Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

30 Eylül 2023 Cumartesi

Yöresiz-5,5. Bölüm: "5. Bölüm: Av" Hakkında Düzenleme

 Geçen bölümü tekrar okurken bazı kısımları aklımda oluşturduğumu ama kağıda (ekrana? klavyeye?) dökmediğimi, öylece yayınladığımı fark ettim. İşte blog kullanmanın hem yararlı hem zararlı olduğu kısımlardan biri... 5. bölüme, bunları kırmızı yazılı biçimde ekleyeceğim; ama asıl eklemeyi buraya yapacağım.

Şimdi, orijinali (yani şu an yayınladığım hâli) şöyle olan bir paragraf var:

İkili, kampa kadar ilerledi ve Güneş, Deniz'in gösterdiği birkaç örümceği, bir karınca kolonisini ve huş ağacı kabuğunu yemeyi reddetti. Çadırın oraya geldiklerinde Deniz, revolverini doldurdu, bıçağını aldı ve tekrar tuzağın olduğu yere ilerlediler. Görülen manzara karşısında Deniz, Güneş'ten daha çok şaşırmıştı; çünkü uç uca da bir şey takılmıştı. Deniz, önce şamandıralı oltaya takılan sülünü gösterdi. Güneş "Şey..." dedi, "beyaz et iyi bir seçenek ama..."

Bu paragraf, şu hâle geldi:

İkili, kampa kadar ilerledi ve Güneş, Deniz'in gösterdiği birkaç örümceği, bir karınca kolonisini ve huş ağacı kabuğunu yemeyi reddetti. Bu arada Deniz örümceklerin ilkini, ki bir haçlı bahçe örümceğiydi ve Deniz rahat bıraktığı ikinci örümceğe -ki o da bir eresus idi- rastlayana kadar buralarda zeytuni Ortadoğu tarantulası gibi daha doyurucu türlerin olmadığından şikayet etmişti, karıncaları ve huş kabuğunu yedi. Ayrıca Güneş'in huş kabuğu yemeyi reddetmesinin temel sebebi Deniz'in onu ana yemek olarak görmesiydi. Bir tür baharat olarak kullanmaya itirazı olmadığını belirtmişti, zaten Deniz o yüzden talaş gibi parça parça kazıyarak çıkardığı huş kabuğunun bir kısmını yemeyip kampa kadar taşıdı. Çadırın oraya geldiklerinde Deniz, revolverini doldurdu, bıçağını aldı ve tekrar tuzağın olduğu yere ilerlediler. Görülen manzara karşısında Deniz, Güneş'ten daha çok şaşırmıştı; çünkü uç uca da bir şey takılmıştı. Deniz, önce şamandıralı oltaya takılan sülünü gösterdi. Güneş "Şey..." dedi, "beyaz et iyi bir seçenek ama..."

5. Bölüm'de o kısmın kırmızı yazılmasının sebebi de bu zaten, sonradan eklemem. Bu bölümden sonra da böyle olacak, yayınlama sonrası değişiklik/ekleme varsa kırmızı. olacak. Ha yine de açıklama yayınlayacağım tabii, o ayrı. Bu arada bu düzenleme şeylerini de matbu versiyonun önsözüne ilgili notlarla eklemeyi düşünüyorum ama hepsini yapmayabilirim. Yine de bunu muhtemelen yapacağım.

Diğer bölümler için

Yöresiz-5. Bölüm: Av

Deniz, şamandıralı oltaya yakınlarda bulduğu bir böceği, "sade" oltaya kazıp çıkardığı taş çıyanını, ki aslında solucan bulmayı amaçlıyordu ama taş çıyanını görünce "Eh, bu da olur herhalde..." diye mırıldanmıştı, kurşunlu oltaya da derede bulduğu bir salyangozun içini takıp dereye salladı. Salyangozun kabuğunu cebine attı, salyangoz kabuklarının koleksiyonculuk dışında pek bir şeye yaramadığını düşünüyordu ama sonradan aklına bir fikir gelebilirdi. O sırada bütün bunları şaşkınlıkla izleyen Güneş, nihayet cesaretini toplayıp "Üç misinayı da aynı anda kullanacağını düşünmemiştim..." dedi, "İlk hangisini çekeceksin?"

Deniz bir an bile duraksamadan "İlk hangisine balık vurursa." dedi, "Ayrıca böyle üç farklı dolama yapmam misinaları hem eş zamanlı hem de farklı zamanlarda çekmeme olanak tanıyor, yani merak etme."

"Peki, etmem."

"Bu derede ne tür balıklar olduğuyla ilgili bir fikrin var mı?"

"Yaşadığım yerde bazı balıkçılar var, bu dereyi kullanıp kullanmadıklarını bilmiyorum gerçi ama genelde sazan, çelikbaş ve turna tutuyorlar."

"Avrasya'nın neredeyse her yerinde sazan var, o yüzden mantıklı."

Beklediler, beklediler, biraz daha beklediler ve nihayetinde Deniz, balık tutmaya çalışmaktan vazgeçti. Sonra Güneş'e dönüp "Yemek seçer misin?" diye sordu.

"Aslında hayır ama bu soruyu ormanın ortasında sorunca..."

"Peki, bir şeyler toplarım, sen de yiyip yemeyeceğini söylersin." Olta uçlarını mızrak ucuyla değiştirdi, olta uçlu şeyiyse yemleri hâlâ ucundayken yakınlarda gömüp üstüne ve çevresine birkaç taş koydu.

Güneş, "Bu ne şimdi?" diye sordu.

"Tuzak. Yakaladığımız şeyleri -tabii bir şey yakalayabilirsek- yiyip yemeyeceğini de söylersin."

"Bununla karada ne yakalayabilirsin ki?"

"Pek çok şey. Bana güven."

"Ormanın oltasında karaya olta atan bir yöresize güvenmemem için çok fazla sebep var."

İkili, kampa kadar ilerledi ve Güneş, Deniz'in gösterdiği birkaç örümceği, bir karınca kolonisini ve huş ağacı kabuğunu yemeyi reddetti. Bu arada Deniz örümceklerin ilkini, ki bir haçlı bahçe örümceğiydi ve Deniz rahat bıraktığı ikinci örümceğe -ki o da bir eresus idi- rastlayana kadar buralarda zeytuni Ortadoğu tarantulası gibi daha doyurucu türlerin olmadığından şikayet etmişti, karıncaları ve huş kabuğunu yedi. Ayrıca Güneş'in huş kabuğu yemeyi reddetmesinin temel sebebi Deniz'in onu ana yemek olarak görmesiydi. Bir tür baharat olarak kullanmaya itirazı olmadığını belirtmişti, zaten Deniz o yüzden talaş gibi parça parça kazıyarak çıkardığı huş kabuğunun bir kısmını yemeyip kampa kadar taşıdı. Çadırın oraya geldiklerinde Deniz, revolverini doldurdu, bıçağını aldı ve tekrar tuzağın olduğu yere ilerlediler. Görülen manzara karşısında Deniz, Güneş'ten daha çok şaşırmıştı; çünkü uç uca da bir şey takılmıştı. Deniz, önce şamandıralı oltaya takılan sülünü gösterdi. Güneş "Şey..." dedi, "beyaz et iyi bir seçenek ama..."

"Bayağı sülünlerin Türkiye'deki nesli tehlikede olmaktan çıkalı çok oldu. Artık her yerdeler."

"Konu o değil ki!"

"Doğru, tüylerini temizlemek zor. Mümkünse kuşlarla uğraşmamayı tercih ederim."

"Konu o da değil..."

Deniz, bu kez de "sade" oltaya takılan dikenli keleri gösterdi. Aldığı yanıt "Yani... kertenkele..." oldu. Sonra da kurşunlu oltaya takılan siğilli kurbağayı gösterdi. Güneş bu kez "O şey yenilebilir mi ki?" diye sordu. Deniz biraz düşünüp "Sanırım değil," dedi, "her neyse. Kertenkele mi yoksa kuş mu? Ben kertenkeleyi tercih ederim."

Güneş bir iç çekip "Kuş." dedi.

Deniz "Peki," dedi, bıçağını çıkardı, bir an durup "Bunu... görmek istemeyebilirsin." dedi, "Bence şimdiden kampa dönsen daha iyi olur."

Güneş tavsiyeye uydu, Deniz de sülünle dikenli kelerin arasına girip derin bir nefes aldı.

Diğer bölümler için

27 Eylül 2023 Çarşamba

Yöresiz-4. Bölüm: Uyanmak

Deniz uyandı, uyku tulumunda döndü ve hafifçe gözünü araladı. Turuncumsu bir bulanıklıkla karşı karşıya kaldığı için uyku mahmurluğuyla bir süre rüya görüp görmediğini, bir tür göz bandı falan kullanıp kullanmadığını düşündü. Gözünü ovuşturdu, kalkıp giyindi ve tam gözlüğünü gözüne takarken gerçeği fark etti. "Eh, yapacak pek bir şey yoktu..." diye mırıldandı, "Zaten en başta bu, onun teklifiydi." Kendini rahatlatıp çılgınca atan kalbini susturmak için bunları kendi kendine mırıldanmıştı ama pek de işe yaradığı söylenemezdi. Vazgeçti, Güneş'e göz ucuyla -eğer "görmemesi gereken bir şey" görebileceği bir hâldeyse hemen başını çevirmek için- baktı ve sonra derin bir nefes aldı. Güneş uyku tulumuna yorgan gibi sarılmıştı, Deniz bir an için, başını sallayıp bu düşünceyi tamamen kafasından atmadan önce sadece bir an için uyurken kendisine de böyle sarılıp sarılmadığını merak etti. Güneş, uyurken uyanık olduğundan daha "sakin" görünüyordu. Özellikle de dünkü çılgın tanışma deneyiminden sonra Deniz, Güneş'in bir "parti kızı" olduğunu varsaymıştı ama uyurken daha çok bir masal prensesine veya henüz hayatın zorluklarıyla kirletilmemiş bir çocuğa benziyordu. Esnedi, gerindi, çadırdan çıkıp güneşe baktı, tekrar gerindi, birkaç esneme hareketi yaptı ve sonra da "yöresiz programı" olarak adlandırılan ve bütün yöresizlerin hayat tarzına uygun olduğu için küçük değişikliklerle uyguladığı ama Deniz de dahil çoğu yöresizin çok zaman ihmal ettiği spor programını uyguladı. Aslında oldukça basitti: Esneme hareketleri, koşu (uygun ortamlarda yüzmeyle dönüşümlü uygulanır), mekik (kas yapma amacı taşımadığı için sıradan, şehirliler için olan spor programlarından çok daha az sayıda), şınav (kas yapma amacı taşımadığı için sıradan, şehirliler için olan spor programlarından çok daha az sayıda), silah talimleri. Her yöresiz hem kendini savunmak hem de karnını doyurmak için silah taşırdı, çoğu -tıpkı Deniz gibi- birden fazla türde ve sayıda silah taşırdı. Deniz, silah talimi kısmına geldiğinde biraz düşünmek zorunda kaldı; çünkü eğer piştovu veya revolveri kullanırsa Güneş uyanabilirdi. O yüzden onun yerine yayını kurdu, okçuluk ekipmanlarını kuşandı ve talim yapmak için kullanabileceği bir şey aradı. Etrafta küçük, ötücü kuşlar vardı ama onları rahat bırakıp bir incir ağacı buldu. Ağacın en iri yapraklarından birini kopardı, dönüp başka bir ağaca astı ve hedef tahtası olarak o yaprağı kullandı. Doğal olarak pek uzun dayanmadı ama Deniz bu kadar talimin yeterli olduğunu düşünüp yayını bozup her şeyi yerine kaldırdı ve sönüp korlaşmış ateşi besleyip tekrar yaktı. Sonra da teleskopik kamıştan yaptığı şeyle ilgilendi. Aleti -arka taraftaki kapağını ve değiştirebilir ucunu saymazsak- üç parçaya indirgemişti, ipi sayesinde iç içe geçebildiği gibi katlanarak da taşınabiliyordu. Deniz, arka taraftaki kapağı -üstüne balık oyduğu ahşap parçayı- çıkardı, ipi çözdü, yenisiyle değiştirdi ve üçüncü parça için de aynısını yaptı. Aradaki parçalar neredeyse kayarak kayboluyordu, bu yüzden Güneş'in uyanıp bir süredir başında dikilerek kendisini dikkatle izlediğini fark etmedi. Sonunda tamiri bitirdiğinde ucunu kontrol etti. Aletin -tıpkı üç parçası olduğu gibi- üç ucu vardı, Deniz bir an için İkinci Karanlık Çağ'ın öncesinde bile "değeri bilinmemiş bir dâhi" olarak görülen Nikola Tesla'nın da böyle okült takıntıları olduğunu ve üçün -yedi ile birlikte- okült açıdan "en önemli" sayılardan biri olduğunu hatırladı. Gerçi Deniz'inki sadece tesadüftü, değilse de bilinçaltıydı, babasının okültizme, metafiziğe ve her türden "doğaüstü" şeye olan sevgisi ve merakı nedeniyle çoğu "sıradan insan"a kıyasla daha açık fikirli ve daha çok doğru bilgi içeren bir okültizm algısı vardı ama kendisinin okültizme dair herhangi bir ilgi gösterdiğini söylemek mümkün değildi. İlk parça mızrak ucuydu, üçüncü -yani uçlar haricindeki en ince- parçaya giriyor ve arkadan ikinci parçaya klipsler aracılığıyla kilitleniyordu. Tam olarak mızrak ve zıpkın gibi kullanma amacı taşıyordu. İkinci parça başlı başına bir el oltasına benziyordu. Biri kurşunlu, biri şamandıralı, biri ikisini de içermeyen ve boyut sıralamaları büyükten küçüğe kurşunlu, "sade", şamandıralı biçiminde olan üç iğne, üç farklı misinadan çıkıyordu. Üçüncü parça ise bıçağa benzeyen bir uç taşıyordu, temelde avcılık değil sık dalları temizleme ve yırtıcılara -ya da insanlara- karşı kendini savunma amacı güdüyordu. Deniz, olta ucunu taktı ve aniden ayağa kalktı, ne yaptığını daha iyi görebilmek için hafifçe eğilmiş olan Güneş'le burun buruna geldi. Burun buruna burada mecazi değildi, tam olarak "yanlışlıkla öpüşme" mesafesindelerdi ve neler olduğunu algılayıp ikisi de geriye sıçrayana kadar biraz zaman geçmesi gerekti.

"Korkuttun..." dedi Deniz, "Uyuduğunu sanıyordum."

"Evet, anca çadırdan çıkıp seni görünce neler olduğunu hatırlayabildim. O, dün uğraştığın şey değil mi?"

"Evet. Neden yanında taşıdığını bilmediğim ip çok yardımcı oldu, teşekkürler."

"Bir şey değil. Ne tutmayı planlıyorsun?"

"Derede ne tür balıklar olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok ama yenilebilir bir şeyler tutmayı planlıyorum. Ne zamandır uyanıksın?"

"Bence sormak istediğin soru bu değil."

"Ne zamandır başımda dikiliyorsun?"

"Çok olmadı. Uyandığımda çoktan işe başlamıştın."

Sonra dereye doğru yola çıktılar. Güneş, gördüğü her bitkiyi Deniz'e sorup "sınamaktan" kendince bir zevk alıyordu. Deniz, sonunda dayanamayarak "Ya iyi güzel de" dedi, "sen kendin onların ne olduğunu biliyor musun ki? Götümden sallasam 'Yanlış söylüyorsun' diyebilir misin?"

Güneş, mahcup bir şekilde hafifçe güldü, sonra "İstersen sen de beni test edebilirsin." dedi.

Deniz tek kaşını kaldırdı, nihayet gelmiş oldukları derenin uç kısmına doğru çıkıp bir tür -yerden en fazla iki, iki buçuk karış yükselen, bu yükselmesi de sırf toprağın yükselmesine ayak uydurmak için olan- çağlayan buldular, Deniz bu minyatür çavlanın yanındaki, üstünde hem karayosunları hem de algler olan bir taşın üstüne ayağını koyup yöresizler arasında meşhur olan, meşhurluğunun en önemli sebebi de İkinci Karanlık Çağ'dan önce gayet ünlü olması olan bir tür "kaşif pozu" verdi, ufka baktı, gözleriyle etrafı taradı ve derenin yakınlarında yetişen bir bitkiyi gösterip "Tamam, bu hangi bitki?" diye sordu.

Güneş, bitkiye yaklaştı, hafifçe dürttü ve "Yılanyastığıgilleren," dedi, "Spesifik bir cevap istersen yılanbıçağı. Bilimsel adı Dracunculus vulgaris yani küçük dranunculus. Dranunculus cinsinin spesifik bir adı yok sanırım."

"Güneş..."

"Evet?"

"Evlen benimle."

"Eee... Bence şimdilik arkadaş kalsak daha iyi olur."

"..."

"..."

"Ciddi olmadığımın farkındasın, değil mi? Bir diz çökme, yüzük ve romantik bir ilişkideki bir çiftin olmadığı herhangi bir ortamda bu cümle neredeyse daima eğlence kuralı için kullanılır. Daima gülmek için oynanır."

"Eğlence kuralı... Ne diyorsun ya?"

"Bir izlek. İçerik üreticileri için izlekler önemli ve güçlü araçlardır, hikayeyi rezil de vezir de edebilecek araçlar ama neticede isteksizliğin istekli askıya alınmasına katkıda bulunurlar ve kimse de izlekler olmadan hikaye anlatamaz. İnsanlık, muhtemelen konuşmayı öğrendiği günden beri hikaye anlatıcılığı yapıyor, izlekleri kullanmamak mümkün değil. Gerçi bu yeni, orijinal, düşünülmemiş hikaye anlatıcılığı yapılamayacağı anlamına gelmiyor; neticede bugünün klişeleri zamanının iyi ve orijinal fikirleriydi. Zaten o yüzden klişelere dönüşecek kadar fazla sayıda taklit edildiler. Eğlence kuralı da türü fark etmeksizin komedilerdeki temel mantık olup şudur: Sonuç yeterince güldürürse sürekliliğin, mantığın, fiziğin veya sağduyunun herhangi bir ihlaline izin verilir. Komedilerde her şeyin daima abartılmasının en önemli sebebi de budur; çünkü yeterince komikse gülersin ve geri kalan şeyleri düşünmezsin. Kara komedinin hâlâ niş bir tür olmasının en önemli sebeplerinden biri de budur, bu izleği efektif kullanmanın kara komedilerde pek bir yolu yok, hatta hiç kullanmazsan daha iyi sonuç alırsın. Daha fazla bilgi istiyorsan TV Tropes'taki Rule of Funny başlığına bak."

"Neden gerçek hayatta konuşurken link veriyorsun?"

"Aslında bunun için de çok güzel bir TV Tropes göndermem -daha doğrusu linkim- var ama hadi bu konuyu geçelim. Nerede iyi balık tutabileceğimizi düşünüyorsun?"

"Biraz daha yukarıda. Su derinleşiyor gibi."

"Ormanda hayatta kalabilir gibisin."

"Kalabileceğime inanmasam gece vakti kalmazdım. Gerçi gün batmadan dönmeyi düşünüyordum, fark etmeden biraz fazla derinlere ilerlemişim."

"Seni gördüğümde, şey... bilirsin..."

"'Bu kız ormanın ortasında bu kılıkta ne yapıyor?' diye düşündün, değil mi? Bazı önlemler almıştım ama bu kadar içlere girmeyi ve gece kalmayı düşünmemiştim, bu yüzden giyimime pek özen göstermedim."

"Özen göstermemiş gibi durmuyorsun."

"Özen göstermekten kastımın o olmadığını iyi biliyorsun."

"Evet, biliyorum... ama ben asla giyim kuşam için bu kadar uğraşmam."

"Hangi yöresiz uğraşır ki? Hayat tarzınız olabildiğince az kıyafet edinip taşımayı gerektiriyor."

"Hani tanıştığın ilk yöresiz bendim?"

"Yöresizlerin neyi savunup ne tür bir hayat sürdüğünü bilmediğimi hiç söylemedim."

İlerlediler ve su yüksekliğinin uygun olduğunu, oltanın da takılabileceği pek bir şey olmadığını düşündükleri bir noktaya geldiler. Dere burada yan V şeklinde genişleyerek nehre dönüşüyordu.

Diğer bölümler için

25 Eylül 2023 Pazartesi

Yöresiz-3. Bölüm: Sohbet

 Kızıl kız, hemen Deniz'in önüne, ateşin karşı tarafına oturup "Ben Güneş." dedi.

"Ben de Deniz. Buralarda ne yapıyorsun?"

"Şey, biraz ormanda gezinip dönecektim ama..."

"Dönecek miydin?"

"Dönecektim."

"Dönemeyeceğini biliyorsun, değil mi?"

"Evet, en yakın yerleşim yeri gece karanlığının ortasında aşmam gerekecek kadar uzak ve burası tehlikeli. Çakallar var."

"Çakallar köşeye sıkıştırılmadıkça insanlara saldırmaz, tilkiler de. Eğer saldırırlarsa en korkman gereken şey kuduz ihtimali. Köpekgiller arasından bir tek kurtlardan ve yabanileşmiş köpeklerden korkmalısın, sadece onlar insanlara saldırır. Gerçi onlar bile bölgelerinden uzak durursan ve yeterince toklarsa insanları görmezden gelir. Bilirsin, türümüz tam anlamıyla bir yok edici, bütün avcılardan üstünüz çünkü hayatta kalmak dışında da avlanabiliyoruz ve bütün hayvanlar bunu biliyor. Gerçi bu birkaç yüzyıl önceydi, her neyse."

"Epey biliyor gibisin."

"Bilirsin, bir yöresizim ve..."

Güneş'in gözleri parladı, coşkuyla "Aaa." dedi, "İlk kez bir yöresizle tanışıyorum!"

"Şey, sanırım sayımızın azaldığını söyleyebilirsin."

"Evet, bir yüzyıl önce çağın hâkimi sizdiniz..."

"Neyse, yöresiz olarak hayatta kalmak çok şey bilmeyi gerektiriyor. Soğuk nane çayı içer misin? Bahçe nanesinden yapmadığımdan tadı biraz garip gelebilir."

"Yok, kalsın."

Deniz, soğumuş olan nane çayını alageyik ayağından yapılmış bir mataraya doldurdu ve biraz içti. Sonra "Seninle su paylaşmayacağım." dedi, "Ya nane çayı ya da hiç."

Güneş çantasını karıştırıp bir viski matarası çıkardı ve bir yudum aldıktan sonra "Yanlış anlama," dedi, "bu sadece sütlü kahve."

"Ne tür sütlü kahve?"

"Ne bileyim? Kahve ve süt karışımı işte."

"O şeyi nereden aldın?"

"Bir arkadaşım yaptı. Kahve delisi tipler var ya, onlardan."

Deniz, matarasını çantasına geri koyarken "Sadece birkaç yüzyıl önce 'nesli tehlikedeki türler' diye bir kavramın olduğuna inanabiliyor musun?" diye sordu.

Güneş kafası karışmış bir hâlde bakmakla yetindi.

"Alageyikler artık her yerdeler, bazı eski haritalara baktım ve o haritalarda yayıldıkları listelenmeyen ama komşu olan alanlarda varlar. Birinin bir yerde karşılaşmasının haber değeri taşımadığı Anadolu parslarının soyunun tükendiğinin sanıldığını biliyor muydun? Aslında, iklim krizinin kahvenin ve kahveciliğin sonunu getireceği düşünülüyordu ama İkinci Karanlık Çağ'dan çok daha önce ortaya çıkmış olan 3. nesil kahvecilik hâlâ piyasanın hâkimi."

"Dur, dur, dur! Sen şu, devamlı eski kitaplar okuyan tiplerden misin?"

"Pek değil ama eski kitaplar okuyorum, evet." Tabletini çıkarıp kütüphane uygulamasını gösterdi. "Aslında eski tip ciltli, kağıtlı kitapları daha çok seviyorum ama yöresiz olarak onları tutmak zor. Bir zamanlar televizyonlar 'aptal kutusu' olarak adlandırılırmış. Bilirsin, televizyonların bilgisayarlarla telefonların ekranlarını büyütmek için kullanılmadığı, reyting diye bir kavramın ve televizyon kanalları diye işletmelerin olduğu, ne izleyeceğini sadece kısmen seçebildiğin zamanlarda."

"Dur, dur, dur!"

"Ne?"

"Nasıl biri olduğunu anladım. Bir şey anlatırken susmayan ama kalan zamanlarda ketum olan tiplerdensin."

"Yani?"

"Bir önemi yok."

"Bu arada..."

"Evet?"

"Ne yapacaksın? Artık geri dönemezsin."

"Çadırda yatarım."

"Burada tek bir çadır var."

"Evet, onu kastediyorum."

"Ben nerede yatacağım?"

"Niye aynı çadırda yatmıyoruz?"

"!.."

"Cidden bu kadar utangaç olmana gerek yok."

"Uyku tulumu da bir tane."

"Paylaşabiliriz."

"Hayır, paylaşamayız! Fight Club'da veya The Dispossessed'de değiliz!"

"?.."

"Ne? Cidden mi? Dövüş Kulübü'nü de Mülksüzler'i de hiç duymadın mı?"

"Siz yöresizler neden birkaç yüzyıl öncenin işlerini bu kadar seviyorsunuz? Ayrıca evet, duymadım. Bugünlerde kimse İkinci Karanlık Çağ'dan önceden kalma işlerden bahsetmiyor, yöresizler hariç tabii. Yaşadığımız çağı yaratanların kendilerine yöresiz diyen ilk insanlar olduğunu düşününce..."

