Daha önce "Denizkabuklarına para vermek istemiyorum, sadece nadir veya aşırı derecede güzel denizkabuklarına para veririm" demiştim... Bugün Gökçeada, Kaleköy'de denizkabukları satan bir yere gittim de yok arkadaş, ben denizkabuğuna para verirmişim, onu anladım. Resmen içim gitti o denizkabuklarını görünce.
Gökçeada'ya gelirken biraz stresliydim, okula sövüp durdum yolda ama adada kaldığım eve girince içimi bir huzur kapladı yeminle, pamuk gibi oldum.
Denizkabuğuna dönersek (evet, denizkabuğu anlatasım var. Odağım biraz denizkabuğuna kaydı galiba) çok güzel, parlak yeşil deniz salyangozu kabukları vardı. (Doğal rengi yeşil bu arada, zaten boyalı denizkabuklarının benim açımdan bir değeri yok)
Aslında yol boyunca ve birkaç gün önceden beri "gezgin bir şekilde kılıçla karpuz kesme gösterisi yaparak zengin olabilir miyim?" hesabı yapıyordum, daha önce 2+ yıl boyunca sürdürmem gereken gaz gidip sadece saçma bir yorgunluk kalmıştı üstümde ama buradaki evime girince yeniden o hırsa, gaza sahip oldum.
Niye bu böyle birden fazla hikayeyi anlatıp bunları bir bölüm biri bir bölüm diğeri şeklinde anlatan bir dizinin senaryosuna benzedi onu da bilmiyorum, bu konuda hiçbir fikrim yok. Senaryo demişken, bir çok şeyi yazmayı denedim. Şiir (farklı türlerde), hikaye, ranobe, roman, korku hikayesi, tiyatro, karagöz oyunu, destan, türkü benzeri şiir sayılabilecek bir şey vesaire... Ortaya konulan eserin kalitesi ve değeri tartışılabilir olsa da hepsini bir şekilde yazmayı başardım (romanlardan tek birini bile tamamlayamamam başka bir konu), senaryo yazmayı denediğimdeyse kesinlikle beceremedim. Diyaloglar nasıl yerleştirilmeli, tasvir nasıl yapılmalı, hiçbir fikrim yok ve okuduğum (okumaya çalıştığım, senaryo okumak bazı açılardan zor) senaryolar da kafamı iyice karıştırdı, artık senaryo yazmaya çalışmıyorum. Aslında hikaye veya tiyatro şeklinde (senaryonun tiyatro şeklinde yazıldığını düşünmüştüm ama alakası yokmuş) bir senaryo yazabilirim belki ama o senaryoyu biri kullanmayacaksa niye hikaye veya tiyatroyu senaryoya çevireyim ki?
Gidip görmek istediğim birçok ülke var (çoğu olmasa da olur konumunda ama özellikle görmeden ölmek istemediğim birkaç yer var.), oralarda kıyı şeritleri hiç mi hiç ilgimi çekmiyor. Yüzen bir insanım ama çoğu zaman deniz kenarında oturup denizi izlemeyi yüzmeye tercih ediyorum. Bunda birçok konuda olduğu gibi yüzmede de son derece beceriksiz olmamın ve miyopluk dolayısıyla yüzerken doğru düzgün bir şey görememin hatırı sayılır payı olduğunu düşünüyorum. Neyse, kıyı şeritlerine denizi izlemek ya da denizkabuğu toplamak için gidebilirim, iyi şeyler bulacağımı düşünüyorum (Sonuçta her denizin, her kıyının faunası farklı).
Duvarlar hakkında karışık duygularım var. Duvarların içinde kendimi güvende hissediyorum ama duvarlar bana hep özgürlüğüme bir engelmiş gibi geliyor, bütün duvarları parçalayasım gelebiliyor bazen. Ayrıca evde devamlı durunca içim sıkılıyor her ne kadar evcimen bir insan da olsam, illaki dışarı çıkıp hava almam gerekiyor (bunaldığım için karda kışta dışarı çıkıp beş dakika sonra eve geri girdiğim çok olmuştur), duvarlar üstüme üstüme geliyormuş gibi oluyor. Sanki bana karabasan. Sonra bağlayacağım bir konu olduğu için paragraf açmadan yazıyorum: Farklı bir ortama girdiğimde (girmek zorunda kaldığımda diyelim) kolayca stresleniyorum (şimdi o zaman benim bir balıktan ya da kertenkeleden farkım nedir?) ama devamlı aynı yerde de duramıyorum. Ayda bir kez farklı bir yerlere gidip görmem gerek, bir aydan fazla aynı yerde durmak bana zulüm oluyor. Farklı yer demişken şehir dışı veya daha önce gitmediğim bir yeri kastetmiyorum, tabi öyle de olur ama aşağı mahalleye inmem de yeterli oluyor çoğu zaman. Bu iki durumu, yani duvarlar konusundaki olumsuz düşüncelerimi ve devamlı aynı yerde duramamamı Ahmed Vefik Paşa tarafından ferman zoruyla yerleşik hayata geçirilmiş (ve aradan geçen 143 yıla rağmen -kesin yerleşme tarihi 1876, anlatılanlara ve Ahmed Vefik Paşa'nın Bursa valisi olduğu döneme bakınca fermanın tarihi çok daha eski, muhtemelen 1860'larda bir tarih, bugün köyün olduğu bölgeye ilk yerleşke 1850- hâlâ tam yerleşik hayata geçememiş, halkı Bursa'ya, İstanbul'a, Eskişehir'e ve Marmara'nın hemen her yeri ile yurdun birçok köşesine dağılmış, yılın yarısını veya en azından bir mevsimi köyde geçirip geri kalanını ilgili şehirde geçiren, yani fahri olarak hâlâ göçebe sayılabilecek bir halka sahip) bir Yörük köyünden gelmeme bağlıyorum.
Aklıma başka da bir şey gelmediği (ve aklıma güzel bir başlık geldiği) için burada bitiriyorum. Ha bu arada şu bahsettiğin köy nerede ulan, diye sorarsanız Bilecik/Pazaryeri'de. Zaten iki tanecik Yörük köyü var ilçede, her şeyi de benden beklemeyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder