Tamam, okula dair bütün hırsımı kaybettim, yine. Oku, çalış, bir yerlere gel... Aslında bunun tek sebebi bir NEET olarak yaşamak istememdi, o yüzden de bir güvenceye ihtiyacım vardı... Ama artık... Bu konudan çok uzaklaştım, önünde sonunda çalışmadan yaşayabileceğim bir hale gelsem de... Arrrh, bu çok sinir bozucu. Cidden, cidden, cidden... Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Koltuğa uzanacağım, üstüme kılıcımı koyacağım ve ölümü bekleyeceğim.
Keşke bu kadar korkak olmasaydım da evde kalıp bir şekilde kazanacak bir şeyler yapabilseydim. Daha önce bahsettim, hayatımı kimseye minnet etmeden, istediğim zaman istediğim yere giderek ve istemediğim zaman da evden çıkmadan geçirmek isterim. Hikikomori olduğum günleri özlemeye başladım ki kesinlikle hayatımın a... koyduğum dönemlerdi, yani yakın zamana kadar hatırlamak bile istemiyordum.
Sadece bir şeyler yazarak istediğim şekilde yaşayabilseydim keşke ama Türkiye şartlarında bu mümkün değil, benim yazdığım şeyleri bitirememe sorunum ve fantastik-ortaçağ takıntılı temalarım da var, o da beni zorlayacak bir şey.
Eskiden gidip ormanın ortasında yaşamak isterdim ama... Teknolojiyi birazcık sevmeye başladım, yani elektriğe ve internete ihtiyacım olacak. Zaten gidip ormanın ortasında yaşamak da çeşitli yasal ve ekonomik sebeplerle mümkün değil.
İçim sıkıldı, neden böyle oldu ki? Hep okul yüzünden, zaten pazartesiye aynı hocanın iki dersini art arda koymuşlar, kafayı yedirtiyor insana.
Bari FRP oynayacak bir grubum falan olsaydı da kendimi başka bir evrene kaptırıp iş, okul gibi şeyleri unutsaydım.
Cidden, bir NEET olarak yaşamak için bir güvence elde etmek için çok çalışmak... Bu düşüncenin kendisi bile çarpık. Artık umursamıyorum, ne olacaksa olsun.
Sınavlara girmesem mi ki? Sadece iki yıl... Okul için sadece iki yıl, sonra en az beş yıl da çalışma olmak zorunda. Güvenceme, bağlarıma, isteğime ne olacak?
O güvenceyi elde edebilecek miyim ki? Kaç kişi elde edebiliyor? Bu neredeyse imkansız değil mi?
Bıkma, diğer şeyler... Belki de hapları bırakmamalıydım. Doktora sormadan kendi kafana göre içmemeye başlarsan bu olur işte.
Şimdiye kadar hiç içki içmedim, belki de başlamalıyım. Gerçi bir kere kımız içmiştim. Beynimi uyuşturmaya ihtiyacım var, belki duvara kafa atmak bunun için yeterli olur.
Zaten saçma sapan bir hastalığım var, hasta gibi değilim ama burnum akıyor ve bir türlü geçmedi aq şeyi.
Samhain'de kendimi mi öldürsem? Hayır, öyle bir şey yapacak kadar cesur değilim. Korkağın tekiyim ben. Korkak, beceriksiz, içten pazarlıklı... Rol yapmazsan sevilmezsin, rol yaparsan kendinden nefret edersin. Hangisini seçmeli? İnsanların beni sevmesi çok da umurumda değil ama bu beni rol yapmaktan alıkoymuyor.
Bu başka bir konu, şu anda... Şu anda... Şu anda ne? Saçmalık, saçmalık, saçmalık... Keşke tertemiz delirsem, ne güzel olur. Yarı deli olmak çok zor.
İç karartıcı ve diğer şeyler, belki... Ah, neyse ne, çalışmaya devam edeceğim. Gerçi bu halde verim alamam ya neyse. Retro, dolunay, bir şey mi var lan? Niye böyle yamuldum ben? Evet, bunun sebebi muhtemelen o ödev. Hâlâ yapamadım kendisini... Son kez soruyorum: Ne? Hayır, sormuyorum pek bir şey.