"O şeyleri iyi bildikleri ve sevdikleri için İkinci Karanlık Çağ'dan kurtulabildiler. Aslında, İkinci Karanlık Çağ boyunca üretilen işlerin çoğunun hiçbir değeri veya anlamı yok, çoğu ucuz propagandadan ve 'Şu sosyal adalet standartlarını bir halledelim de hikayeyi falan sonra düşünürüz, nasılsa beğenmeyenleri ırkçı ve homofobik ilan etsek çağın hâkimleri bizi destekleyip paraya boğar.' güdüsüyle yapılan leş ticari eserlerden ibaret. İkinci Karanlık Çağ'ı yaratanlara karşı çıkıp onları eleştirenler haricindeki kitapların yakılıp filmlerin silinmesi gibi bir şey yaşanmamasının tek sebebi kendilerine yöresiz diyen ilk insanların prensip olarak buna karşı olmasındandı, tabii 'Bakın, bu tipler gücü eline geçirince sonucu bu oluyor.' diyebilmek için çok güzel ve kesin kanıtlar olmaları haricinde. Bilirsin, artık 'soyu tehlikedeki canlı' diye bir kavramın kalmamış olması da kendilerine yöresiz diyen ilk insanların marifeti."

"Peki, aferin size. Alkış, alkış. Kahve ister misin?"

"Ağzını değirmeseydin ve ne tür sütlü kahve olduğunu bilseydin belki."

"Çok kasıyorsun. Bu arada, nasıl yöresiz olmaya karar verdin?"

"Şey, aslında aile geleneği olduğunu söyleyebilirsin. Annem de babam da yöresizdi, kayıkta doğdum ve yollarda büyüdüm. Bu arada kelimenin tam anlamıyla kayıkta doğdum. O sırada bir gölün karşı kıyısına geçmeye çalışıyorlarmış da… Annem -benim gibi- aileden yöresizmiş, babam da meyilli olduğu hâlde hem cesaret edemediğinden hem de hayat şartları onu bu yola girmek hakkında korkuttuğundan şehirde yaşayan bir hayalperestmiş. Tabii bu, ikisinin tanışıp benim doğmamdan önceydi. Ben doğduğumda çoktan dünyanın yarısını beraber gezmiş durumdalardı."

"Vay, iyiymiş." 

"Eskiden, İkinci Karanlık Çağ'dan yarım yüzyıl kadar önce 'Bizim şarkımız' diye bir kavram varmış. İlişkide olan iki insan, ilişkileri için bir şarkı belirler. Sence annemle babamın şarkısı neydi?"

"Eminim ki İkinci Karanlık Çağ'ın öncesinden kalma, yöresizler ve altkültür meraklıları dışında neredeyse kimsenin adını duymadığı bir şarkıdır."

"Şey, teknik olarak doğru. Teoman'dan Motosikletli Kız, şarkıları buydu."

"Sanki baban o şarkıyı sırf annene yalakalık yapmak için seçmiş gibi duruyor. Adından nasıl bir şarkı olduğunu yanlış tahmin etmiyorsam tabii."

"Orası zaten kesin ama işin ironik yanı şu ki annem motorcu değildi. Yöresizler arasında ilginç ve nadir bir eğilim ama yürümeyi tercih ediyordu."

"Neyse. Yarın ne yapacaksın?"

"Yola devam edeceğim. Gitmem gereken bir yer var."

"Bir yöresizden duymayı beklemeyeceğim bir laf."

"Lisansımı yeniletmem gerekiyor."

"Yöresiz lisansı, tabii. O olmadan kafana göre ormanda, dağda, belde kalıp kafana göre avcılık yapamazsın."

"Teknik olarak o varken de yapamazsın. Artık nesli tehlikedeki türler diye bir kavramın olmamasının, daha doğrusu tekrar öyle bir kavram üretilmesi gerekmeyecek olmasının en büyük sebeplerinden biri sıkı denetim."

"Erteleyemez misin ki?"

"Yılda sadece bir kez yapılıyor ama asıl sorun şu ki üç yıl art arda lisansını yeniletmezsen iptal olur, sıfırdan lisans almak zorunda kalırsın. Bu da çok gereksiz yere zaman ve para harcamak demek, üstelik lisansı sıfırdan almak yeniletmeye kıyasla çok daha zor. Yeniletirken görmezden gelebilecekleri veya uyarıyla geçiştirebilecekleri şeylerden bazılarını lisans vermemek için gerekçe olarak sayıyorlar. Ve şey... Ben..."

"Çoktan iki kez ihmal ettin, değil mi?"

"Herkes iki kez ihmal eder! Aslında, eğer bir sayı sınırı koymasalardı kimse lisansını o sırada yakınlarda olmadığı sürece yeniletmezdi."

"Anlıyorum. Atıştırmalık ister misin?"

"Atıştırmalıktan kastına bağlı."

"Bisküvi, çikolata ve cips. Ayrıca jelibon."

"Tamam, olur."

"Bu arada... Bu ne tür bir motor?"

"İlgin olmadığı sesinden belli oluyor."

"Motorlara pek ilgim yok, evet."

"Daha yeni tanıştığımızın farkında mısın?"

"İlgi çekici birini görünce bunu anlarım."

"Bence hiç de ilginç değilim ama neyse. Toplama bir motor. Fabrika çıkışı arızalı bir motor, aşırı derecede kötü kullanılmış ama her nasılsa sahibinin ölene kadar kullanmayı başardığı bir elektrikli bisiklet, üretimi birkaç yüzyıl önce bırakılmış, müzede olması gerekirken aşırı kötü durumda olduğu için çöplükte olan bir hurda yığını ve son model bir arazi motoru, spesifik olmak gerekirse son model ve sıfır bir arazi motorunun tekerleri. Sahibinin tekerleklerini almama neden izin verdiğini hâlâ bilmiyorum. Hurda olanın ne kadar eski olduğunu da benzin kullanmasından hesap edebilirsin."

"Benzin!.."

"Evet, benzin."

"Kahretsin, kim o şeyi trafiğe çıkan bir araca koyar ki!"

"İkinci Karanlık Çağ'dan önce, hatta o zamanın ortalarına kadar normdu. Arabalar, motorlar, feribotlar... Hepsi benzinle çalışıyordu. Bilirsin, araçlarımızı şarj ettiğimiz istasyonların hâlâ 'benzinlik, benzinci, benzin istasyonu' gibi adlara da sahip olmasının bir nedeni var. O zamanlar elektrikli araçlar sonraki çağlara ait olarak görülüyordu ve yarı elektrikle yarı benzinle çalışan 'hibrid' araçlar bile vardı."

"Ah, dünya koca bir saçmalık..."

"Evet, öyle. Egzoz boğma sesi ve benzeri şeylerin elektrikle yapılamayacağının düşünüldüğü zamanlarmış."

"Bekle, elektrikli araçların tamamen sessiz olacağını mı düşünüyorlardı?"

"Saçma sesler çıkaracak şekilde modifiye edilemeyeceğini düşünüyorlardı."

"Tamam, neden 'nesli tehlikedeki hayvanlar' gibi bir listeye sahip olduklarını anlamaya başladım. Benzin demek... Kim uçak ve füzeden başka bir şeye benzin koyar ki? Delilik bu!"

"Birkaç yüzyıl öncenin insanları için değil. Dediğim gibi yarın yoluma devam edeceğim, ya sen ne yapacaksın?"

"Muhtemelen bir süre seni takip edeceğim."

"Yürüyerek mi?"

"Hızlı yürürüm."

"Bir motordan daha mı hızlı?"

"Çok fazla kişisel soru soruyorsun. İlgini mi çektim yoksa?"

"Neyse, yarını pas da geçebilirim."

"Yarın da burada mı kalacaksın?"

"Biraz balık tutmayı düşünüyorum. Eğer yemediğim olursa tütsülemem ya da konserve yapmam gerekecek."

"Ah, avcılık demişken..."

"Öyle bir şey demedim. Yani, teknik olarak balıkçılık da avcılık ama..."

"Burada Anadolu yaban koyunları var."

"Bu konuyu açmak istediğinden emin misin?"

"Ne?"

"Birinci olarak iki kişi için bir Anadolu yaban koyunu avlamam, çok fazla anlamına gelir. Etin kalanını tütsülesem bile yeterince yerim yok. İkincisi, cidden Anadolu yaban koyunlarının zamanında soylarının neredeyse tükendiğini bir viki sayfası gibi anlatmamı istiyor musun?"

"Tamam, sustum. Koyunları görmeye gitmek yok."

"Şey, sadece izlemeye gideceksek çenemi kapalı tutabilirim."

"Söz verdin, unutma."

"Söz falan vermedim ve hâlâ aynı uyku tulumunu paylaşmak konusunu onaylamadım. Özellikle de... şey... tuluma çıplak girdiğim için."

"Evet, kampçı bir arkadaşım da öyle yapmamı tavsiye etmişti."

Deniz derin bir nefes alıp "Cidden daha yeni tanıştığın biriyle aynı uyku tulumuna ikiniz de çıplakken girmekle bir sorunun yok mu?" diye sordu.

"Sensen sorun değil."

"İyi de daha yeni tanıştık! Bekle, şu kampçı arkadaşın ne tür olduğunu bilmediğin sütlü kahveyi yapanla aynı kişi mi?"

