İnternetim hâlâ yok (bu sefer tamamen yok, bağlantı bile gözükmüyor; bunu da hotspottan yazıyorum) ama hırsımı kaybetmek üzereyken karamsarlığım geçti. Bir süre mecburi olarak ev dışında olmak iyi gelmiş olsa gerek. Lamel parçalardan deri zırh yapıyorum, ön kısmını tamamlamıştım zaten; arka kısmına başladım, o da iyi gelmiş olabilir.
Elde kılıç çevrilen bir hareket vardır, gerçi bu anlatımla biliyorsanız da anlamazsınız ya. Video falan bulabiliyorsam bir bakayım. Gerçi "elde kılıç çevirme" deyince Google efendiye yeterince sonuç çıkıyor, neden bahsettiğimi anlamadıysanız arayıverin. O hareketi yapmak istiyorum ama kolumu keserim diye korkuyorum; katana saplı şemsiyeyi kullanarak birkaç deneme yaptım da yapabiliyorum. Gerçi sonrasında elimden kaçırıyorum kılıcı genelde ama o ayrı bir konu.
Aklıma yazacak başka bir şey gelmediği için, bu yazı ben tatmin olana kadar bekleyecek. Artık yarın mı olur, sonraki hafta mı, sonraki ay mı, bilemeyeceğim.
"Kesin kaldım" diye düşündüğüm, maks. 30 alacağımı düşündüğüm bir ders vardı, ucu ucuna da olsa geçer not almışım. İkinci sınava daha iyi çalışacağım o ders için, hayvan gibi çalışacağım ikinci sınava. Öyle böyle değil.
Siyasi görüşüm yok. Daha doğrusu Türkiye'deki herhangi bir siyasi partiyi benimseyemiyorum, hepsi birbirinden beter. Karar vermekte asla iyi olmadım zaten; on dördümle on yedim, on yedimle de şimdiki halim arasında dağlar kadar fark var ama bazı şeyler (mesela kararsızlığım) aynı.
Müslümanım ama mezhebim biraz karışık. Normalde ailem Hanefi (haliyle o şekilde yetiştirildim) ama Sünnilikte Kuran'da açıkça yazan şeyler için bile başka kaynaklara başvuruluyor, Kurancılar da her şeye şirk diyorlar. Şia hakkında da benim bilgim yok. O yüzden de temel olarak Kuran'ı alan ama hadis ve sünneti tamamen reddetmeyen (ama ilk kaynak olarak da almayan), tamamen benden ötürü de hafiften ezoterizme kayan kendime özgü bir mezhebim var.
Bir şeyler almak için yolumu uzatıyorum ama o şeyi almadan dönüyorum. Bir değil, iki değil. Hayır alacaklarımı yazıyorum ama listeye bakmayınca bir işe yaramıyor. Cumaları cumaya gitmek için illaki evden çıkıyorum zaten, hazır çıkmışken alışveriş de yapıyorum. Çünkü zorunlu olmadıkça evden çıkmaya çok üşeniyorum. Neyse, sözün özü yarın cuma (yani bunu yazarken öyle, yayınladığımda hangi gün olur Allah bilir), eğer yine eksik şeyle eve dönersem beyin tomografisi falan çektireceğim, bu böyle olmaz.
Sahte Kahramanlar'da biraz ilerlemeyi başardım, aradaki boşluklardan bazılarını doldurdum nihayet. Kafayı yiyecektim.
Bu arada internet geldi lan, beş gündür mü bir haftadır mı ne yoktu, yeni geldi. Ama burada önemli olan gelmesi değil, nasıl geldiği. Yani tam mı geldi yarım mı? Yarım geldiyse ne yapayım öyle interneti? Gerçi Youtube videosu izleyecek kadar gelse yeterli bana, diziyi animeyi geçtim artık. Yeminle Japonya'dan DVD getirtip kendi altyazımı ekleyesim var, kafayı yedim iyice. Yo', bunu uzun zaman önce yapmıştım. Peynir ve ekmekle... Yanında biraz da ça... Tamam, bu konuyu uzatmayacağım.
Bu arada tam ama ölü gelmiş. İnternetten bahsediyorum. Ayın sonu zaten, o kadarı normal.
Bu arada yazı yeterince uzadı bence. Hâlâ üstte bahsettiğim perşembedeyiz.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
28 Kasım 2019 Perşembe
24 Kasım 2019 Pazar
Sıkıntı
Bütün günü boş geçirmek yorucu bir şey. Kaç gündür ağrımadık kasım, kemiğim kalmadı. Sıkıntıdan karamsarlaşmaya başladım, bu böyle olmaz. Neşemi geri kazanmam lazım, çoğu geçici ya da sahteydi ama yine de ona ihtiyacım var. Hırsımı henüz kaybetmedim ama bu can sıkıntısında daha fazla koruyabilir miyim bilmiyorum.
Sabah kalktım, güneş yoktu.
Olması gerektiği gibi bir güz sabahı:
Bulutlu, kasvetli, yorucu.
Gittim su doldurdum ve yaptım kahvaltımı...
Çok fazla çöp çıkıyor. Daha iki gün önce attım çöpleri, masanın üstü silme çöp dolmuş yine. Bunun müsebbibi ambalajlar mı, ben miyim yoksa hayat mı?
Gün içini bir sürü şeyle dolduruyordum ama artık bir kısmı ortalıkta değil. Kalbimde bir karanlık büyüyor, büyüyor, büyüyor ve ben olumsuzluğu bastırmak için çabalayamayacak kadar çok sıkılıyorum.
Eskiden haftasonunu beklerdim heyecanla, şimdi haftaiçini bekliyorum. Okulda bu sıkıntı, karamsarlık, boşluk hissini bütün o derslerle ve konularla bastırabiliyorum.
Yapacak bir şey bulamayıp boş durdukça insan başka şeyleri de yapmamaya başlıyor. Bulaşık makinesini doldurmam gerek ama sıkılmakla meşgulüm.
Yazıyı bile tamamlayamıyorum.
Modern insanın en büyük sorunu yapması gereken şeylerin boş zamanından fazla, yapabileceği şeylerin ise boş zamanından az olması. İnternet var olmasaydı, internetten bir şeyler izlemeye alışmazdım; sonuç olarak da şu an bu kadar sıkılmazdım.
Yarım kalmış hikayeleri tamamlamak mı,
Yoksa yeni hayatlarda kendini bulmak mı?
Belki tek gereken... Buna bile devam edemiyorum.
Aslında en büyük sıkıntı internet, TV vs. harici yapacak bir şeyimin olmaması. Kedim olsa onla oynarım, kendime ait bahçem olsa gider çapalar, kazar, budar, bir ateşin başında oturup şişe geçirilmiş yemekleri kızartırım, her yerini avcumun içi gibi bildiğim şehir içinde değil de dağ başında olsam gider iki dolaşırım, akvaryumum olsa oturur karşısına izlerim, yosunlarını temizlerim, dekorunu değiştiririm... Ya burada sinir krizi geçirmekle sıkıntıdan bayılmak arasında durup hastalanacağım ya da yirmi tane kitap alacağım. Ondan sonra onların kargolarını beklemek derken Aralık bitecek. Hâlâ Kasım'da olduğumuzu biliyorum bu arada.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.
Sabah kalktım, güneş yoktu.
Olması gerektiği gibi bir güz sabahı:
Bulutlu, kasvetli, yorucu.
Gittim su doldurdum ve yaptım kahvaltımı...
Çok fazla çöp çıkıyor. Daha iki gün önce attım çöpleri, masanın üstü silme çöp dolmuş yine. Bunun müsebbibi ambalajlar mı, ben miyim yoksa hayat mı?
Gün içini bir sürü şeyle dolduruyordum ama artık bir kısmı ortalıkta değil. Kalbimde bir karanlık büyüyor, büyüyor, büyüyor ve ben olumsuzluğu bastırmak için çabalayamayacak kadar çok sıkılıyorum.
Eskiden haftasonunu beklerdim heyecanla, şimdi haftaiçini bekliyorum. Okulda bu sıkıntı, karamsarlık, boşluk hissini bütün o derslerle ve konularla bastırabiliyorum.
Yapacak bir şey bulamayıp boş durdukça insan başka şeyleri de yapmamaya başlıyor. Bulaşık makinesini doldurmam gerek ama sıkılmakla meşgulüm.
Yazıyı bile tamamlayamıyorum.
Modern insanın en büyük sorunu yapması gereken şeylerin boş zamanından fazla, yapabileceği şeylerin ise boş zamanından az olması. İnternet var olmasaydı, internetten bir şeyler izlemeye alışmazdım; sonuç olarak da şu an bu kadar sıkılmazdım.
Yarım kalmış hikayeleri tamamlamak mı,
Yoksa yeni hayatlarda kendini bulmak mı?
Belki tek gereken... Buna bile devam edemiyorum.
Aslında en büyük sıkıntı internet, TV vs. harici yapacak bir şeyimin olmaması. Kedim olsa onla oynarım, kendime ait bahçem olsa gider çapalar, kazar, budar, bir ateşin başında oturup şişe geçirilmiş yemekleri kızartırım, her yerini avcumun içi gibi bildiğim şehir içinde değil de dağ başında olsam gider iki dolaşırım, akvaryumum olsa oturur karşısına izlerim, yosunlarını temizlerim, dekorunu değiştiririm... Ya burada sinir krizi geçirmekle sıkıntıdan bayılmak arasında durup hastalanacağım ya da yirmi tane kitap alacağım. Ondan sonra onların kargolarını beklemek derken Aralık bitecek. Hâlâ Kasım'da olduğumuzu biliyorum bu arada.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.
22 Kasım 2019 Cuma
İnternetsizlik, Kulüpsüz Okçunun Dramı, Mesleki Gaza Gelme ve Diğer Şeyler
İnternet hâlâ iğrenç. Sömestırda DVD'ye Supernatural, birkaç anime ve belki birkaç tane daha dizi çekeceğim, bu iş böyle olmayacak.
Bunun konumuzla ilgisi yok ama sıkıldığım için düşünüyorum. Antik Yunan'da yapacak neredeyse hiçbir şey olmadığı için felsefe gelişti demek ki, ilginç -ama daha önce başkaları tarafından da düşünüldüğüne emin olduğum- bazı fikirler geldi aklıma. Fiziksel bir "Şunu yapalım" fikrinden bahsetmiyorum, hayata dair fikirler. Herkesin hayatla bir mücadelesi var; küçük ya da büyük. Benim küçük bir mücadelem var, bunun farkındayım. Gerçi başkalarının mücadelesini tam olarak anlamam birebir aynı durumda olmadıkça pek mümkün değil. Öte yandan, insan tatminkâr bir varlık değil. En azından çoğu insan tatminkâr değildir, zaten insan tatminkâr bir varlık olsaydı teknoloji bu denli gelişemezdi. Belki öylesi daha iyi olurdu ama konumuz bu değil. Bu tatminkâr olmama doğası, "bunun ne mücadelesi olacak lan?" diye düşündüğümüz kişilerin dahi mücadeleleri olmasına neden oluyor. Boş vermişlik ise bu tatminsizliğe karşı oluşturulan bir duvar -ki dışarıdan boş vermiş olarak görünen çoğu kişi bu imajı kendisi özellikle inşa etmiştir, gerçekle çok da alakası yoktur; en azından ben öyle düşünüyorum.- niteliği taşıyor. Bunun üzerine siz isterseniz daha fazla düşünürsünüz, isterseniz her zamanki saçmalamalarımdan kabul edip geçersiniz ama benim konuşmak istediğim daha farklı konular var. Beyin açısından daha az yorucu ve insanın kalbine saplanan bir bıçak içermeyen konular.
Bu arada saçımı yaktığımdan beri... Buna bundan sonra "saçmalıkları yakmak" diyeceğim, böyle fiziksel bir iş yapmışım gibi duruyor. Oysa orada saçımdan bir tutamı yakmak sadece içimdeki bazı şeylerden kurtuluşumu sembolize eden önemsiz bir olaydı. Neyse, ne diyordum: Saçmalıkları yaktığımdan beri "keşke yarın ölsem" ya da "bir doktora gitsem de üç ay ömrün kaldı dese" olayını aslında istemediğimi fark ettim. Küçük de olsa bir zafer elde etmeden ölmek istemiyorum... Muhtemelen içten içe hiçbir amacıma asla ulaşamayacağımı düşünüyordum, o yüzden de ölmenin en iyisi olacağını düşünüyordum. Artık yaşamak istiyorum, en azından ufak zaferlerden en az birini elde edene kadar. Ama yakın zamanda ölürsem bu işe çok güleceğim. Düşünsenize, ölmek istediğini düşünen biri aslında yaşamak istediğini fark ettikten kısa süre sonra ölüyor. Komik değil mi?
