
"Kim yanında bu şeylerden taşır ki? Aslında, olta tamir etmesi gerekmeyen herhangi biri bunun nerede satıldığını bile bilmez."
"Şey, tanıdığım bir sarışının olta koleksiyonu yapacak kadar balıkçılığa ilgi duyduğunu ve babasının balıkçılık ürünleri satan bir dükkanı olduğunu söylememiştim sanırım."
"Neden durduk yere ekleme yapıyorsun!"
"Neye?"
"Aynı kişiden bahsettiğini hepimiz biliyoruz!"
"Hepimiz derken? Bütün orman mı?"
"..."
Uzunca bir tartışma sürecinin ardından Deniz, sırt sırta olmaları ve soyunurken birbirlerini izlememeleri kaydıyla aynı tulumda uyumayı kabul etti. Zaten bu şartlar altında başka pek bir seçenek de yoktu. Güneş, hafif kıpırdanıp "Tamamen çıplak olacağını sanıyordum." dedi.
"!.."
"Ne? Ne var?"
"Lütfen sus."
"İç çamaşırın var."
"Sence bunu bilmiyor olabilir miyim! Yeni tanıştığın güzel bir kızla aynı uyku tulumuna yarı çıplak girmenin ne kadar utandırıcı olduğunun farkında mısın!"
Deniz görmedi ama bir süreliğine Güneş'in kızıl olan tek kısmı saçları değildi. Ayrıca Deniz uyuduktan bir sonra bir süre daha uyanık kaldı, ki bunu planlamıyordu.
Diğer bölümler için