"Hayır, değil. Kesinlikle bugün tanıştığım acayip ilginç kişi dışındaki tek arkadaşım kahve delisi, II. Dünya Savaşı fanatiği, kamp yapmayı seven, ve bir gün temelde yöresizlere hizmet veren butik bir kafe açma hayali olan sarışın bir kız değil."

"Bu çok şüpheliydi!"

"Hayır, değil. Kesinlikle değil. Başka arkadaşlarım da var, evet, var. Neden inanmıyorsun ya!"

"Kalan azıcık inancımı da az önce parçaladın! TV Tropes'ta buna ne deniyor, biliyor musun?"

"TV ne?"

"Suspiciously specific denial!"

"İngilizce bildiğim için şanslısın."

"Herkes İngilizce bilir! Başka ne gibi şaşırtıcı özelliklerin var, çağımızın genel 2. yabancı dili olan Japonca mı?"

"Evet, Japonca da biliyorum."

"İnanılmaz şaşırdım cidden!"

"Alaycılığını biraz azalt."

"Üzgünüm, idealizme karşı kinizmin kayan ölçeğinin kinik tarafındayım. İlgi çekici olduğumu düşünüyorsan katlanmalısın."

"Eee, kahvaltıda ne yiyeceğiz?"

"Balık. Hangi balık olduğunu bilmediğimden pişirme tekniğine tuttuktan sonra karar vereceğim. Tam da oltamın ipinin gevşediği..."

"Bende var." Güneş, çantasından teleskopik kamışları birleştirmek için kullanılan iplerden çıkardı.

"..."

"Ne? Niye öyle bakıyorsun ya?"

"Kim yanında bu şeylerden taşır ki? Aslında, olta tamir etmesi gerekmeyen herhangi biri bunun nerede satıldığını bile bilmez."

"Şey, tanıdığım bir sarışının olta koleksiyonu yapacak kadar balıkçılığa ilgi duyduğunu ve babasının balıkçılık ürünleri satan bir dükkanı olduğunu söylememiştim sanırım."

"Neden durduk yere ekleme yapıyorsun!"

"Neye?"

"Aynı kişiden bahsettiğini hepimiz biliyoruz!"

"Hepimiz derken? Bütün orman mı?"

"..."

Uzunca bir tartışma sürecinin ardından Deniz, sırt sırta olmaları ve soyunurken birbirlerini izlememeleri kaydıyla aynı tulumda uyumayı kabul etti. Zaten bu şartlar altında başka pek bir seçenek de yoktu. Güneş, hafif kıpırdanıp "Tamamen çıplak olacağını sanıyordum." dedi.

"!.."

"Ne? Ne var?"

"Lütfen sus."

"İç çamaşırın var."

"Sence bunu bilmiyor olabilir miyim! Yeni tanıştığın güzel bir kızla aynı uyku tulumuna yarı çıplak girmenin ne kadar utandırıcı olduğunun farkında mısın!"

Deniz görmedi ama bir süreliğine Güneş'in kızıl olan tek kısmı saçları değildi. Ayrıca Deniz uyuduktan bir sonra bir süre daha uyanık kaldı, ki bunu planlamıyordu.

Diğer bölümler için

Yöresiz - 2. Bölüm: TANIŞMA

Deniz, güneşin batmasına yaklaşık bir saat kala asıl hedefine, teknik olarak bir karma orman olsa da çam -daha spesifik olmak gerekirse kızılçam- ağırlıklı olan o yere ulaştı. Gidonu kırıp ormanın içinde ilerledi, motorunun canının istediği parçalarla elde birleştirilmiş olup tekerlerinin araziye uygun olmasına şükretti, akan dere sesini duyana kadar durmadı. Dereyi görebilecek mesafeye geldiğinde motoru bıraktı, revolverini alıp çantasını motora, motoru da oradaki bir kavak ağacına bağladı, kısa bir keşfe çıktı. Sonra döndü, dereye rahatlıkla ulaşabileceği ama su içmeye gelen hayvanlarla yüzgöz olmayacağı bir alanda çadırını kurdu. Bunu yapabilecek üç yer tespit etmişti ama ilki ciğerotlarıyla kaplıydı, bu da nemli toprak olduğu anlamına geliyordu, dört mevsimlik bir çadır kullansa da bu, alamayacağı bir riskti, ikincisiyse taşlıktı ve işte şimdi üçüncü yerdeydi, birkaç ufak otun olduğu, büyük oranda açıklık bir yer. Çadırını kurdu, taşlarla yer belirleyip kamp ateşini yaktı, yanındaki suyu harcamak yerine dereden su almak için çantasını karıştırıp arıtıcı tabletleri aradı... ve bulamadı. Daha doğrusu sadece bir tane kaldığını ve onun da ezilip bir kısmını kaybetmiş olduğunu gördü. Benzincide bunu da kontrol etmemiş olduğu için kendisine küfürler yağdırdı, ardından benzinlikten aldığı sulardan birinin boş şişesini çıkardı, altını delip içine kömür -kısa süre önce yakmış olduğu kamp ateşinden alınmış odun kömürü- koydu, dereye gidip su aldı ve kömürden geçmiş olan suyu kamp çaydanlığına boşalttı, dere kenarında biraz su nanesi bulup onlardan da toplayıp suya attı ve dönüp suyu kaynattı. Bu sıcakta kaynar nane çayı içmeye niyetli olmadığından soğumasını bekleyecekti; ama nane çayını su yerine kullanarak bardak eriştelerden birini yaptı. İçine paket içeriğindeki aroma tozu dışında bir şey koymak için etrafına bakındı ama pek bir şey bulamadı, yarın avlanması gerektiğine karar verdi. Karnını doyurduktan ve yeterince dinlendikten sonra -ki "yeterince dinlenmek" biraz kestirmeyi de içeriyordu- teleskopik kamışın ipini kontrol etti. İpi komple değiştirse garanti olurdu ama uzun sürerdi, şimdilik elektrik bandı veya başka iplerle onarsa yöresiz lisansını yeniletirken -ki yakın zamanda yeniletmesi gerekiyordu- sorun olurdu. Tam da bu düşünceler içindeyken yaklaşan bir ses duydu, hafif bir adım sesi ve toprağa bir şey batıp çıkıyormuş gibi bir ses. İçgüdüsel olarak revolverine uzanıp emniyet mandalını açtı, sesin geldiği yöne doğrulttu ve eliyle tetiği yokladı. Sonra da sesin geldiği yöndeki ağaçların, çalıların arasından bir kız çıktı. Her yönüyle "tehlikesiz" göründüğü için Deniz gardını indirip revolverin emniyet mandalını da kapattıktan sonra ormanın derinliklerinde tek başına, bu kadar az tehditkar görünen bir kızın başlı başına bir korku filmi olduğunu düşündü. Kız, Deniz'le aynı yaşlarda gibi duruyordu, o mesafeden tam olarak tespit etmesi zor olsa da boyu azıcık daha kısa ama hemen hemen aynı gibiydi, uzun, parlak kızıl saçları ve yine parıldayan, ela gözleri vardı. Elindeki baton, ne yaptığını bildiğini gösteriyor gibiydi ama Deniz gerçekten ne yaptığını bilen birinin botlar haricinde gerçekten bu önündeki kimse gibi giyinip giyinmeyeceğini merak etti, ayrıca renkli ve süslü ama şüphesiz dağcılık için üretilmiş olan botları sırf kombinine uysun diye mi yoksa ormanlarda onlarla gezinmek avantajlı olduğu için mi giydiği de belirsizdi. Kız, tepeden tırnağa şöyle giyinmişti: Aslında göbeğinin açık olması için üretilmiş ama kız birkaç beden büyüğünü tercih ettiğinden herhangi bir yerini -zıplamak gibi aktiviteler haricinde- açıkta bırakmayan kısa kollu, saykodelik desenli bir tişört, siyah ekose Harajuku etek ve parlak yeşil, üstünde renkli benekler ve çizgiler olup bağcıklarına -muhtemelen bizzat sahibi tarafından- kuş tüyü küpeler takılmış dağcı botları. Kızın sağ ayağında eteğiyle dizinin neredeyse tam ortasına denk gelen bir beyaz çorap, sol ayağındaysa neredeyse dizine dek çıkan bir başka beyaz çorap vardı. Elindeki baton dışında belinde heybeyle bel çantası karışımı bir şey vardı, Deniz içinde neler olduğunu merak etti. Kızıl kız, çizmelere takılmış tüy küpeler dışında da birçok aksesuar taşıyordu: Sağ elinde gümüş bir şahmeran vardı, boynunda basit, yıldız uçlu bir kolye ve inci gerdanlık, kulaklarında çiçek şekilli pırlanta küpeler ve sol bileğinde de birkaç bileklik, içlerinden biri ince bir örgü deri bileklikti ve bir diğeri de paraşüt ipinden yapılmış bir hayatta kalma bilekliğiydi. Deniz, bu kızın gerçekten işi bilip bilmediği konusundan asla emin olamıyordu. Sonunda, kız "Buralarda insan görmeyi beklemiyordum..." dediğinde, hiç olmazsa tamamen cahil olmayıp ne yaptığını kısmen de olsa bildiğine karar verdi. "Evet, ben de." diye yanıtladı.