Hadi eğlenceli konulara geçelim. Notlarım genel olarak düşündüğümden daha yüksek, tek bir ders korkutuyor ki o dersten %99,99 kaldım zaten, artık finalde ya da bütte bir şeyler yaparız. Ha geçer not alırsam bir süre ekstra bir manyaklık seviyesine ulaşırım o ayrı.
Bahçeli bir evim olursa bir sürü kedi ve köpeğim olmasını isterdim ama şu an sadece iki kedi ve iki köpek. Sayılarının iki olmasının sebebi birbirlerine arkadaşlık etsinler diye. Fazla kedi ve köpeğe bakan kişileri gördüm, epey zorlanıyorlar; bütün günümü ayırabilecek biri değilim. Onun için fazlasıyla üşengecim. Günün bir kısmını mutlaka boş boş geçirmem gerekir; hem talim de yapmam gerekiyor. Neyin talimini yapıyorsam, yarışmalara katılabiliyorum sanki. İşte kulüpsüz kemankeş olmak böyle bir durum. Buna ek olarak mutlaka akvaryum olacak evimde, ne olursa olsun. Gerekirse eve koltuk almam, en az bir akvaryum kurarım. Koltuk demişken; aslında hayalimdeki evde pek koltuk yok. Sadece bir tane var, o da uzanmak için. Mobilyayı sevmiyorum, yaşam alanını daraltıyor. Öte yandan süslemede sıkıntı yok. Biblolar, saksı bitkileri, heykeller (oha!), tablolar, vazolar olabilir. Bu arada köpek korkum neredeyse tamamen geçti. Gerçi bendeki köpek korkusu değişik bir şekilde tezahür ediyordu; bir şey yapmayacağını bildiğim köpeklerden zaten korkmuyorum. Sokak köpeği de bir süredir etraftaysa, kuyruk sallayarak dolaşıyorsa vs. korkmuyorum. Bir tek ne yapacağını kestiremediğim ya da havlayan köpeklerden korkuyordum zaten, o da geçti sayılır. Bu arada "Havlayan köpek ısırmaz." sözü boş tehdit savuran insanlar için söylenmiştir arkadaşlar, onu gerçek anlamda almayın. Gayet de ısırır havlayan köpek.
Bir de son zamanlarda biraz gaza gelmiş durumdayım. Bu gaza gelme de okulla, meslekle ilgili. Daha önce bahsettiğim iki yıl arayı yarım yıla düşürdüm mesela, sonra direkt bir yer açmaya kasmak yerine önce farklı konseptlerde farklı yerlerde çalışmak istediğimi fark ettim ama şöyle bir sorun var: Soracaklar "son işinizden neden ayrıldınız?" diye, "Kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim." Hö? Ben İK olsam bu cevabı vereni direkt evine yollardım mesela ama onların ne yapacağını bilemiyorum. Farklı konseptlerde farklı yerler dediğim de işte bir kebapçı, bir otel, bir Fransız restoranı, bir Uzakdoğu restoranı (mümkünse Türkiye'deki çakma American Asian restoranlarından değil de "gerçek" Uzakdoğu restoranlarından biri; gerçi onun için de gerçekten Uzakdoğuya gitmek lazım), bir pizzacı, bir mandıra falan. O arada birkaç yılı yiyeceğimi düşünüyorum. Bu arada o gaza gelmeyle fark edememişim ama "Ulan otuz yaşına kadar çalışılır mı?" düşüncem de sekteye uğramış. Kırkımda, ellimde emekli olmaya gayet tamamım şu an. Demek ki insanlar böyle gaza gele gele yetmiş, seksen yaşına kadar çalışıyorlar. Tabii belli emeklilik yaşı olan meslekleri tenzih ediyorum, onlar mecburen çalışıyor o yaşa kadar.
O değil de bir sayfayı yarım saatte, üç kez yenileyerek anca açıyor. Ya kendime bir internet alıp zamanı gelince ona sövmem ve modemi kapatıp açmam ya da telefona sınırsız internet paketi alıp her bilgisayarda hotspot kullanmam gerekiyor. Zaten bu yazıyı hotspotla yazıyorum.
Bunun konumuzla ilgisi yok ama sıkıldığım için düşünüyorum. Antik Yunan'da yapacak neredeyse hiçbir şey olmadığı için felsefe gelişti demek ki, ilginç -ama daha önce başkaları tarafından da düşünüldüğüne emin olduğum- bazı fikirler geldi aklıma. Fiziksel bir "Şunu yapalım" fikrinden bahsetmiyorum, hayata dair fikirler. Herkesin hayatla bir mücadelesi var; küçük ya da büyük. Benim küçük bir mücadelem var, bunun farkındayım. Gerçi başkalarının mücadelesini tam olarak anlamam birebir aynı durumda olmadıkça pek mümkün değil. Öte yandan, insan tatminkâr bir varlık değil. En azından çoğu insan tatminkâr değildir, zaten insan tatminkâr bir varlık olsaydı teknoloji bu denli gelişemezdi. Belki öylesi daha iyi olurdu ama konumuz bu değil. Bu tatminkâr olmama doğası, "bunun ne mücadelesi olacak lan?" diye düşündüğümüz kişilerin dahi mücadeleleri olmasına neden oluyor. Boş vermişlik ise bu tatminsizliğe karşı oluşturulan bir duvar -ki dışarıdan boş vermiş olarak görünen çoğu kişi bu imajı kendisi özellikle inşa etmiştir, gerçekle çok da alakası yoktur; en azından ben öyle düşünüyorum.- niteliği taşıyor. Bunun üzerine siz isterseniz daha fazla düşünürsünüz, isterseniz her zamanki saçmalamalarımdan kabul edip geçersiniz ama benim konuşmak istediğim daha farklı konular var. Beyin açısından daha az yorucu ve insanın kalbine saplanan bir bıçak içermeyen konular.
Bu arada saçımı yaktığımdan beri... Buna bundan sonra "saçmalıkları yakmak" diyeceğim, böyle fiziksel bir iş yapmışım gibi duruyor. Oysa orada saçımdan bir tutamı yakmak sadece içimdeki bazı şeylerden kurtuluşumu sembolize eden önemsiz bir olaydı. Neyse, ne diyordum: Saçmalıkları yaktığımdan beri "keşke yarın ölsem" ya da "bir doktora gitsem de üç ay ömrün kaldı dese" olayını aslında istemediğimi fark ettim. Küçük de olsa bir zafer elde etmeden ölmek istemiyorum... Muhtemelen içten içe hiçbir amacıma asla ulaşamayacağımı düşünüyordum, o yüzden de ölmenin en iyisi olacağını düşünüyordum. Artık yaşamak istiyorum, en azından ufak zaferlerden en az birini elde edene kadar. Ama yakın zamanda ölürsem bu işe çok güleceğim. Düşünsenize, ölmek istediğini düşünen biri aslında yaşamak istediğini fark ettikten kısa süre sonra ölüyor. Komik değil mi?
Hadi eğlenceli konulara geçelim. Notlarım genel olarak düşündüğümden daha yüksek, tek bir ders korkutuyor ki o dersten %99,99 kaldım zaten, artık finalde ya da bütte bir şeyler yaparız. Ha geçer not alırsam bir süre ekstra bir manyaklık seviyesine ulaşırım o ayrı.
Bahçeli bir evim olursa bir sürü kedi ve köpeğim olmasını isterdim ama şu an sadece iki kedi ve iki köpek. Sayılarının iki olmasının sebebi birbirlerine arkadaşlık etsinler diye. Fazla kedi ve köpeğe bakan kişileri gördüm, epey zorlanıyorlar; bütün günümü ayırabilecek biri değilim. Onun için fazlasıyla üşengecim. Günün bir kısmını mutlaka boş boş geçirmem gerekir; hem talim de yapmam gerekiyor. Neyin talimini yapıyorsam, yarışmalara katılabiliyorum sanki. İşte kulüpsüz kemankeş olmak böyle bir durum. Buna ek olarak mutlaka akvaryum olacak evimde, ne olursa olsun. Gerekirse eve koltuk almam, en az bir akvaryum kurarım. Koltuk demişken; aslında hayalimdeki evde pek koltuk yok. Sadece bir tane var, o da uzanmak için. Mobilyayı sevmiyorum, yaşam alanını daraltıyor. Öte yandan süslemede sıkıntı yok. Biblolar, saksı bitkileri, heykeller (oha!), tablolar, vazolar olabilir. Bu arada köpek korkum neredeyse tamamen geçti. Gerçi bendeki köpek korkusu değişik bir şekilde tezahür ediyordu; bir şey yapmayacağını bildiğim köpeklerden zaten korkmuyorum. Sokak köpeği de bir süredir etraftaysa, kuyruk sallayarak dolaşıyorsa vs. korkmuyorum. Bir tek ne yapacağını kestiremediğim ya da havlayan köpeklerden korkuyordum zaten, o da geçti sayılır. Bu arada "Havlayan köpek ısırmaz." sözü boş tehdit savuran insanlar için söylenmiştir arkadaşlar, onu gerçek anlamda almayın. Gayet de ısırır havlayan köpek.
Bir de son zamanlarda biraz gaza gelmiş durumdayım. Bu gaza gelme de okulla, meslekle ilgili. Daha önce bahsettiğim iki yıl arayı yarım yıla düşürdüm mesela, sonra direkt bir yer açmaya kasmak yerine önce farklı konseptlerde farklı yerlerde çalışmak istediğimi fark ettim ama şöyle bir sorun var: Soracaklar "son işinizden neden ayrıldınız?" diye, "Kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim." Hö? Ben İK olsam bu cevabı vereni direkt evine yollardım mesela ama onların ne yapacağını bilemiyorum. Farklı konseptlerde farklı yerler dediğim de işte bir kebapçı, bir otel, bir Fransız restoranı, bir Uzakdoğu restoranı (mümkünse Türkiye'deki çakma American Asian restoranlarından değil de "gerçek" Uzakdoğu restoranlarından biri; gerçi onun için de gerçekten Uzakdoğuya gitmek lazım), bir pizzacı, bir mandıra falan. O arada birkaç yılı yiyeceğimi düşünüyorum. Bu arada o gaza gelmeyle fark edememişim ama "Ulan otuz yaşına kadar çalışılır mı?" düşüncem de sekteye uğramış. Kırkımda, ellimde emekli olmaya gayet tamamım şu an. Demek ki insanlar böyle gaza gele gele yetmiş, seksen yaşına kadar çalışıyorlar. Tabii belli emeklilik yaşı olan meslekleri tenzih ediyorum, onlar mecburen çalışıyor o yaşa kadar.
O değil de bir sayfayı yarım saatte, üç kez yenileyerek anca açıyor. Ya kendime bir internet alıp zamanı gelince ona sövmem ve modemi kapatıp açmam ya da telefona sınırsız internet paketi alıp her bilgisayarda hotspot kullanmam gerekiyor. Zaten bu yazıyı hotspotla yazıyorum.
19 Kasım 2019 Salı
Her Zamankinden Lütfen!
Şu "ev" konusunda biraz düşündüm de tam olarak nasıl bir yerde olmasını istediğime karar verdim: Hani İstanbul'da geçen dizilerde (zaten %98'i orada geçiyor o da ayrı bir konu) zenginlerin evleri vardır; şehrin biraz dışındadır, dağın bayırın ortasındadır ama bir yandan her türden sipariş (yemek, eşya, ithal ürün vs.) getirilir, yani esasen şehrin içinde sayılır. İşte tam olarak öyle bir yerde bir eve ihtiyacım var. Gerçi ben o evi yaptırasıya kadar öyle bir yer kalır mı ülkede o da belli değil. Ah, ve mutlaka dağ başında olmalı o ev. En azından dağların orada olmalı. Eskiden bizim köyün kurucularına laf ederdim "Dağ başına, bu kadar yokuşa köy mu kurulur ulan!" diye ama şimdilerde dağ başlarını epey seviyorum. Bir de yakınlarda nehirdir, göldür bir şey olursa mükemmel olur ama o şart değil.
Peyniri aldım; biraz fazla tuzlu, biraz fazla yumuşak ve biraz az yağlı. Hepsi biraz ama... Bir de başka peynircileri deneyeceğim, yine de iyi sayılır.
Fiyatlandırma konusunda kafamı kurcalayan bir şey var. Bütün hindi bütün tavuktan pahalı ama hindi etinden yapılan salam tavuk etinden yapılandan ucuz. Nasıl oluyor o iş? Aynı olay her ucuz eti at eti olarak görme konusunda da var. Canlı at canlı sığırdan pahalı ama sığır eti yerine at eti kullanmak nasıl daha ucuz oluyor?
Bir soğuk çay bağımlısı olarak tabii bazı şeylere vakıfım. Mesela Lipton Ice Tea Karpuzlu çıktığından beri Fuse Tea reklamlarda Lipton'a fena sallıyor. Lipton da hak etti ama; sen rakibinin piyasaya çıktığından beri olan ürününün üstüne konup bir de çok orijinal bir buluş yapmış gibi reklam yaparsan o rakip senin üzerine kamyonla toprak atsa hakkıdır. Aslında benim bahsetmek istediğim bu değildi: Bim'in Teatone'u vardır, soğuk çay dünyasının köpeköldüreni gibi bir şeydir. Günde üç litre soğuk çay içenlerin evinde dizili olarak görürsünüz bunu. İşte onda bildiğin çay tadı var, bazen demi dibine çöküyor, aromayı hiç alamıyorsun son yudumdan. Lipton'da falan çay tadı hiç almıyorsun, bambaşka bir şey içiyorsun ama Teatone'da aromanın yanında çay tadı da bildiğin var. İyi mi kötü mü siz karar verin. Yalnız o çay tadı abartılırsa kötü oluyor, onu biliyorum: A101'in Bi Ice Tea'sinde hiç aroma alamıyorsun, bildiğin soğumuş çay içiyorsun mesela. Onu içeceğime çay demleyip dolaba koyarım ben şahsen.
Bu adanın internetine kafa atacağım ama artık, yeter. Saat 12'den (öğlen 12) sonra Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Dibimde vızıldayan iki -belki daha fazla- sinek var zaten, dışarıda yağmur yağıyor ama bu şerefsizler evde takılıyor. Bir sinekkapan alacağım artık, bu neymiş ya! Bu kadar sinir bozucu hayvan olur mu kardeşim? Sen git dışarıda dışkıya kon, çöpe kon; sonra evde yemeğime, vücuduma kon, yok ya! Ketçap mayonez de ister misin? Ya bu mevsimde sinek mi olur, kış uykusuna mı yatıyorsunuz ulan? Neden ben Kasım'ın sonunda, gayet soğuk bir günde sinekle uğraşıyorum? Sizin çoktan soğuktan dolayı ölmüş olmanız gerekiyordu! Herkes haddini, doğadaki görevini bilsin kardeşim, Allah Allah... Sinekler yarım saattir başımda vızıldadığından konu dağıldı: İnternet diyordum. Neyse, özetle Youtube harici bir şey izleyemiyorum yani. Sonra "şu dizi çok güzel, onu izle," "bu anime mükemmel," yok efendim "X'in yeni sezonu çıkmış." Benlik bir durum yok ortada, internet izletmiyor ki. Buradan Balıkesir'deyken "Adada sürekli bilgisayardasın zaten, burada yapma" diyen aileme sesleniyorum: Adadaki internet bir şeyler yapmama izin verse Balıkesir'de bütün gün bilgisayarda olmam zaten! Elli tane yayınlandığı gibi izlemeye başlayıp internet yüzünden yarım bıraktığım anime var elimde. Dizi konusuna hiç girmiyorum çünkü üç günde bir bölüm anca izleyebildiğim Supernatural'dan sonra başka diziye başlama konusunda hevesim yok. Bir bölümü niye ben üç günde izliyorum arkadaş, ya hiç internet vermeyin ya doğru düzgün verin! Olmuyor böyle yarım yamalak.
Geçen yazıda söylediğim İngilizce ve bazı başka dillerde bazı harflerin birden fazla ses değeri olması konusu diğer diller için değil ama İngilizce için "Büyük Ünlü Kayması" (great vowel shift) adlı bir olaydan kaynaklanıyormuş, öncesinde gayet harf ve harf çiftlerinin tek ses değerleri varmış, nasıl okunacağı belliymiş. Günümüzdeki gibi Island yazıp "Aylınd" okuma, knife'ın, knight'ın başındaki K'yi atma gibi durumlar yokmuş. House kelimesi "hus" diye yazılıp okunuyor, "make," "mak" olarak okunuyormuş mesela. Bu can't'in "kant" okunduğu Britanya telaffuzu da ondan herhalde.
Yalnız harbiden çok canım sıkılıyor. İnternet yarım, TV'de şu anlık bir şey yok (18.35 Pazartesi) -olan da gıcık ediyor,- kitap da yok evde. Ne yazacak ne oyalanacak bir şey aklıma gelmiyor, müzik dinleyesim yok ve dışarı çıkmak için hava çok karanlık. Kaldı ki sabahtan beri dışarıdaydım zaten, daha açıkça okulda. Yan dönüp cenin pozisyonunda yatmak şu an aklıma gelen en eğlenceli aktivite, o denli sıkılıyorum. Müzik dinleyeyim bari ya da en kısa zamanda kitap alayım. Ulan müzik dinleyeyim bari dedikten sonra da kulağım ağrımaya başladı, s.kerler, cenin pozisyonunda yatıp hayatı sorgulamaya gidiyorum ben; sıkıntım geçmezse de halıya yatıp ölümü beklerim biraz.
Cenin pozisyonunda yatıp düşünürken neredeyse uyuyakalacaktım, sonuçta geri döndüm. Gerçi neyi kaçta yazdığımı bilmiyorsunuz, bunu yazmamın önemi vardı sanki. Şu talimler konusunda... Kepaze çekip havaya kılıç sallamaktan bıktım. Zaten beraber kılıç talimi yapacağım birini bulmam zor da bari keçe talim kuklam olaydı. Eh, bu gidişle yalnız ölecekmişim gibi görünüyor; eskisi kadar takmıyorum bunu. Ama arkadaş hiç değilse internet tam olsaydı ya! Talim yapacak kişi yok, hayat arkadaşı yok, ev arkadaşı yok (bu durumdan memnunum aslında), aile uzakta, e bari internet tam olsaydı be! Böyle yarım yamalak, var ama olmasa daha iyi... Bir Ege kasabasında sessiz, sakin bir dedeyi yalayasım var şu an, öyle sıkılıyorum. Bu cümle Yiğit Özgür'den bu arada:
Şu an can sıkıntısından at çobanı olmaya karar verdim. Alacağım elli altmış tane at, çıkacağım bir dağ başına, at kılı, kımız falan üretip satacağım; sırf şu sıkıntı geçsin diye! Onun yemiydi, bunun suyuydu, "Dur acıktım şunların birini keseyim"di, "bir tanesi de bineğim olsun"du derken sıkılmam en azından.
Bu arada bütün bu can sıkıntısına rağmen okuluma, işime, amaçlarıma dair hırsımı kaybetmedim. Bazen kaybediyorum, bazen toparlıyorum ama şunu biliyorum ki eğer o hırsı geri dönülemez şekilde kaybeder, o hayalden tümüyle vazgeçersem kaybolurum. Aslında işime, geleceğime dair bir şeyler yapsam da canım sıkılmasa diye düşünüyorum bütün bu sıkıntıda. Genellikle ilk kaybettiğim hırs olurdu ama saçımı yaktığımdan beri (bkz. bir önceki yazı) bazı şeyleri daha az takıyorum ve bazı şeylerde daha ciddiyim. Saçmalıkların bazılarını yok etmenin faydaları düşündüğümden büyükmüş.
Daha önce bir yemeğin hangi kültüre ait olduğunu anlamak için ismine ve diğer halkların da aynı isimle seslenip seslenmediğine baktığımı söylemiştim ama bunun bir istisnası da hikayesi olan yemekler. Ayrıca kesin olarak ne zaman nerede icat edildiği bilinip dönemine uygun olarak isimlendirilen yemekler de var. Mesela Osmanlı saray yemeklerinin çoğunun adı Arapça ya da Farsça kökenli ama Türkiye dışında neredeyse hiç bilinmiyorlar, çoğu Türkiye içinde de sınırlı olarak biliniyor gerçi. Örneğin çiğ köftenin ta Hz. İbrahim dönemine dayanan bir hikayesi var, ha keza tavukgöğsünün de Roma askerlerinin sefer yemeklerinden olduğu biliniyor.
"Nerelisin?" Çok girift bir soru. Kişinin nerede doğduğunu, babasının dedesinin nereli olduğunu ve ailesinin veya kendisinin nerede yaşadığını kapsayan bir soru. Bu üç sorunun da cevabı aynı olanlar şanslı ama üçünün cevabı da farklı olanlar (bkz. Ben) bir de soru yaşadığı yerin dışında sorulduysa ne cevap vereceklerini şaşırabiliyorlar.
E-devlet soyağacı (resmi adı bu değil) çıktığında çok popüler olmuştu, yaşlıların anlattıklarından düzgün bir soyağacı çıkaramamanın hırsıyla baktım ama beşinci nesilden öncesi kayıtsız bizde. Ben sora sora yedi nesil geriye gidebiliyorum, hatta aradaki boşlukları dönem ve kültüre uygun isimlerle doldurup Yahşi Pazarlu Bey'e kadar gidebiliyor, oradan da kayıtlara, efsanelere bakıp Oğuz Kağan'a kadar varabiliyorum. O bakımdan pek işime yaramadı yani; zamanında kimse dağın başına kadar gelip bizimkilere hüviyet çıkarmamış demek ki.
Peyniri aldım; biraz fazla tuzlu, biraz fazla yumuşak ve biraz az yağlı. Hepsi biraz ama... Bir de başka peynircileri deneyeceğim, yine de iyi sayılır.
Fiyatlandırma konusunda kafamı kurcalayan bir şey var. Bütün hindi bütün tavuktan pahalı ama hindi etinden yapılan salam tavuk etinden yapılandan ucuz. Nasıl oluyor o iş? Aynı olay her ucuz eti at eti olarak görme konusunda da var. Canlı at canlı sığırdan pahalı ama sığır eti yerine at eti kullanmak nasıl daha ucuz oluyor?
Bir soğuk çay bağımlısı olarak tabii bazı şeylere vakıfım. Mesela Lipton Ice Tea Karpuzlu çıktığından beri Fuse Tea reklamlarda Lipton'a fena sallıyor. Lipton da hak etti ama; sen rakibinin piyasaya çıktığından beri olan ürününün üstüne konup bir de çok orijinal bir buluş yapmış gibi reklam yaparsan o rakip senin üzerine kamyonla toprak atsa hakkıdır. Aslında benim bahsetmek istediğim bu değildi: Bim'in Teatone'u vardır, soğuk çay dünyasının köpeköldüreni gibi bir şeydir. Günde üç litre soğuk çay içenlerin evinde dizili olarak görürsünüz bunu. İşte onda bildiğin çay tadı var, bazen demi dibine çöküyor, aromayı hiç alamıyorsun son yudumdan. Lipton'da falan çay tadı hiç almıyorsun, bambaşka bir şey içiyorsun ama Teatone'da aromanın yanında çay tadı da bildiğin var. İyi mi kötü mü siz karar verin. Yalnız o çay tadı abartılırsa kötü oluyor, onu biliyorum: A101'in Bi Ice Tea'sinde hiç aroma alamıyorsun, bildiğin soğumuş çay içiyorsun mesela. Onu içeceğime çay demleyip dolaba koyarım ben şahsen.
Bu adanın internetine kafa atacağım ama artık, yeter. Saat 12'den (öğlen 12) sonra Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Dibimde vızıldayan iki -belki daha fazla- sinek var zaten, dışarıda yağmur yağıyor ama bu şerefsizler evde takılıyor. Bir sinekkapan alacağım artık, bu neymiş ya! Bu kadar sinir bozucu hayvan olur mu kardeşim? Sen git dışarıda dışkıya kon, çöpe kon; sonra evde yemeğime, vücuduma kon, yok ya! Ketçap mayonez de ister misin? Ya bu mevsimde sinek mi olur, kış uykusuna mı yatıyorsunuz ulan? Neden ben Kasım'ın sonunda, gayet soğuk bir günde sinekle uğraşıyorum? Sizin çoktan soğuktan dolayı ölmüş olmanız gerekiyordu! Herkes haddini, doğadaki görevini bilsin kardeşim, Allah Allah... Sinekler yarım saattir başımda vızıldadığından konu dağıldı: İnternet diyordum. Neyse, özetle Youtube harici bir şey izleyemiyorum yani. Sonra "şu dizi çok güzel, onu izle," "bu anime mükemmel," yok efendim "X'in yeni sezonu çıkmış." Benlik bir durum yok ortada, internet izletmiyor ki. Buradan Balıkesir'deyken "Adada sürekli bilgisayardasın zaten, burada yapma" diyen aileme sesleniyorum: Adadaki internet bir şeyler yapmama izin verse Balıkesir'de bütün gün bilgisayarda olmam zaten! Elli tane yayınlandığı gibi izlemeye başlayıp internet yüzünden yarım bıraktığım anime var elimde. Dizi konusuna hiç girmiyorum çünkü üç günde bir bölüm anca izleyebildiğim Supernatural'dan sonra başka diziye başlama konusunda hevesim yok. Bir bölümü niye ben üç günde izliyorum arkadaş, ya hiç internet vermeyin ya doğru düzgün verin! Olmuyor böyle yarım yamalak.
Geçen yazıda söylediğim İngilizce ve bazı başka dillerde bazı harflerin birden fazla ses değeri olması konusu diğer diller için değil ama İngilizce için "Büyük Ünlü Kayması" (great vowel shift) adlı bir olaydan kaynaklanıyormuş, öncesinde gayet harf ve harf çiftlerinin tek ses değerleri varmış, nasıl okunacağı belliymiş. Günümüzdeki gibi Island yazıp "Aylınd" okuma, knife'ın, knight'ın başındaki K'yi atma gibi durumlar yokmuş. House kelimesi "hus" diye yazılıp okunuyor, "make," "mak" olarak okunuyormuş mesela. Bu can't'in "kant" okunduğu Britanya telaffuzu da ondan herhalde.
Yalnız harbiden çok canım sıkılıyor. İnternet yarım, TV'de şu anlık bir şey yok (18.35 Pazartesi) -olan da gıcık ediyor,- kitap da yok evde. Ne yazacak ne oyalanacak bir şey aklıma gelmiyor, müzik dinleyesim yok ve dışarı çıkmak için hava çok karanlık. Kaldı ki sabahtan beri dışarıdaydım zaten, daha açıkça okulda. Yan dönüp cenin pozisyonunda yatmak şu an aklıma gelen en eğlenceli aktivite, o denli sıkılıyorum. Müzik dinleyeyim bari ya da en kısa zamanda kitap alayım. Ulan müzik dinleyeyim bari dedikten sonra da kulağım ağrımaya başladı, s.kerler, cenin pozisyonunda yatıp hayatı sorgulamaya gidiyorum ben; sıkıntım geçmezse de halıya yatıp ölümü beklerim biraz.
Cenin pozisyonunda yatıp düşünürken neredeyse uyuyakalacaktım, sonuçta geri döndüm. Gerçi neyi kaçta yazdığımı bilmiyorsunuz, bunu yazmamın önemi vardı sanki. Şu talimler konusunda... Kepaze çekip havaya kılıç sallamaktan bıktım. Zaten beraber kılıç talimi yapacağım birini bulmam zor da bari keçe talim kuklam olaydı. Eh, bu gidişle yalnız ölecekmişim gibi görünüyor; eskisi kadar takmıyorum bunu. Ama arkadaş hiç değilse internet tam olsaydı ya! Talim yapacak kişi yok, hayat arkadaşı yok, ev arkadaşı yok (bu durumdan memnunum aslında), aile uzakta, e bari internet tam olsaydı be! Böyle yarım yamalak, var ama olmasa daha iyi... Bir Ege kasabasında sessiz, sakin bir dedeyi yalayasım var şu an, öyle sıkılıyorum. Bu cümle Yiğit Özgür'den bu arada:
Şu an can sıkıntısından at çobanı olmaya karar verdim. Alacağım elli altmış tane at, çıkacağım bir dağ başına, at kılı, kımız falan üretip satacağım; sırf şu sıkıntı geçsin diye! Onun yemiydi, bunun suyuydu, "Dur acıktım şunların birini keseyim"di, "bir tanesi de bineğim olsun"du derken sıkılmam en azından.
Bu arada bütün bu can sıkıntısına rağmen okuluma, işime, amaçlarıma dair hırsımı kaybetmedim. Bazen kaybediyorum, bazen toparlıyorum ama şunu biliyorum ki eğer o hırsı geri dönülemez şekilde kaybeder, o hayalden tümüyle vazgeçersem kaybolurum. Aslında işime, geleceğime dair bir şeyler yapsam da canım sıkılmasa diye düşünüyorum bütün bu sıkıntıda. Genellikle ilk kaybettiğim hırs olurdu ama saçımı yaktığımdan beri (bkz. bir önceki yazı) bazı şeyleri daha az takıyorum ve bazı şeylerde daha ciddiyim. Saçmalıkların bazılarını yok etmenin faydaları düşündüğümden büyükmüş.
Daha önce bir yemeğin hangi kültüre ait olduğunu anlamak için ismine ve diğer halkların da aynı isimle seslenip seslenmediğine baktığımı söylemiştim ama bunun bir istisnası da hikayesi olan yemekler. Ayrıca kesin olarak ne zaman nerede icat edildiği bilinip dönemine uygun olarak isimlendirilen yemekler de var. Mesela Osmanlı saray yemeklerinin çoğunun adı Arapça ya da Farsça kökenli ama Türkiye dışında neredeyse hiç bilinmiyorlar, çoğu Türkiye içinde de sınırlı olarak biliniyor gerçi. Örneğin çiğ köftenin ta Hz. İbrahim dönemine dayanan bir hikayesi var, ha keza tavukgöğsünün de Roma askerlerinin sefer yemeklerinden olduğu biliniyor.
"Nerelisin?" Çok girift bir soru. Kişinin nerede doğduğunu, babasının dedesinin nereli olduğunu ve ailesinin veya kendisinin nerede yaşadığını kapsayan bir soru. Bu üç sorunun da cevabı aynı olanlar şanslı ama üçünün cevabı da farklı olanlar (bkz. Ben) bir de soru yaşadığı yerin dışında sorulduysa ne cevap vereceklerini şaşırabiliyorlar.
E-devlet soyağacı (resmi adı bu değil) çıktığında çok popüler olmuştu, yaşlıların anlattıklarından düzgün bir soyağacı çıkaramamanın hırsıyla baktım ama beşinci nesilden öncesi kayıtsız bizde. Ben sora sora yedi nesil geriye gidebiliyorum, hatta aradaki boşlukları dönem ve kültüre uygun isimlerle doldurup Yahşi Pazarlu Bey'e kadar gidebiliyor, oradan da kayıtlara, efsanelere bakıp Oğuz Kağan'a kadar varabiliyorum. O bakımdan pek işime yaramadı yani; zamanında kimse dağın başına kadar gelip bizimkilere hüviyet çıkarmamış demek ki.
15 Kasım 2019 Cuma
Zil Takıp Oynamak, Konu Nasıl Alakasız Yerlerden Uzatılır ve Peynir
Zil takıp oynayasım var şu an. Sebep? İki sebebi var: Birincisi bir süredir üstümde olan melankoliyi, içimde taşıdığım saçmalıkların bir kısmını ve gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bildiğim (neredeyse fantastik evrenlere yakınsayan) birkaç hayali kısa süre önce "Eeeh, s... gidin ulan" diye başımdan savdım, saçımdan bir tutam kesip yaktım (bunu niye yaptığımı sormayın çünkü herhangi bir açıklaması yok. Kültürel bir şey de değil, sadece içgüdüsel olarak yapasım geldi ve yaptım.) ve epey bir rahatladım. Ve bugün, nihayet, sınavlar bitti! Bayağı keyifliyim ki derslerin en az birinden kesin kalacağım, ona rağmen bu denli keyifliyim yani...
Tabi ile tabiinin farkı bir süre kafamı kurcaladı. Tabi "bir şeye bağlı, bağımlı" anlamına geliyor, mesela "Bu şehrin ahalisi o vakitler Kral Maurus'a (böyle biri var mı bilmiyorum çünkü ismi şimdi uydurdum) tabiydi." derken kullanılan kelime (Günümüzde pek kullanılmıyor tabii). Tabii de "doğal olarak, haliyle" anlamında; yalnız hangisi hangisi karıştırdığım bir vakit internette gördüğüm bir şey kafamı karıştırıp tabii yerine tabi yazmama neden oldu. Tabi derken A'yı uzatıyoruz bu arada, Türkçede o im olmadığı için gösterilmiyor ama aslında oradaki harf A değil Á; çok zorlarsan Türkçede  diye gösterip sesletimi ve Türkçeyi katledebilirsin. Tabiide de tabii ki i'yi uzatıyoruz. (Teşekkürler, Bay Aşikar. Bu İngilizce bir cümlenin çevirisi ki bence birebir çevirisinden katbekat daha güzel. İngilizcesi de şu: Thank you captain obvious. Birebir çevirisi de Teşekkürler, Kaptan Apaçık gibi bir şey. Ha bu arada benim İngilizce yavaştan tekrar dirilmeye başladı, yine de hâlâ gıcığım bu dile. Ama en azından cümlelerin çoğunu anlayabiliyorum -yazılı sistemde tabi.- Dinleme hâlâ zayıf. Bak aklıma gelmişken, İngilizler önce dinleyerek öğreniyor bu dili, sonra yazarak öğreniyor. Biz de Türkçeyi aynı şekilde öğreniyoruz, herkes anadilini o şekilde öğreniyor ama yabancı dilleri önce yazıp sonra dinleyerek öğrenme konusunda bir tutku var. Yeri gelmişken Japoncayı önce dinleyip sonra yazıya geçmiştim -anime izlemesem niye Japonca öğrenmeye kalkayım? Manyak mıyım? Susun, cevap vermeyin.- Hâlâ fiil cümleleri ve sayma konusunda zayıfım ama isim cümlelerini düzgünce kurabiliyorum. -İsim cümlesi deyip geçme, İngilizcede bir isim cümlesini kurmak için on tane yardımcı fiil var. Allahtan İngilizler zamanında o 12'den fazla artikeli The, A/An ve No'ya -ben demiyorum, Wikibooks diyor No artikeldir diye. Olumsuz artikelmiş kendisi- sabitlemişler de Almanca gibi bir de artikelle uğraşmıyoruz. Almancada olumlu üç artikel var zaten, bunun olumsuzu var, zamanı var, var oğlu var...- Kanji konusuna girmeyin, kalbinizi kırarım. O değil de parantez içine bir espri yazacaktım olay nerelere geldi, neyse.) Neyse, aslında seslendirmeden nasıl yazacağımı anlamam gerekirdi ama sesletim her zaman yazıya uymuyor, Türkçe gibi her harfin tek bir ses değerinin (ki bu da tartışılır. Mesela Türkçede üç farklı F sesi olduğuna iddiaya bile girebilirim: Biri üflerken çıkan F sesi, diğeri P'den yontma kalın bir F, sonuncu da Arapçadan gelme yarı-peltek bir F. V'de de benzer bir durum var ki her iki harf de Türkçede orijinalde sadece doğa yansıması sesleri olup yabancı diller ve başka harflerin dönüşümüyle sonradan dile girmiş harfler. Öztürkçe kelimelerdeki F için neredeyse her zaman P'ye, V için neredeyse her zaman B ya da Ğ'ye -aslında B, V'ye, Ğ, W'ye dönüşür ama Modern Türkçe Alfabede her iki ses de V ile gösteriliyor; gerçi Osmanlıca, Selçukluca gibi dillerde de aynı harfle, yani vav ile gösterilmiştir ama konumuz bu değil- ulaşılır. Ya da örneğin S başta olmak üzere çoğu harfin sert ve yumuşak iki farklı sesletimi vardır. Saka kuşu derken çıkardığın S ile Sevmek derken çıkardığınız S birbirinden farklıdır ki Türkçenin ilk alfabesi kabul edilen -her ne kadar daha geride bir Hun alfabesinden söz edilebilse, hatta İskit alfabesine dair kanıtlar olsa da- Göktürk alfabesinde de iki S iki farklı harfle belirtilir. Ya da İstanbul ağzında unutulmuş ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Ñ, Nç (Burada N ve Ç iç içe geçmiş durumda) gibi sesler N'nin farklı sesletimleri olarak söylenebilir ki İstanbul ağzında Ñ kaybolmuş desek de Tanrı ve Deniz derken çıkarılan N ile Ana ve Nine derken çıkarılan N birbirinden farklıdır, dolayısıyla ñ'nin kendisinin olmasa da etkisinin hâlâ yaşadığını söylememiz mümkün. Ñ ne olan diye düşünüyorsanız, hani edebiyatta eski metinlerde daima Ng diye gösterilen ses var ya, işte o.) olduğu bir dilde bile yazım kimi zaman karışabiliyor. (Diğer dillerde harflerin birden fazla ses değeri mi var? Evet, bazılarında var: Mesela İngiliz alfabesinde A genellikle E'ye denk tutulur ama O, A, I ve alakasız şekillerde okunduğu -ya da hiç okunmadığı- yerler de vardır, bunların hepsi o harfin ses değerleri içindedir; dolayısıyla Türk A'sının tek ses değeri varken -yukarıda bunun tartışılabilir olduğunu söylesem de aksan, sertlik, harfin ne kadar uzatıldığı gibi şeyleri farklı ses değerleri saymazsak yine de elimizde tek ses değeri kalır- İngiliz A'sının dört beş farklı ses değeri vardır ve yerine göre kullanılır) O değil de (bu kalıbı çok fazla kullandığımı fark ettim) bir maruzatımı bildirecektim, olay etimolojik tartışmaya döndü. Gerçi harflerin ses değerleri etimolojinin konusu mu yoksa ayrı bir bilim dalı var mı onu da bilmiyorum.
Eski kelimeleri kullanmayı çok istediğim zamanlar olabiliyor ama pek fırsatım olmuyor bu konuda.
Bir süre internetim yoktu, şimdi geri geldi.
Ama inanılmaz mutluyum ya, sınavlar bitti, oh be! Bu arada internet yokken bir sürü güzel fikir buldum -hatta bir kısmını çöpe attım, öyle boldu fikirler! Şaka şaka, fikirlerin bir kısmı diğerleri kadar iyi değildi o yüzden.- Demek ki şu dediğimi yapıp bir hafta teknolojiyle hiç uğraşmayıp ormanda kalsam -tabi hayatta kalmaya çalışmadığımı, yeterince miktar ve lezzette* yemeğim olduğunu, hazır yakılı ateş olduğunu, üşüme gibi durumların olmadığını; yani her şeyin konforlu olduğunu varsayıyoruz, artık nasıl olacaksa o- dünyayı değiştirecek fikirlerle döneceğim. Tabii yanıma kitap falan da almamam lazım ki oyalanacak bir şeyim ya da odaklanacak ekstra bir şey olmasın da düzgünce düşüneyim. Bu fikirleri bulduğum sırada evde sadece internet değil daha önce okumadığım bir kitap da yoktu.
*Lezzetin de yeterincesi olur, evet. Mesela Indomie Noodle'ın sebzelisi "yeterince" lezzetli bir yiyecektir; yani daha iyi bir alternatifin olmadığı durumlarda gayet güzel yenir, gider, hatta zaman zaman insanın canı dahi çekebilir ama "lezzetli" değil "yeterince lezzetli" bir şeydir, yani tat konusunda aslında sınıfta kalmaktan son anda kurtulmuştur. Yeterince lezzetli olmayan şeylere -ki biz bunlara halk arasında "Nimetle oyun olmaz" diyoruz, "Katletmişsin güzelim yemeği" diyoruz, "Çin işkencesi" diyoruz, zaman zaman ağza alınmayacak, nimete söylenmeyecek şeyler bile söylüyoruz. Dün bizzat hazır çorbanın tekine söyledim mesela.- örnek vermek gerekirse Knorr Çabuk Makarna'yı örnek verebiliriz. Bu "yeterince lezzetli olmayan" şeyleri yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanlar vardır, düşünün yani.
Kitap demişken, tsundoku olmaya biraz meyilim var ama henüz öyle bir durumum yok. Kendime ait bir kitaplık elde etmeyi bekliyorum, o zaman muhtemelen bu meyil ortaya çıkacak ki istediğim bir durum değil esasen.
O değil de pazara kadar sandviç ve makarnanın gözüne vuracağım herhalde; çünkü evde hazır yemek yok, yemek yapacak malzeme yok, diyelim yemek yapacak malzeme var, bu sefer pişirecek kap yok: hepsi ya makinede ya da kirli. Bugün makinedeki temizleri çıkarıp yeni kirlileri koyayım en iyisi... Ya da boş ver, yarın yaparım. Aman neyse, bugün mü yarın mı bir gün yaparım işte. Muhtemelen bugün yapacağım. Bir tek dün çorba faciasından sonra yaptığım makarna, biraz yoğurt, tost ekmeği, kaşar, salam, turşu, sosis, sucuk falan var. Yalnız ortalama bir büfe açmaya yeterli malzeme varmış evde, oha. Birkaç tane de Trabzon hurması ile limon var. Çok az da kavurma. Tamam, malzeme varmış ama sebze yok, nasıl yemek yapayım bunlarla? En fazla sosisli pilav gibi bir şey yapabilirim yani. Aslında kavurmalı pilav da yapabilirim ama dediğim gibi: Malzeme varsa da kap kacak yok! Bir de beyaz peynir almam lazım, pazar günü pazara gidip alacağım peynirimi. Peynir kalmadı evde. Peynir, yoğurt, bunlar çok güzel şeyler. Yabanmersinli, orman meyveli falan kefiri sevdiğim için sade kefiri de severim diye düşünüp bir tane aldım. Daha doğrusu alamadım, laktozsuz kefir almışım. Ama laktozlu kefir ve laktozsuz kefir arasında çok bir tat farkı olacağını düşünmüyorum açıkçası, fena değil ama meyvelisini içmeye devam ederim artık. Bak, meyveli yoğurt, meyveli kefir... Meyveli peynir üretmedi kimse. Ürettiyse de tutmamıştır. Her yer meyveli peynirle dolsun demiyorum zaten ama tadına bakabileceğimiz az sayıda olsa güzel olurdu. Ben de üretebilirim gerçi, beyaz peynir üretmeyi çok şükür biliyorum. Hatta yumuşaklığını nasıl ayarlayacağımı da biliyorum. Beyaz peynir konusuna dönmüşken; peyniri çok severim. Öyle her peyniri değil ama; iyi beyaz peynir, tulum peyniri, Ezine, kaşar, çedar gibi sevdiğim peynirler var bir de otlu peynir, gouda, edam, lor gibi daha az sevdiğim peynirler var. Peynir konusunda "sevmiyorum" diye bir şey diyemiyorum, üzgünüm. Belki herhangi bir küflü peynir tadarsam bu durum değişir ama sanmıyorum. Kurut peynir sayılırsa eğer daha az sevdiklerime giriyor. Neyse, iyi beyaz peynir hakikatten çok iyi oluyor. İyi peyniri bulmaya ömrümü adayabilirim yani, o derece seviyorum peyniri. Ama tabi bu iyi peyniri bulma çabaları sonucu kendi peynirimi kendim yapma noktasına varabilirim, böyle bir şey de mümkün. Ben bir ara çok az (bir kalıp falan) meyveli peynir üreteyim en iyisi, bakalım nasıl olacak tadı. Beyaz peynire dönelim, beyaz peynirim bitti ve acilen almam lazım. Yani bağımlı olduğum yiyecek içecekler listesi yapılırsa beyaz peynir (ama iyi, sevdiğim tarz beyaz peynir) top 10'a, hatta top 5'e kafadan girer. Listenin bir numarasıysa yine kafadan belli: Soğuk çay. Makarnadan peynire gelip amma uzattım ha. Öyle böyle değil, çok iyi uzattım. Peynir önemli ama.
Tabi ile tabiinin farkı bir süre kafamı kurcaladı. Tabi "bir şeye bağlı, bağımlı" anlamına geliyor, mesela "Bu şehrin ahalisi o vakitler Kral Maurus'a (böyle biri var mı bilmiyorum çünkü ismi şimdi uydurdum) tabiydi." derken kullanılan kelime (Günümüzde pek kullanılmıyor tabii). Tabii de "doğal olarak, haliyle" anlamında; yalnız hangisi hangisi karıştırdığım bir vakit internette gördüğüm bir şey kafamı karıştırıp tabii yerine tabi yazmama neden oldu. Tabi derken A'yı uzatıyoruz bu arada, Türkçede o im olmadığı için gösterilmiyor ama aslında oradaki harf A değil Á; çok zorlarsan Türkçede  diye gösterip sesletimi ve Türkçeyi katledebilirsin. Tabiide de tabii ki i'yi uzatıyoruz. (Teşekkürler, Bay Aşikar. Bu İngilizce bir cümlenin çevirisi ki bence birebir çevirisinden katbekat daha güzel. İngilizcesi de şu: Thank you captain obvious. Birebir çevirisi de Teşekkürler, Kaptan Apaçık gibi bir şey. Ha bu arada benim İngilizce yavaştan tekrar dirilmeye başladı, yine de hâlâ gıcığım bu dile. Ama en azından cümlelerin çoğunu anlayabiliyorum -yazılı sistemde tabi.- Dinleme hâlâ zayıf. Bak aklıma gelmişken, İngilizler önce dinleyerek öğreniyor bu dili, sonra yazarak öğreniyor. Biz de Türkçeyi aynı şekilde öğreniyoruz, herkes anadilini o şekilde öğreniyor ama yabancı dilleri önce yazıp sonra dinleyerek öğrenme konusunda bir tutku var. Yeri gelmişken Japoncayı önce dinleyip sonra yazıya geçmiştim -anime izlemesem niye Japonca öğrenmeye kalkayım? Manyak mıyım? Susun, cevap vermeyin.- Hâlâ fiil cümleleri ve sayma konusunda zayıfım ama isim cümlelerini düzgünce kurabiliyorum. -İsim cümlesi deyip geçme, İngilizcede bir isim cümlesini kurmak için on tane yardımcı fiil var. Allahtan İngilizler zamanında o 12'den fazla artikeli The, A/An ve No'ya -ben demiyorum, Wikibooks diyor No artikeldir diye. Olumsuz artikelmiş kendisi- sabitlemişler de Almanca gibi bir de artikelle uğraşmıyoruz. Almancada olumlu üç artikel var zaten, bunun olumsuzu var, zamanı var, var oğlu var...- Kanji konusuna girmeyin, kalbinizi kırarım. O değil de parantez içine bir espri yazacaktım olay nerelere geldi, neyse.) Neyse, aslında seslendirmeden nasıl yazacağımı anlamam gerekirdi ama sesletim her zaman yazıya uymuyor, Türkçe gibi her harfin tek bir ses değerinin (ki bu da tartışılır. Mesela Türkçede üç farklı F sesi olduğuna iddiaya bile girebilirim: Biri üflerken çıkan F sesi, diğeri P'den yontma kalın bir F, sonuncu da Arapçadan gelme yarı-peltek bir F. V'de de benzer bir durum var ki her iki harf de Türkçede orijinalde sadece doğa yansıması sesleri olup yabancı diller ve başka harflerin dönüşümüyle sonradan dile girmiş harfler. Öztürkçe kelimelerdeki F için neredeyse her zaman P'ye, V için neredeyse her zaman B ya da Ğ'ye -aslında B, V'ye, Ğ, W'ye dönüşür ama Modern Türkçe Alfabede her iki ses de V ile gösteriliyor; gerçi Osmanlıca, Selçukluca gibi dillerde de aynı harfle, yani vav ile gösterilmiştir ama konumuz bu değil- ulaşılır. Ya da örneğin S başta olmak üzere çoğu harfin sert ve yumuşak iki farklı sesletimi vardır. Saka kuşu derken çıkardığın S ile Sevmek derken çıkardığınız S birbirinden farklıdır ki Türkçenin ilk alfabesi kabul edilen -her ne kadar daha geride bir Hun alfabesinden söz edilebilse, hatta İskit alfabesine dair kanıtlar olsa da- Göktürk alfabesinde de iki S iki farklı harfle belirtilir. Ya da İstanbul ağzında unutulmuş ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Ñ, Nç (Burada N ve Ç iç içe geçmiş durumda) gibi sesler N'nin farklı sesletimleri olarak söylenebilir ki İstanbul ağzında Ñ kaybolmuş desek de Tanrı ve Deniz derken çıkarılan N ile Ana ve Nine derken çıkarılan N birbirinden farklıdır, dolayısıyla ñ'nin kendisinin olmasa da etkisinin hâlâ yaşadığını söylememiz mümkün. Ñ ne olan diye düşünüyorsanız, hani edebiyatta eski metinlerde daima Ng diye gösterilen ses var ya, işte o.) olduğu bir dilde bile yazım kimi zaman karışabiliyor. (Diğer dillerde harflerin birden fazla ses değeri mi var? Evet, bazılarında var: Mesela İngiliz alfabesinde A genellikle E'ye denk tutulur ama O, A, I ve alakasız şekillerde okunduğu -ya da hiç okunmadığı- yerler de vardır, bunların hepsi o harfin ses değerleri içindedir; dolayısıyla Türk A'sının tek ses değeri varken -yukarıda bunun tartışılabilir olduğunu söylesem de aksan, sertlik, harfin ne kadar uzatıldığı gibi şeyleri farklı ses değerleri saymazsak yine de elimizde tek ses değeri kalır- İngiliz A'sının dört beş farklı ses değeri vardır ve yerine göre kullanılır) O değil de (bu kalıbı çok fazla kullandığımı fark ettim) bir maruzatımı bildirecektim, olay etimolojik tartışmaya döndü. Gerçi harflerin ses değerleri etimolojinin konusu mu yoksa ayrı bir bilim dalı var mı onu da bilmiyorum.
Eski kelimeleri kullanmayı çok istediğim zamanlar olabiliyor ama pek fırsatım olmuyor bu konuda.
Bir süre internetim yoktu, şimdi geri geldi.
Ama inanılmaz mutluyum ya, sınavlar bitti, oh be! Bu arada internet yokken bir sürü güzel fikir buldum -hatta bir kısmını çöpe attım, öyle boldu fikirler! Şaka şaka, fikirlerin bir kısmı diğerleri kadar iyi değildi o yüzden.- Demek ki şu dediğimi yapıp bir hafta teknolojiyle hiç uğraşmayıp ormanda kalsam -tabi hayatta kalmaya çalışmadığımı, yeterince miktar ve lezzette* yemeğim olduğunu, hazır yakılı ateş olduğunu, üşüme gibi durumların olmadığını; yani her şeyin konforlu olduğunu varsayıyoruz, artık nasıl olacaksa o- dünyayı değiştirecek fikirlerle döneceğim. Tabii yanıma kitap falan da almamam lazım ki oyalanacak bir şeyim ya da odaklanacak ekstra bir şey olmasın da düzgünce düşüneyim. Bu fikirleri bulduğum sırada evde sadece internet değil daha önce okumadığım bir kitap da yoktu.
*Lezzetin de yeterincesi olur, evet. Mesela Indomie Noodle'ın sebzelisi "yeterince" lezzetli bir yiyecektir; yani daha iyi bir alternatifin olmadığı durumlarda gayet güzel yenir, gider, hatta zaman zaman insanın canı dahi çekebilir ama "lezzetli" değil "yeterince lezzetli" bir şeydir, yani tat konusunda aslında sınıfta kalmaktan son anda kurtulmuştur. Yeterince lezzetli olmayan şeylere -ki biz bunlara halk arasında "Nimetle oyun olmaz" diyoruz, "Katletmişsin güzelim yemeği" diyoruz, "Çin işkencesi" diyoruz, zaman zaman ağza alınmayacak, nimete söylenmeyecek şeyler bile söylüyoruz. Dün bizzat hazır çorbanın tekine söyledim mesela.- örnek vermek gerekirse Knorr Çabuk Makarna'yı örnek verebiliriz. Bu "yeterince lezzetli olmayan" şeyleri yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanlar vardır, düşünün yani.
Kitap demişken, tsundoku olmaya biraz meyilim var ama henüz öyle bir durumum yok. Kendime ait bir kitaplık elde etmeyi bekliyorum, o zaman muhtemelen bu meyil ortaya çıkacak ki istediğim bir durum değil esasen.
O değil de pazara kadar sandviç ve makarnanın gözüne vuracağım herhalde; çünkü evde hazır yemek yok, yemek yapacak malzeme yok, diyelim yemek yapacak malzeme var, bu sefer pişirecek kap yok: hepsi ya makinede ya da kirli. Bugün makinedeki temizleri çıkarıp yeni kirlileri koyayım en iyisi... Ya da boş ver, yarın yaparım. Aman neyse, bugün mü yarın mı bir gün yaparım işte. Muhtemelen bugün yapacağım. Bir tek dün çorba faciasından sonra yaptığım makarna, biraz yoğurt, tost ekmeği, kaşar, salam, turşu, sosis, sucuk falan var. Yalnız ortalama bir büfe açmaya yeterli malzeme varmış evde, oha. Birkaç tane de Trabzon hurması ile limon var. Çok az da kavurma. Tamam, malzeme varmış ama sebze yok, nasıl yemek yapayım bunlarla? En fazla sosisli pilav gibi bir şey yapabilirim yani. Aslında kavurmalı pilav da yapabilirim ama dediğim gibi: Malzeme varsa da kap kacak yok! Bir de beyaz peynir almam lazım, pazar günü pazara gidip alacağım peynirimi. Peynir kalmadı evde. Peynir, yoğurt, bunlar çok güzel şeyler. Yabanmersinli, orman meyveli falan kefiri sevdiğim için sade kefiri de severim diye düşünüp bir tane aldım. Daha doğrusu alamadım, laktozsuz kefir almışım. Ama laktozlu kefir ve laktozsuz kefir arasında çok bir tat farkı olacağını düşünmüyorum açıkçası, fena değil ama meyvelisini içmeye devam ederim artık. Bak, meyveli yoğurt, meyveli kefir... Meyveli peynir üretmedi kimse. Ürettiyse de tutmamıştır. Her yer meyveli peynirle dolsun demiyorum zaten ama tadına bakabileceğimiz az sayıda olsa güzel olurdu. Ben de üretebilirim gerçi, beyaz peynir üretmeyi çok şükür biliyorum. Hatta yumuşaklığını nasıl ayarlayacağımı da biliyorum. Beyaz peynir konusuna dönmüşken; peyniri çok severim. Öyle her peyniri değil ama; iyi beyaz peynir, tulum peyniri, Ezine, kaşar, çedar gibi sevdiğim peynirler var bir de otlu peynir, gouda, edam, lor gibi daha az sevdiğim peynirler var. Peynir konusunda "sevmiyorum" diye bir şey diyemiyorum, üzgünüm. Belki herhangi bir küflü peynir tadarsam bu durum değişir ama sanmıyorum. Kurut peynir sayılırsa eğer daha az sevdiklerime giriyor. Neyse, iyi beyaz peynir hakikatten çok iyi oluyor. İyi peyniri bulmaya ömrümü adayabilirim yani, o derece seviyorum peyniri. Ama tabi bu iyi peyniri bulma çabaları sonucu kendi peynirimi kendim yapma noktasına varabilirim, böyle bir şey de mümkün. Ben bir ara çok az (bir kalıp falan) meyveli peynir üreteyim en iyisi, bakalım nasıl olacak tadı. Beyaz peynire dönelim, beyaz peynirim bitti ve acilen almam lazım. Yani bağımlı olduğum yiyecek içecekler listesi yapılırsa beyaz peynir (ama iyi, sevdiğim tarz beyaz peynir) top 10'a, hatta top 5'e kafadan girer. Listenin bir numarasıysa yine kafadan belli: Soğuk çay. Makarnadan peynire gelip amma uzattım ha. Öyle böyle değil, çok iyi uzattım. Peynir önemli ama.
5 Kasım 2019 Salı
Başlıksız Yayın
Önceki tamirciye kızmakta yarı haklı, yarı haksızmışım. Şöyle ki: Bataryada gerçekten sorun varmış ama önemli bir şey değilmiş, esas sorun adaptördeymiş. "Yeni değiştirdik, nasıl olur?" Diye sordum, elektrik dengesiz olunca oluyormuş öyle. Gökçeada zaten, yani... Bir voltaj ayarlayıcı mı, dengeleyici mi ne priz aldım (hah, akım korumalı priz); kesintilerden, voltaj yükselmelerinden etkilenmesin deyu.
Bir de Çanakkale'de bir saat kulesi var, kaç sefer önünden geçtim hiç ilgimi çekmemiş. Üstünde Osmanlıca bir yazı var, yalnız nasıl bir hat kullanmışlarsa şın'ları se, ze'yi üstünde nokta olan bir vav olarak okudum. (Ötreli vav sandım önce, "Ulan o/u/ö/ü'yle başlayan böyle hangi kelime var?" diye düşündüm.) Neyseki kenarda ne yazdığı yazıyor. Bayağı güzel bir kuleydi, bir ona bakıyorum, bir de günümüzün apartmanlarına bakıyorum... İster eski kafalı deyin, ister fonksiyonellik ve bütçeden bahsedin; eski binalar yenilere göre katbekat güzeller. Ne kadar eski olduğu önemli değil, milattan öncenin mermer binaları bile günümüzün beton apartmanlarından daha güzel.
Nostalji yapasım var, hâlâ. Orijinal Çocuklar Duymasın, Komedi Dükkanı, İnce İnce Yasemince (2000-2005 arasındaki, orijinali 95'te yayınlanmış lan. Ya da tekrarları da olabilir ama bir şekilde yayınlanıyordu, hatırlıyorum ben)... Haneler diye bir skeç programı vardı, muhtemelen çoğu kişi hatırlamaz bile. Hatırlayanların da Yeşilçam klasikleriyle dalga geçen "Yaban" gibi bir ismi olan skeç serisini en net hatırladığını düşünüyorum (En azından ben en net bunu, bir de jenerik içinde geçen "Dershaneler zaten para tuzağı" kısmını hatırlıyorum). Hayat Bilgisi vardı bak (ders olan değil, dizi olan), Show TV'nin yazın her günü bütün gün Doktorlar dizisini yayınladığı günleri gördüm ben. Facebook'ta (o zamanlar terk edilmiş köy modunda değildi tabi) "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" diye espriler dönüyordu. Bu hatıraların en eskisi yirmi yıllık ama sanki hepsinin üzerinden bin yıl geçmiş gibi geliyor. Facebook'ta oyunlar vardı: Millet gece üçte uyanıp Farmville'de domates suluyordu, bir akvaryum oyunu vardı, kedi-köpek benzeri ne olduğu anlaşılmayan bir karakteri yönettiğin günlük hayat oyunu vardı. Bayağı o karakterle balık tutuyor, restorana gidiyor, evini dekore ediyordun. Hiç yaşamadığım zamanlara özlem duyan biri olarak, nostalji hastası olmam tabi ki kaçınılamaz. Kendisinin var olmadığı zamanlara özlem duyan biri, kendi geçmişine toz konduramaz. Avrupa Yakası vardı bak, şimdi hatırladım. Üsküdar'a Giderken diye dizi vardı, kısa sürdü galiba. (On üç bölüm sürmüş, gecenin bir yarısı yayınlanıyordu zaten) Otuz yıl sonra bu kez Leyla ile Mecnun'u da katarak (onu şimdi katmak yemez, o kadar eski değil o; bir de hâlâ popüler, yeni nesiller de biliyordur) yeniden nostalji yapacağım. O değil de 2014'te bitmiş L&M, onu da katıyorum nostaljiye, hadi bakalım. Yine de onu bilmeyen olacağını sanmıyorum. O değil de kime nostalji yapıyorum lan ben? Size ne, kime yapıyorsam yapıyorum, Allah Allah... Kendi kendime nostalji yapıyorum burada, yarı-deliyim ama zararsızım. Yani, zararsız sayılırım diyelim. Çoğunlukla zararsızım... Çoğunlukla zararsız, evet, bu iyi oldu. Bu ifadenin (çoğunlukla zararsız) nereden olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de araştırsın bulsun kardeşim, uğraştırmayın beni. Eskiden DVD yoktu, Flash bellek yoktu; ne vardı biliyor musunuz? (Nostaljiye devam, evet. Çabuk devam ettim dikkat edersen) VCD vardı! Age of Empires II'yi önceki yazıda yazdım mı? Eycof 2. Eycof hatta. Bilen biliyor bu eycof muhabbetini. Bak önceki yazıda Beyblade hakkında yazmak istediğim bir şey sonradan aklıma geldi. Bildiğin beyblade satılırdı, tepside oynardık. Aslında onların bayağı arenaları falan da satılırdı da pahalıydı o arena marena. (Ya da ne gerek var diye düşünmüş de olabilirim ama sonuçta arena almaya hiç yeltenmemiştim) Onlar da genelde dandik, plastik gibi bir şeyden yapılan şeylerdi; bir de metal olanları vardı. Bir milyoncudan bir tane metal almıştım, iki günde parçalandı lan. Diğer metallere göre çok ucuzdu yalnız, normal herhalde. Ondan sonra plastik beybladelere döndüm haliyle. Laptop da yoktu eskiden, masaüstü bilgisayar vardı. Nokia vardı Nokia, şimdi batık olan telefon firması, Iphone'dan önce Nokia vardı, öyle bir şeydi Nokia, piyasayı silip süpürürdü. Snake II'ye hiç girmiyorum, gözüme nostalji kaçacak yoksa.