Diğer bölümler için

23 Eylül 2023 Cumartesi

Yöresiz - 1. Bölüm: Malzeme Kontrolü

Bu dünyada “yöresizler” denen insanlar var. Kalplerinin götürdüğü yollardan başka yurtları, fizik kanunlarından başka prangaları, bedenlerinin kendisinden başka aidiyetleri olmayan insanlar. Canlarının istediğini yapar, canlarının istediği yere gider ve çoğunlukla ne bulabilirlerse onu yerler.

İşte onlardan biri, Deniz, bir yanında ağaçlar, diğer yanındaysa başka bir yol olan bir yolda bir motorun üstünde, sırtında koca bir çantayla ilerliyordu. Nihayet yolun kenarında bulmayı istediği şeyi gördü ve oraya, benzinliğe girdi. İndi, motoru şarja taktı, insanlar fosil yakıt kullanmayı birkaç yüzyıl önce çoktan bırakmışken bu yerlere neden hâlâ "benzin istasyonu" veya kısaca "benzinlik" dendiğini düşündü, çantasını motorun yanına bırakıp tuvalete gitti. Döndü ve üstü sevimli karakterlerin çıkartmalarıyla, püsküller ve boncuklar gibi şeylerle süslü, temelde yeşile boyalı motor şarj olurken çantasını kontrol etmek için üstündeki çadırı ve çadıra bağladığı diğer kamp malzemelerini -uyku tulumunu, matı ve çadır altlığını- yere indirdi. Önce kaskını çıkararak güneşten solmuş siyah saçlarını, ardından deniz gözlüğünü çıkararak koyu kahverengi gözlerini ortaya çıkardı. Üstündeki ince ama içi tüylü, kırçıllı gri kabanı çıkarıp yaklaşık yetmiş litrelik, mavi, üstünde birkaç çıkartma ve incik boncuk olan kamp çantasının üstüne koydu, uzun kollu tişörtünü ve hâkî kargo pantolonunu silkeledi, alt kısmı daha rahat olması için bir spor ayakkabıyla değiştirilmiş olan binici çizmeleri ile parmaksız deri eldivenlerini kontrol etti. Çantayı açtı, bir gözlük kabı çıkarıp kemik çerçeveli bir gözlüğü gözüne geçirdi, vakumlu hurç içindeki yedek kıyafetlerini kontrol etti, sonra bu sıcak Ağustos gününde termosunda kalan son suyu da içti. Fazlasıyla ısınmıştı ama eğer termosta olmasaydı tamamen içilemeyecek hâlde olurdu. Bir süre bekleyip güneşin tadını çıkardı, ardından çantayı kontrol edip benzin istasyonunun marketine gidip erzak aldı: Bardakta kıvırcık erişte, soğuk su, protein bar ve tuz. Ayrıca üç çakmağından ikisindeki gazı da yeniledi, üçüncüyü daha kullanmadığı için yenilemesine gerek yoktu. Küçük paketler içindeki baharatlara ve daha büyük paketler içindeki bitki çaylarına baktı ama çok da ilgisini çeken bir şey bulamadı. Burası belli ki yöresizler yerine yakınlardaki bir yerleşim yeri içindi, bu yüzden "kamp yemeği" olabilecek veya yapmakta kullanılabilecek ürünlerin sayısı ve çeşidi sınırlıydı. Telefonundan haritayı kontrol etti ve ikisi de buraya pek de yakın olmayan iki yerleşim yerinden hangisinin bu benzinliğin asıl hedef kitlesi olmaya anlamaya çalıştı. Sonra vazgeçti, gidip motorun şarj olduğunu teyit etti, bunun ardından da çantasından bir örtü çıkarıp çeşitli şeyleri dizerek rutin kontrollerini yaptı. Sedef kakmalı kırmalı piştovu kontrol edip her ihtimale karşı içini temizledi, mermilerin yeterli sayıda ve uygun yerde olduğunu teyit etti, sekiz hazneli, ahşap kabzasındaki süslü bir kaligrafiyle yazılmış "DENİZ" yazısı dışında gayet sıradan olan revolverin içinde kalan yedi mermiyi boşaltıp sekiz hazneyi de tekrar doldurdu, kurşunların sayısını kontrol edip yöresiz lisansıyla tekrar markete giderek takviye yaptı, iki kamp bıçağından her zaman kullandığı, oyma ahşap kabzalının her zamanki gibi toprakla kaplı olduğunu görüp sildi ve hem onu hem de yedeği olan siyah namlulu, turuncu kauçuk kabzalıyı karanfil yağıyla yağlayıp tekrar sildi, kısa, biyokompozit, huş ağacından ve manda boynuzundan yapılıp sazan hava kesesi ile yapıştırılmış olan tezhipli süvari yayını kurdu, birkaç kez boşa çekerek sıkıntı olmadığını teyit etti, beyaz yelekli, sedir şaftlı talim oklarından birinin şaftının çentilmiş olduğunu fark edip ayırdı, horoz tüyleri kartal tüyü görünümünde olan av-savaş oklarından ise birinin benzer bir durumda olduğunu fark edip pilot kalemle üstünde KIRILACAK yazdı ama sonra diğerlerinin arasına geri koydu, sadağını, tirkeşini ve kolçaklarını da kontrol edip yerlerine geri koydu, pilot kaleminin bitti bitecek olduğunu fark ettiğinden mürekkep doldurdu, bu esnada mürekkebinin de hemen hemen bitmiş olduğunu fark etti ama markette mürekkep görmemişti, o yüzden onun yerine yedek bir pilot kalem aldı, defterinin ve "mutfak seti"nin iyi durumda olduğunu teyit etti, teleskopik kamıştan yapıp hem olta hem de mızrak olarak kullandığı aletin iplerini kontrol edip değiştirmesi gerektiğini defterine not etti, urgan ile ince ipler biraz azalmıştı ama hâlâ yeterli sayıdaydı, bu yüzden onları şimdilik görmezden geldi, el fenerinin ve kamp fenerinin çalışıp çalışmadığını kontrol edip her ihtimale karşı iki paket pil aldı, sağlık kitinin ve kişisel hijyen ürünlerinin de iyi durumda ve yeterli olduğunu teyit edip başka bir şeyler olup olmadığını düşündü ve sonunda olmadığına karar verip her şeyi çantaya geri yerleştirdi, kabanını giydi ve motora atlayıp tekrar yola koyuldu. Gün batmadan kalacağı yere, yakınlardaki bir ormana ulaşmak istiyordu, özellikle de mızrak-olta karışımı şeyinin ipini yenilemek için.

Diğer bölümler için

22 Eylül 2023 Cuma

Yöresiz - Önsöz

𐰘𐰇𐰼𐰾𐰔 ᠶᠥᠷᠡᠰᠢᡁ يوره ؜سز YÖRESİZ

ÖNSÖZ

Şimdi, öncelikle ben bunu niye yazıyorum, neden yazıyorum? İlk sebep tabii canımın istemesi ama şu an yazdığım şey (adını vermemde sakınca olmayacaktır herhalde, özellikle de adından hikayeyi çıkarmak zor olduğu için: Bıçağın Sırtındaki Işıltı) beni biraz zorluyor. Belli bir konsepti, sıralamayı sürdürmeye çalışıyorum ve bu konuda gerçekten iyi değilim, aklıma ne o an olduğum kısım ne de ilerisi hakkında yeterince iyi fikirler geliyor. Ben de zorlamak, kendi yazın ve sanat anlayışımı "boğmak" yerine bir "kafa dağıtıcı"ya başvurmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Bir kafa dağıtıcıya başvurmamın iyi bir fikir olduğunu düşünme sebeplerimin en önemlilerinden biri şu: Yayımlanan ilk (aslında, an itibariyle tek) kitabım olan ve henüz yeniletmeyi başaramamış olsam da bana yepyeni bir dünyanın, bir tür külliyatın kapılarını açan şey Ejderin Mührü idi ve Ejderin Mührü de blogda kafa dağıtmak için başladığım (sonra da hikayeye iyice bağlanıp bölüm atmadığım gün ufak çaplı krizlere girdiğim), o zamanlardaki adı Ejderha ve Mühür olan bir netromdu (web novel). Bir başka sebep, Bıçağın Sırtındaki Işıltı'da ilerlemeye çalıştıkça aklıma çok daha farklı yerlerde çok daha farklı fikirler geliyor. Ben de kendimi kalıplara hapsetmek yerine sadece canımın istediğini yapacağım; çünkü sanatın doğasının bu olduğuna inanıyorum: "Yapmak istediklerini yap."