Lan arkadaşım ben bir diziyi izlemek için üç ayda bir site değiştirmek zorunda mıyım? Bu dizi siteleri neden ölüp ölüp duruyorlar?
Neyse, ben nostaljiye devam edeyim: TRT 1'de Kim Possible vardı, bunu bilip de hatırlamayan yoktur herhalde. Mayın Tarlası vardı, Windows XP'deki; Pinball (Space Cadet) vardı.
Telafi dersleri kadar iğrenç az şey gördüm. Bir rahat edelim yok. Bu arada vizeler yaklaşınca benim kafa da biraz gitti. İstemiyorum okumak ya, kesin kalacağım zaten bu sene.
Melankolim devam ediyor, bitmeyecek gibi. O değil de sonbaharın sonundayız ama hava sanki başındaymışız gibi. Ağaçların yaprakları dökülmedi daha doğru düzgün.
Çok canım sıkılıyor ("Sıkı can iyidir" esprisi yapanı döverim), zaten melankolik, nostaljik ve nedenini kendim de bilmediğim şekilde sınav stresi yaşayan bünyenin üstüne geldi, tam oldu. Aslında internet denen hıyar doğru düzgün çalışsa günün en azından büyük bölümü geçecek. Evde okumadığım kitap falan da yok; aklıma yazacak bir şeyler zaten ne zamandır gelmiyor. (Hikaye anlamında. Tek bir cümle var aslında ama onu olaya nasıl yedireceğimi bilmiyorum) TV'de de bir şey yoktur, neden olsun zaten? Hah, internetin doğru düzgün çalışmasına gelince; bazı zamanlar bir şeyler izleyebiliyorum, bazı zamanlar izleyemiyorum. Sabah çalışıp ikindiden sonra ölüyor mu yoksa tamamen rastgele mi ölüp diriliyor ne oluyor onu çözemedim daha.
Eve kapanıp bir hafta durasım var. Bir de az önce kılıca gözüm takıldı, bir süre baktım. Kendimi doğrayacak kadar cesur biri değilim, bunu zaten biliyorsunuz; keşke bunu benim için yapacak biri olsaydı. Aslında bir süredir ne orman ne göl ne deniz görmedim, belki biraz o tarz bir yerde bulunsam kendime gelirim. Elime bir bıçak verip beni aç kurtların arasına atabilir misiniz acaba? O kadar sıkılıyorum. Aslında güzelcene delirsem hiç böyle sıkıntılarım olmayacağına inanıyorum, gerçek olmadığını bildiğim kurgu ve hayaller böyle zamanlarda acı veriyor; onları gerçeklik varsayabilseydim o kadar güzel olurdu ki... Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum ama bir şeyler yapmazsam da kafayı yiyeceğim, sonuç olarak... Hayır, sonuç falan yok.
Bir de Çanakkale'de bir saat kulesi var, kaç sefer önünden geçtim hiç ilgimi çekmemiş. Üstünde Osmanlıca bir yazı var, yalnız nasıl bir hat kullanmışlarsa şın'ları se, ze'yi üstünde nokta olan bir vav olarak okudum. (Ötreli vav sandım önce, "Ulan o/u/ö/ü'yle başlayan böyle hangi kelime var?" diye düşündüm.) Neyseki kenarda ne yazdığı yazıyor. Bayağı güzel bir kuleydi, bir ona bakıyorum, bir de günümüzün apartmanlarına bakıyorum... İster eski kafalı deyin, ister fonksiyonellik ve bütçeden bahsedin; eski binalar yenilere göre katbekat güzeller. Ne kadar eski olduğu önemli değil, milattan öncenin mermer binaları bile günümüzün beton apartmanlarından daha güzel.
Nostalji yapasım var, hâlâ. Orijinal Çocuklar Duymasın, Komedi Dükkanı, İnce İnce Yasemince (2000-2005 arasındaki, orijinali 95'te yayınlanmış lan. Ya da tekrarları da olabilir ama bir şekilde yayınlanıyordu, hatırlıyorum ben)... Haneler diye bir skeç programı vardı, muhtemelen çoğu kişi hatırlamaz bile. Hatırlayanların da Yeşilçam klasikleriyle dalga geçen "Yaban" gibi bir ismi olan skeç serisini en net hatırladığını düşünüyorum (En azından ben en net bunu, bir de jenerik içinde geçen "Dershaneler zaten para tuzağı" kısmını hatırlıyorum). Hayat Bilgisi vardı bak (ders olan değil, dizi olan), Show TV'nin yazın her günü bütün gün Doktorlar dizisini yayınladığı günleri gördüm ben. Facebook'ta (o zamanlar terk edilmiş köy modunda değildi tabi) "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" diye espriler dönüyordu. Bu hatıraların en eskisi yirmi yıllık ama sanki hepsinin üzerinden bin yıl geçmiş gibi geliyor. Facebook'ta oyunlar vardı: Millet gece üçte uyanıp Farmville'de domates suluyordu, bir akvaryum oyunu vardı, kedi-köpek benzeri ne olduğu anlaşılmayan bir karakteri yönettiğin günlük hayat oyunu vardı. Bayağı o karakterle balık tutuyor, restorana gidiyor, evini dekore ediyordun. Hiç yaşamadığım zamanlara özlem duyan biri olarak, nostalji hastası olmam tabi ki kaçınılamaz. Kendisinin var olmadığı zamanlara özlem duyan biri, kendi geçmişine toz konduramaz. Avrupa Yakası vardı bak, şimdi hatırladım. Üsküdar'a Giderken diye dizi vardı, kısa sürdü galiba. (On üç bölüm sürmüş, gecenin bir yarısı yayınlanıyordu zaten) Otuz yıl sonra bu kez Leyla ile Mecnun'u da katarak (onu şimdi katmak yemez, o kadar eski değil o; bir de hâlâ popüler, yeni nesiller de biliyordur) yeniden nostalji yapacağım. O değil de 2014'te bitmiş L&M, onu da katıyorum nostaljiye, hadi bakalım. Yine de onu bilmeyen olacağını sanmıyorum. O değil de kime nostalji yapıyorum lan ben? Size ne, kime yapıyorsam yapıyorum, Allah Allah... Kendi kendime nostalji yapıyorum burada, yarı-deliyim ama zararsızım. Yani, zararsız sayılırım diyelim. Çoğunlukla zararsızım... Çoğunlukla zararsız, evet, bu iyi oldu. Bu ifadenin (çoğunlukla zararsız) nereden olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de araştırsın bulsun kardeşim, uğraştırmayın beni. Eskiden DVD yoktu, Flash bellek yoktu; ne vardı biliyor musunuz? (Nostaljiye devam, evet. Çabuk devam ettim dikkat edersen) VCD vardı! Age of Empires II'yi önceki yazıda yazdım mı? Eycof 2. Eycof hatta. Bilen biliyor bu eycof muhabbetini. Bak önceki yazıda Beyblade hakkında yazmak istediğim bir şey sonradan aklıma geldi. Bildiğin beyblade satılırdı, tepside oynardık. Aslında onların bayağı arenaları falan da satılırdı da pahalıydı o arena marena. (Ya da ne gerek var diye düşünmüş de olabilirim ama sonuçta arena almaya hiç yeltenmemiştim) Onlar da genelde dandik, plastik gibi bir şeyden yapılan şeylerdi; bir de metal olanları vardı. Bir milyoncudan bir tane metal almıştım, iki günde parçalandı lan. Diğer metallere göre çok ucuzdu yalnız, normal herhalde. Ondan sonra plastik beybladelere döndüm haliyle. Laptop da yoktu eskiden, masaüstü bilgisayar vardı. Nokia vardı Nokia, şimdi batık olan telefon firması, Iphone'dan önce Nokia vardı, öyle bir şeydi Nokia, piyasayı silip süpürürdü. Snake II'ye hiç girmiyorum, gözüme nostalji kaçacak yoksa.
Lan arkadaşım ben bir diziyi izlemek için üç ayda bir site değiştirmek zorunda mıyım? Bu dizi siteleri neden ölüp ölüp duruyorlar?
Neyse, ben nostaljiye devam edeyim: TRT 1'de Kim Possible vardı, bunu bilip de hatırlamayan yoktur herhalde. Mayın Tarlası vardı, Windows XP'deki; Pinball (Space Cadet) vardı.
Telafi dersleri kadar iğrenç az şey gördüm. Bir rahat edelim yok. Bu arada vizeler yaklaşınca benim kafa da biraz gitti. İstemiyorum okumak ya, kesin kalacağım zaten bu sene.
Melankolim devam ediyor, bitmeyecek gibi. O değil de sonbaharın sonundayız ama hava sanki başındaymışız gibi. Ağaçların yaprakları dökülmedi daha doğru düzgün.
Çok canım sıkılıyor ("Sıkı can iyidir" esprisi yapanı döverim), zaten melankolik, nostaljik ve nedenini kendim de bilmediğim şekilde sınav stresi yaşayan bünyenin üstüne geldi, tam oldu. Aslında internet denen hıyar doğru düzgün çalışsa günün en azından büyük bölümü geçecek. Evde okumadığım kitap falan da yok; aklıma yazacak bir şeyler zaten ne zamandır gelmiyor. (Hikaye anlamında. Tek bir cümle var aslında ama onu olaya nasıl yedireceğimi bilmiyorum) TV'de de bir şey yoktur, neden olsun zaten? Hah, internetin doğru düzgün çalışmasına gelince; bazı zamanlar bir şeyler izleyebiliyorum, bazı zamanlar izleyemiyorum. Sabah çalışıp ikindiden sonra ölüyor mu yoksa tamamen rastgele mi ölüp diriliyor ne oluyor onu çözemedim daha.
Eve kapanıp bir hafta durasım var. Bir de az önce kılıca gözüm takıldı, bir süre baktım. Kendimi doğrayacak kadar cesur biri değilim, bunu zaten biliyorsunuz; keşke bunu benim için yapacak biri olsaydı. Aslında bir süredir ne orman ne göl ne deniz görmedim, belki biraz o tarz bir yerde bulunsam kendime gelirim. Elime bir bıçak verip beni aç kurtların arasına atabilir misiniz acaba? O kadar sıkılıyorum. Aslında güzelcene delirsem hiç böyle sıkıntılarım olmayacağına inanıyorum, gerçek olmadığını bildiğim kurgu ve hayaller böyle zamanlarda acı veriyor; onları gerçeklik varsayabilseydim o kadar güzel olurdu ki... Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum ama bir şeyler yapmazsam da kafayı yiyeceğim, sonuç olarak... Hayır, sonuç falan yok.
1 Kasım 2019 Cuma
Sebepsiz, Amaçsız, Konusuz, Nostaljik ve Diğer Her Şey
Bu sıralar yine sebepsiz bir mutsuzluk, gereksiz, amaçsız bir hüzün var üstümde. Herhangi bir şey yapasım yok, en ufak duygusallık içeren yazı halimi harap ediyor. İyi ki dramdan boğulacak gibi olunan dizileri izlemiyorum. Dram dizisi izleyeceğime haberleri ya da "Hani marjinal bizdik?" temalı (aslında tema için aynı espri kapsamındaki trenli cümleyi kullanacaktım ama vazgeçtim) gündüz programlarını izlerim, birbirinden çok da farklı değiller zaten. Gülmek bile istemiyorum.
Bu arada aksi gibi günlük dizilere (annem hâlâ burada) maruz kalmamak için günde kaç saat müzik dinliyorum (bir bu durumda bir yolculukta müzik dinliyorum zaten, diğer zamanlarda nadir) -ayrıca aq yapımcıları, beş saat süren dizi maratonu mu olur? Biri bitiyor biri başlıyor. Hepsi de birbirinin aynı zaten-, onlar da hep hüzünlü şarkılara denk geliyor. Nankai Renai, Hanların Önüne Hasır Yayıldı, Mistletoe ~ the Tree of Reincarnation'ın hepsi art arda denk gelebilir mi aq? Gönder, Yemen Türküsü'nü de gönder.
Normalde savunma mekanizmam dalga geçmektir. En ufak komik şeye gülmek vesaire. Onu yapasım olmadığı zaman bu hale geliyorum.
Ya da günlük dizilere az da olsa maruz kalmak bunun sorumlusu, bilemiyorum.
Şu daha önce bahsettiğim etli çiğ köfteyi yaptım, güzel oldu. Uğraşılmaz ama onunla.
Hayır aq bilgisayarı zaten ne zaman kapanacağı belli değil, işimin ortasında çat diye kapanıyor. Bir de yarım saatte açılıyor puşt, yok "D'de yer kalmadı" (Kalmaz tabi, ben sana iptal et dedim o yedeklemeyi, inadına devamlı yedekleme yapmaya çalışıyorsun), yok "Steam arkadaş listesine bağlanamadı" (Bu internetle bildirimi gönderebildiğine şükret) diye bildirimlerle zamanımı harcıyor ya!
Bildirimi kapat, geri ekrana tıkla, devam et... Bu ne lan?
Hiç Komik Değil diye Youtube kanalı var, videolarından bazılarını zaten biliyordum da kanalı da öğrenmem iyi oldu.
Yarın internet kendini yenileyecek mi bakalım? Ayın birinde mi yenileniyor bu, ne zaman yenileniyor, onu da bilmiyorum ki.
Yazıya devam edesim bile yok, öyle bir çökmüşlük dönemindeyim. "Neden çöktün lan?" derseniz, cevap yok. Herhangi bir şey olmadı hayatımda, ya bu sonbaharın etkisi, ya günlük diziler, ya saçma ve tersten bir aydınlanma, ya da başka bir şey...
Yalnız bu saçma ruh haline geldiğimde düşünmeye başladım.
Hatalarım oldu, pişmanlıklarım var... Bunlar hakkında düşüncem, bir şekilde düzeltme şansım olsa bile düzeltmezdim. Onlar bugünkü hayatımın, bugünkü kişiliğimin yapıtaşları. Bunun için herhangi bir dayanağım yok ama bana göre kişiliğin küçük bir kısmı doğuştan gelirken büyük kısmı yaşadıkça oluşur. Ha bugünkü hayatımdan çok da memnun değilim ama hatalarımı düzeltseydim daha başka hatalar yapıp iğrenç bir hayat yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Şimdi sadece bunları hakkımdaki diğer bütün saçmalıklarla (bkz. bir ya da iki önceki yazı) birlikte yüklenip kabullenip yoluma devam etmem gerekiyor. Bir şeyleri ardımda bırakmak... Çoğu şey için bunu yapamıyorum, (D bir s... git hasta etme adamı, biliyoruz yer kalmadığını) bazı şeylere yapmışlığım (en azından yaptığımı düşünmüşlüğüm) var ama... Eh, bu bu kadar. Sadece daha fazla saçmalık, çok bir şeyi değiştirmiyor.
Bu aralar nostalji yapasım var bir de, ilginç bir şekilde. Geçmiş geçmişi açıyor herhalde... Noel Dayı vardı, Koca Kafalar Baba Haber vardı, orijinal/ilk ÇGHB vardı (ÇGHB 2'yi de seviyorum ama orijinalinin yerini tutmuyor be), hayal meyal hatırladığım Satanizm olayı vardı (ya da bizim oralarda biraz daha geç bitti o muhabbet, öyle de olabilir. 2003 falandı diye hatırlıyorum. Bilmeyen ya da hatırlamak isteyen Ekşi'de "Satanizmin satanizm olduğu yıllar", "90'lar sonu 2000'ler başındaki satanizm furyası" gibi başlıklara bakabilir ya da internetten araştırabilir), daha önce de bahsettim Oyunlar1, Kral Oyun vardı, Michael Jackson'ın ölümü vardı... Pokemon vardı, Beyblade vardı. (Ben Beyblade'ciydim bu arada, Pokemon'a dair pek bir şey hatırlamıyorum gerçi. Çok net tek bir sahne hatırlıyorum, orada da zaten sebebini hatırlamasam da kanal değiştirmiştim -normal bir sahneydi bu arada, aklınıza acayip acayip şeyler gelmesin.- Birbirine çok yakın iki "bu arada" anlatım bozukluğu mu acaba?) Age of Empires II vardı... Cartoon Network'ün açılışı (Türkiye'ye gelişi diyelim), Facebook'un Türkiye'ye gelip popüler oluşu... Şimdi can çekişen Facebook, sadece birkaç iyi yapımı kalan (hatta onlar da bitti galiba, sadece Adult Swim var artık ki o da Türkiye'de yok o yüzden bahsetmeye dahi lüzum yok) CN... Bu hatıralar şimdi nispeten yeniler ama otuz-kırk yıl sonra eski şeyler olacaklar, ben de bunları gençlere anlatıp kafa şişireceğim. Öyle bir gelecek planım bulunmakta.
Bu yazıyı da bölük pörçük, farklı zamanlarda yazıyorum bu arada. Bunu iki sebepten yapıyorum: Birincisi her gün yazı yayınlamak istemiyorum (sebebi yok), ikincisi de o sırada bahsedeceğim tek paragraf, hatta bir cümle olabiliyor; aynı yazıda toplama avatajı sağlıyorum.
O değil de yıl oldu 2019, hâlâ millete Boku no Pico öneren var. Artık yeniler bile yemiyor bu olayı.
Öğlen bilgisayar kapandı, bir süre açılmadı. Yarın tamire götüreceğim artık, şart oldu. "Bunun pilinde sorun yok" diyen o bilgisayarcıyı bir bulursam! Yedeklememi de yaptım (Flash diske yedekleme yapmak), rahatım.
Hâlâ biraz melankoliğim ama öyle saçma bir yarı depresif ruh halinde değilim artık.
Bu arada aksi gibi günlük dizilere (annem hâlâ burada) maruz kalmamak için günde kaç saat müzik dinliyorum (bir bu durumda bir yolculukta müzik dinliyorum zaten, diğer zamanlarda nadir) -ayrıca aq yapımcıları, beş saat süren dizi maratonu mu olur? Biri bitiyor biri başlıyor. Hepsi de birbirinin aynı zaten-, onlar da hep hüzünlü şarkılara denk geliyor. Nankai Renai, Hanların Önüne Hasır Yayıldı, Mistletoe ~ the Tree of Reincarnation'ın hepsi art arda denk gelebilir mi aq? Gönder, Yemen Türküsü'nü de gönder.
Normalde savunma mekanizmam dalga geçmektir. En ufak komik şeye gülmek vesaire. Onu yapasım olmadığı zaman bu hale geliyorum.
Ya da günlük dizilere az da olsa maruz kalmak bunun sorumlusu, bilemiyorum.
Şu daha önce bahsettiğim etli çiğ köfteyi yaptım, güzel oldu. Uğraşılmaz ama onunla.
Hayır aq bilgisayarı zaten ne zaman kapanacağı belli değil, işimin ortasında çat diye kapanıyor. Bir de yarım saatte açılıyor puşt, yok "D'de yer kalmadı" (Kalmaz tabi, ben sana iptal et dedim o yedeklemeyi, inadına devamlı yedekleme yapmaya çalışıyorsun), yok "Steam arkadaş listesine bağlanamadı" (Bu internetle bildirimi gönderebildiğine şükret) diye bildirimlerle zamanımı harcıyor ya!
Bildirimi kapat, geri ekrana tıkla, devam et... Bu ne lan?
Hiç Komik Değil diye Youtube kanalı var, videolarından bazılarını zaten biliyordum da kanalı da öğrenmem iyi oldu.
Yarın internet kendini yenileyecek mi bakalım? Ayın birinde mi yenileniyor bu, ne zaman yenileniyor, onu da bilmiyorum ki.
Yazıya devam edesim bile yok, öyle bir çökmüşlük dönemindeyim. "Neden çöktün lan?" derseniz, cevap yok. Herhangi bir şey olmadı hayatımda, ya bu sonbaharın etkisi, ya günlük diziler, ya saçma ve tersten bir aydınlanma, ya da başka bir şey...
Yalnız bu saçma ruh haline geldiğimde düşünmeye başladım.
Hatalarım oldu, pişmanlıklarım var... Bunlar hakkında düşüncem, bir şekilde düzeltme şansım olsa bile düzeltmezdim. Onlar bugünkü hayatımın, bugünkü kişiliğimin yapıtaşları. Bunun için herhangi bir dayanağım yok ama bana göre kişiliğin küçük bir kısmı doğuştan gelirken büyük kısmı yaşadıkça oluşur. Ha bugünkü hayatımdan çok da memnun değilim ama hatalarımı düzeltseydim daha başka hatalar yapıp iğrenç bir hayat yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Şimdi sadece bunları hakkımdaki diğer bütün saçmalıklarla (bkz. bir ya da iki önceki yazı) birlikte yüklenip kabullenip yoluma devam etmem gerekiyor. Bir şeyleri ardımda bırakmak... Çoğu şey için bunu yapamıyorum, (D bir s... git hasta etme adamı, biliyoruz yer kalmadığını) bazı şeylere yapmışlığım (en azından yaptığımı düşünmüşlüğüm) var ama... Eh, bu bu kadar. Sadece daha fazla saçmalık, çok bir şeyi değiştirmiyor.
Bu aralar nostalji yapasım var bir de, ilginç bir şekilde. Geçmiş geçmişi açıyor herhalde... Noel Dayı vardı, Koca Kafalar Baba Haber vardı, orijinal/ilk ÇGHB vardı (ÇGHB 2'yi de seviyorum ama orijinalinin yerini tutmuyor be), hayal meyal hatırladığım Satanizm olayı vardı (ya da bizim oralarda biraz daha geç bitti o muhabbet, öyle de olabilir. 2003 falandı diye hatırlıyorum. Bilmeyen ya da hatırlamak isteyen Ekşi'de "Satanizmin satanizm olduğu yıllar", "90'lar sonu 2000'ler başındaki satanizm furyası" gibi başlıklara bakabilir ya da internetten araştırabilir), daha önce de bahsettim Oyunlar1, Kral Oyun vardı, Michael Jackson'ın ölümü vardı... Pokemon vardı, Beyblade vardı. (Ben Beyblade'ciydim bu arada, Pokemon'a dair pek bir şey hatırlamıyorum gerçi. Çok net tek bir sahne hatırlıyorum, orada da zaten sebebini hatırlamasam da kanal değiştirmiştim -normal bir sahneydi bu arada, aklınıza acayip acayip şeyler gelmesin.- Birbirine çok yakın iki "bu arada" anlatım bozukluğu mu acaba?) Age of Empires II vardı... Cartoon Network'ün açılışı (Türkiye'ye gelişi diyelim), Facebook'un Türkiye'ye gelip popüler oluşu... Şimdi can çekişen Facebook, sadece birkaç iyi yapımı kalan (hatta onlar da bitti galiba, sadece Adult Swim var artık ki o da Türkiye'de yok o yüzden bahsetmeye dahi lüzum yok) CN... Bu hatıralar şimdi nispeten yeniler ama otuz-kırk yıl sonra eski şeyler olacaklar, ben de bunları gençlere anlatıp kafa şişireceğim. Öyle bir gelecek planım bulunmakta.
Bu yazıyı da bölük pörçük, farklı zamanlarda yazıyorum bu arada. Bunu iki sebepten yapıyorum: Birincisi her gün yazı yayınlamak istemiyorum (sebebi yok), ikincisi de o sırada bahsedeceğim tek paragraf, hatta bir cümle olabiliyor; aynı yazıda toplama avatajı sağlıyorum.
O değil de yıl oldu 2019, hâlâ millete Boku no Pico öneren var. Artık yeniler bile yemiyor bu olayı.
Öğlen bilgisayar kapandı, bir süre açılmadı. Yarın tamire götüreceğim artık, şart oldu. "Bunun pilinde sorun yok" diyen o bilgisayarcıyı bir bulursam! Yedeklememi de yaptım (Flash diske yedekleme yapmak), rahatım.
Hâlâ biraz melankoliğim ama öyle saçma bir yarı depresif ruh halinde değilim artık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)