Ha, ayrıca Ejderin Mührü'nde başlayan ve artık kalıplaşmış hâle getirdiğim (keşke yayımlatmayı da kalıplaşmış hâle getirsem ama daha Ejderin Mührü'nün "düzeltilmiş ve yenilenmiş" versiyonu bile sadece benim aklımda ve bilgisayarımda duruyor) "yeni kelimeler sözlüğü" var; onları dipnot olarak uygulayamayacağımdan yazı dilinin kurallarını biraz esneterek parantez içine alacağım. Belki her bölümün sonuna bir "yeni kelimeler sözlüğü" koyarım, belki ilk bölümden sonra ve ona yeni bir şey ekledikten sonra birkaç tekrarla bölüm gibi yayınlarım, belki bu işten kısmen veya tamamen, şimdilik veya sonsuza dek vazgeçerim... Hayat benim için sonsuz bir belirsizlik ve bilinmezlik yığını, yazmak da öyle, zaten o yüzden Bıçağın Sırtındaki Işıltı gibi belli bir temayı ve sıralamayı takip etmeye kendimi zorladığım şeylerden bazen bir süre uzaklaşmam gerekiyor. En kötü durumda tamamen yazmaktan bir süre uzaklaşmam bile gerekebiliyor, ki Sait Faik'e benzer biçimde "delirmemek için yazdığım", yazmanın benim için Maslow hiyerarşisinin birinci kademesinde yer aldığı düşünüldüğünde bunun zaten pek bir şeye benzemeyen hayatımı iyice mahvettiğini anlayabilirsiniz. Basmakalıp "bohem sanatçı" klişesi aslında şikayetçi olmadığım, hatta fırsatım olsa tam olarak öyle yaşayacağım bir şey. Gerçi çoğu "hem gerçek hem ünlü (Ünlü sanatçıların hepsi gerçek sanatçı olmadığı gibi gerçek sanatçı olmak ünlü olmayı garantilemiyor, aksine çoğu durumda ihtimali daha da azaltıyor. Evet, ana akım düşmanıyım, nereden bildiniz?)" sanatçının öyle yaşamadığını -en azından tam olarak o kadar basmakalıp ve klişe bir hayat sürmediğini- düşünüyorum ama eğer para kazanmak gibi şeylerle uğraşmam gerekmeseydi (veya o hayat tarzıyla yürütebileceğim bir işim olsaydı -ki gerçekten öyle işler var, önemli bir kısmı bir şekilde gerçekten de sanatla alakalı olan ve toplum tarafından çoğu "iş" olarak görülmeyen işler ama toplumun düşüncelerini ve hassasiyetlerini umursamayı bırakalı çok oldu, sadece canımın istediğini yapacağım; çünkü Fi dom bir kaotik nötralım-) muhtemelen tam olarak öyle yaşardım.

Bu arada bu roman, hikaye, novella, ranobe ya da işin sonunda (yani bir netrom (web novel) olmaktan çıktıktan sonra) artık her ne olacaksa (çünkü malum, ne kadar ilerleyeceğimi, hikayenin nereye varacağını ve başka hemen hemen hiçbir şeyi tasarlamadım, tasarlasam bunu muhtemelen blogda yazmazdım; gerçi epizodik şeyler için blog benim açımdan daha iyi oluyor, Bıçağın Sırtındaki Işıltı'yı bloğa taşımayı bile düşündüm, düşünün yani) Ejderha ve Mühür gibi yarısı blogda, yarısı matbu olmayacak. Gayet de blogda tamamlamayı düşünüyorum. Matbu versiyona çevirdikten sonra belki blogdan kaldırırım, Ejderha ve Mühür'ü kaldırmama sebebim onun yarım olması ama bu tamamlanacak. "Romanlaştırma" aşamasında illaki hikayede, karakterlerde, olay sıralamasında vs. değişiklikler olacak ama bunların gerçekten iki farklı versiyona ihtiyaç duyan değişiklikler olup olmadığından hiçbir şekilde emin değilim. Neyse, onları o zaman gelince düşünürüz, özellikle de daha Ejderin Mührü'nün "yenilenmiş ve düzeltilmiş" 2. sürümünü bile yayımlatamadığımı düşünürsek bunları düşünmek için şu an erkenin de erkeni. Ha bir de eğer matbu versiyon olursa önsöze bu önsözü direkt alıntı biçiminde ekleyeceğim ama muhtemelen önüne veya arkasına "blog versiyonundaki önsöz şöyleydi" gibi bir şey ve ardına romanlaştırmayla ilgili şeylerden söz eden birkaç bir şey daha eklerim. Belki de eklemem, dediğim gibi hayatımı bulanık bir suyun içinde yaşıyorum. Buna alıştım, hep böyleydi. Benim için hayatta belirli olan tek şey belirsizlik. Evet, bu kadar kişisel bilgi yeter. Sırf bu yazıyı bloğa yazdığım için normalde bir önsözde vermeyeceğim kadar şahsi ayrıntı verdim, hatta daha da vermeye niyetliydim*. Neyse ki fark ettim de kendimi durdurdum.

*Çünkü blog benim kişisel iç dökme aracım, bir nevi "halka açık günlük" gibi kullanıyorum. Bu nedenle kişisel hayatımda verdiğimden bile fazla şahsi bilgiyi blogda ortalığa saçmaya meyilliyim; ama bu kısmı da -eğer var olursa- matbu versiyona koyacağımdan bu durum hiç de iyi değil. Önsözlerde, sonsözlerde olan ben... Onlar benim yazar kimliğim, kişiliğimin ve varlığımın sadece bir parçası; ama blogda birden fazla parçayı aynı anda, yerinin gelmesine ve canımın istemesine göre kullanıyorum, bunlardan en az kullandığım -hatta bu tür, blogda hikaye yayınlama falan işlerinin veya kitap tanıtımıdır, yayınevlerinin saçmalıklarından bahsetmektir gibi şeylerin dışında neredeyse hiç kullanmadığım- parçalarımdan biri de o, "Erdem Ö. Hayalî". Blogda ben "sadece Erdem"im (evet, Ejderin Mührü göndermesi); ama kitaplardaki önsözlerde, sonsözlerde, sözlüklerde vs. Erdem Ö. Hayalî'yim. İkisi de benim bir yanım, bir parçam; ama birbirlerinden çok farklılar. Örneğin bu "yıldızlı paragraf" bile eğer bunu blogda yayınlamayıp her zamanki gibi MS Word kullansaydım muhtemelen hiç var olmayacaktı -gerçi kağıt kalem kullansaydım muhtemelen yine olurdu.

Başka bir konu, hikayenin adı hakkında bir fikrim yok. İçeriğini biliyorum ama... "Yöresiz" konsept açısından çok uygun ve hem MS Word hem de Blogger bu kelimeyi tanısa da TDK, yerel ağızlar sözlüğü de dahil olmak üzere herhangi bir sözlükte listelemiyor -ki ben de zaten bu kelimeyi kitabın içinde evren-içi bir terim olarak kullanacağımdan, hatta MS Word ile Blogger "tamam, ben biliyorum bu kelimeyi" diyene kadar kendim uydurduğumu sandığımdan bu durum işime geliyor- ama fazla mı basit ki diye düşünüyorum... Başka bir konu, karaktere uygun olan Yüreğin Yolu falan gibi bir ad ama hem yanıltıcı (romantik dram adına benziyor ama yazmaya niyetli olduğum şeyin romantik dramla alakası yok) hem de sırf kafa dağıtmak için yazacağım bir hikaye için fazla "ağır" bir ad. "Gezgin" gibi bir şey de olabilir ama... Yöresiz iyi sanırım ya. Hoşuma gitmezse matbu versiyonda değiştiririm (blog versiyonunda, muhtemelen değiştirdiğimi belirten bir açıklama yayınlayacak ama bölüm adlarına ve etiketlere dokunmayacağım).

Diğer bölümler için

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎

14 Eylül 2023 Perşembe

Öyle Genel Yazı (Şaşırdınız, Değil mi? Evet, "Durum Raporu" Değil. Kazandım Ulan, Ben Yendim İşte!) - İnternet, İşler, Hayat Sorgulaması Falan...

Teknoloji çok hızlı gelişip değişiyor. Yok hayır yani 25 yaşındaki benim internet hakkında nostalji yapmam normal bir durum değil. Bak mesela eskiden internet uçsuz bucaksız bir deryaydı, SEO veya kişiye yönelik içerik gibi şeyler daha icat edilmemişti. Alakasız yerlerden saçma sapan sitelere varabilirdin, bu yönüyle keşif hissini körüklerdi. Şimdi internet yankı odasına dönüştü; daha önce aramadığın bir şey aratsan bile sadece onunla bir şekilde alakalı veya daha önce hakkında aradığın, ilgilendiğin şeylere denk gelebiliyorsun. "İnternette sörf yapmak" diye bir tabir yok artık, Arif'in Manchester'a attığı golü ararken denk gelinen videolar da... Çünkü kaydırma yapa yapa, linklerde ilerleye ilerleye o kadar da alakasız şeylere denk gelemiyorsun. Tabii bir de bizim neslin ülkede "internetle birlikte büyümüş" olması da etkili. Yani şöyle: Biz küçükken Türk interneti (O ne be!) de küçüktü, Oyunlar1 vardı, Adobe Flash Player hâlâ kraldı, daha linkler kurbağa olmamıştı (ImageShack, sana da ayrı laflar hazırladım şerefsiz), bazı forumlar ve Ekşi Sözlük vardı, Hotmail vardı lan Hotmail... Facebook yokken -en azından TR'de yokken- bilgisayar kullanıp internete girmeye başladık, Face'in sosyal medya kavramını sonsuza kadar değiştirdiği süreci yaşadık... Bak bu kadar çok değişimin 25 yılda olması dünya tarihinde daha önce nadiren görüldü, onu diyorum. Algida Max 1 TL mi 50 kuruş mu neydi lan bizim zamanımızda, Algida'nın gökkuşağı diye bir dondurması vardı (gerçi hâlâ var ama adı aynı mı bilmiyorum), o 25 kuruştu. Sudan ucuz. Gerçekten ucuz, su 50 kuruş-1 TL bandında değişiyordu çünkü. Ulan ben internetten bahsediyordum, konu ekonomiye ne ara geldi? Hah neyse, ben o eski, kaotik ama özgür interneti, forum kültürünü, Grafi2000'i (Kral Şakir saçmalığıyla uğraşan "Grafi Kohen" değil, Noel Dayı gibi efsanelere imza atmış, Koca Kafalar Baba Haber Bülteni ile komedi düşmanı Kanal D'yi [önceki yazılara referans] kasıp kavurmuş gerçek Grafi2000), Oyunlar1'i falan özlüyorum ya. İnternet eskiden özgürlüktü, anonimlikti, kaos hâkimdi ama hiç aklında olmayan, varlığını bile bilmediğin şeyleri keşfetmene olanak sağlıyordu. Şimdi sadece daha önce ilgini çekmiş olan şeylerle bir alakası olan şeyler karşına çıkıyor... En kral Youtuberların Orkun Işıtmak, Ruhi Çenet ve Enes Batur olduğu, Han Kanal ekibinin daha dağılmadığı, TTO-Ahmet Aga dramasının henüz yaşanmadığı, günümüz YT'sini kasıp kavuran Noluyo Ya, CharmQuell gibi kanalların var bile olmadığı, Twitch'in icat edilmemiş olduğu zamanlar... Şimdi diyeceksin ki "Bütün bunlar nereden aklına geldi, ne oldu şimdi de bu olayı bu kadar içselleştirdin, ne bu melankoli, ne bu nostalji hissi?" İşte hayatımı düşünüp hayıflanır, bir çıkar yol bulmaya çalışırken* bir yandan internetle ilgili birtakım işler yapmayı düşündüm (tabii ki henüz uygulamaya geçmeden ayrıntı vermeyeceğim), bir yandan da "göz önünde olmak" istemediğimi... Evet bak, "halkın önüne sunulan başkişi" olmak pek benlik değil. Ben fikir adamıyım, arka planda çalışırım, işleri planlar, düzenler, ön taraftakilerle iyi anlaşıp onları yönlendirir ve projenin dümenini tutarım, kimse adımı bilmez -adımı, varlığımı, görünüşümü bilseler de projedeki yerimi anlatılmadıkça, ilgili "raporları" okumadıkça bilmezler- ama "proje" hakkındaki övdükleri şeyler çoğunlukla zihnimin eseridir. Ben böyle biri olmaya uygunum, arka plandaki "asıl adam" olmaya. Hem kişilik olarak çekingen olup hem de hayatımın bir dönemini hikikomoriden hallice geçirerek doğuştan gelen sosyofobisi katlanarak artmış biri olarak olmak istediğim şey spot ışığının altındaki yıldız değil, o yıldızı parlatan ama kimsenin varlığından haberdar olmadığı kişi. Sorun şu ki etrafımda ailem dışında kimse yok ve onların da umursaması veya benzeri şeyler için uğraşacak kadar tahammülüm yok, dolayısıyla ne yapıyorsam kendi başımayım. En azından başlangıçta. O yüzden ben de düşündüm işte, dedim ki "Hâlâ internette sörf yaparak Hintçe sitelere denk gelebildiğimiz bir internet olsaydı birileriyle tanışıp işlere girişebilir miydik?" Gerçi çekingenliğim internette de devam ediyor. Facebook'tan** kimseye mesaj falan atamıyorum (kısıt yemedim, sadece cesaretim yok), gerçi mesaj atma isteğim hep de yalnızlıktan kafayı kırıp postlarını beğendiğim (beğenmek burada "like tuşuna basmak" anlamında değil) hatunlara "Benimle evlenir misin?" falan gibi mesajlar atma isteği şeklinde tezahür ettiğinden cesaret edememem aslında daha iyi oluyor. Öyle işte ya... Yazının bir yere varmasını, tamamlanmasını falan beklediyseniz çok yanlış gelmişsiniz... Havalar soğuyor ya, onun ve Şelale Projesi'ndeki çıkmazın (o çıkmaz tabii ki bu tarih civarında önemli yer kaplıyor, yayımlatırsam zaten anlarsınız) falan da etkisi var. Bir de bir deneme yaptım, sonucu olumlu, başka bir şeyin daha sonucunu bekliyorum, ona göre kalan şeyleri halledeceğim. Arada da düşünüyorum işte böyle, ne yapayım...

*Çok güzel kısır döngü tarifim var bu arada. Hatta dur anlatayım: Şimdi benim hayatta önüme bakıp kendime bir yol çizebilmek için bu siktiğimin aile evinden ayrılıp bir süre, kalıcı olma ihtimalimin de olduğu, yani tamamen kendi krallığım olacak kendi evimde kendi başıma tefekküre ayrılmam gerekiyor... ama aile evinden ayrılabilmek için de bir şeyler yapıp kendimi kanıtlamam gerekiyor. Onun sebebi ne? Ekonomi amk ekonomi, bu ekonomide kiraya çıkmak kaç para haberin var mı? Yani ben bu kira, fatura gibi şeylerin -en azından bir kısmını- ödeyebileceğimi kanıtlamadan veya şehir dışında yüksek lisans, şehir dışında işe başlamak falan gibi gerçek bir mazeret bulmadan bu amk evinden ayrılamam. E ama o konuyu düşünüp karar vermek ve işe başlayıp akmasa da damlayacak bir şeyler yapabilmek için de bu evden ayrılmam gerekiyor ki okuduğu şeytan çağırma duasının ezan olduğunu iddia eden müezzinden (Gerçi ülkenin her yerindeki müezzinler artık böyle, neyse...) ve dram bağımlısı medyanın saçmalıklarından uzak kalabileyim, kendimi bunlardan korumaktan başka şeyler de düşünebileyim. Şelale projesinden umutluyum gerçi, o olursa düşünmek için vaktim ve bu düşünceleri eyleme dökme fırsatım olacağını varsayıyorum.

**Evet, hâlâ Feys kullanıyorum ve kapalı gruplar var oldukça bu inadımdan vazgeçmeyeceğim. Onedio ve Twitter kullanıcıları Twitter'ı "mizahın beşiği" sanmaya devam etsin, Twitter'ın iğrenç ve klasikleşmiş "normie" mizahı dışındaki mizah hep Facebook'ta bizim kapalı gruplarda milyon kere kullanıp da çöpe attığımız şeyler oluyor. Biri bulup Twitter'da gündem ediyor, o yüzden biz de şaşırıp "La biz bu konuyu konuşmuştuk, şimdi niye yeniden gündem oldu?" falan diyoruz. Biz Facebook olarak gecenin dördü beşiyiz, kara mizahın daha da karanlık noktalarına sapmanın eşiğindeyiz. Türk Facebook'u -Mark denen o kertenkelenin (Buradaki espriyi fark eden oldu mu? Olduysa aferin. Ne var kardeşim, bir espriyi anladı diye çatal bıçak takımı mı hediye edelim? Aaaa...) A diyene ihlal atmasına rağmen- yerli ve milli 4chan gibi bir şeye dönüşmüş durumda. Hayır, İnci asla muadil olmadı, özellikle "karanlık" noktalarda benzerliklere sahipti ama İnci Sözlük tamamen kendine özgüydü. Ha önce Ekşi'nin daha "azıcık daha kaotik, bir tık 'varoş'" versiyonuna dönüştü, şimdilerde de esamesi okunmuyor ama olsun... Ben Ekşi'deki Yaran İnci Sözlük Entry'leri başlığındaki girilerin yazıldığı, tam anlamıyla kaosun hâkimiyetindeki İnci'yi -ergenliğimi sikip atmış olmasına karşın- iyi anıyorum.

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