Denizkabuğu, denizkabuğu, denizkabuğu ah ne güzel... Keşke ortam sesim olsa, böyle alttan alttan müzik çalsa. Hepsi kendime ait bahçeli bir evim olursa yapacağım onu, burada duvarlar kağıt inceliğinde, Balıkesir'de de hem apartman hem de evde bir sürü kişi var.
Hayır, bunun sebebi muhtemelen... Muhtemelen... Fikirlerden çok çabuk vazgeçiyorum, cümlelerimin sonunu getiremiyorum. Nedeni belli tabi, böyle yamulmuş halde bulunmam.
Bunları daha sonra konuşuruz. Konuş... Neyse ne be.
Artık yalnız ölecek olmayı umursamıyorum, umursadığım tek şey bir NEET olarak ölmek istemem. Ya da öğrenciyken... Sonuç olarak ya bir an önce çabuk ya da lanet dünyadaki lanet işimi halledip lanet olası bir şekilde çalışmadan yaşayabilmeye başladıktan sonra. Yanlış anlaşılmasın, oradaki lanetler "fuck" olan lanetler.
Artık... eh... O zaman hadi benim yeterince kafam bozuk, siz moralinizi bozmayın.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
29 Eylül 2019 Pazar
28 Eylül 2019 Cumartesi
Kılıcı Unutma, Yabanmersini ve Göl-Akvaryum (Bu ne biçim başlık la?)
Yine, yeni, yeniden ne yazacağım hakkında bir fikrim yok.
Uzun zaman sonra talimlere yeniden başlayayım dedim, o kadar çok dinlenince vücudun a... koymuşum. Kılıç tutmayı unutmuşum lan, kaldıramadım kılıcı, kolum kopacaktı. Katana saplı şemsiyeler var, belki görmüşsünüzdür; o şemsiyelerden bir tane var bende de, onu da talim için kullanıyorum. Shinai'ım yok lan ne yapayım. Hah, onu aldım; onu da savurmayı unutmuşum. Bir yayı çekmeyi unutmamışım, o da zaten diğerlerinin aksine daha az süre bıraktım onu. Hayır, sadece kılıçla kalsa iyi; beş tane şınav çekemedim lan -amma çok lan dedim lan-, şınav çekmeyi unutmuşum. Ama ben bunu burada bırakmam, ağzını burnunu kıracağım o talimlerin, çarşamba günü (neden çarşamba? Çünkü salıyı tatil günüm olarak belirledim) başlayacağım, görecek onlar. Ben bu vücudu adam ederim, kafasını kırdırtmasın bana, kılıç tutmayı unutmak da neymiş be! Türkçede art arda soru işareti ve ünlem kullanılamaması çok sıkıcı bir durum, bazı duyguları vermek için o kombinasyona ihtiyaç var. Mesela o "be"nin sonunda aslında "!?" olması gerekiyor ama mecbur "!" oluyor.
Okul için ödev yapmam gerekiyor ama hiç yapmak istemiyorum, eh, diretmenin anlamı yok, önünde sonunda yapacağım. (Hâlâ "önünde sonunda" yerine "eninde sonunda" yazılması gerektiğini düşünüyorum bu arada ama TDK efendi önünde sonunda diyor.)
Düzgün bir buzdolabı, birkaç küçük boylu tencere, büyük bir fırın ve bir bulaşık makinesi istiyorum. Bak dün markete gittim, bulaşık eldiveni bakacaktım, unuttum. Yazmayınca böyle oluyor işte. Hafızayla ilgisi olan neydi, omega 3 müydü? Balık yememenin zararları. Yine de balık yemeye başlamayı düşünmüyorum. Balık yememeye nasıl ve neden başladığımı bilmiyorum ama kokusundan ve tadından nefret eder hale geldim. Unagi nigiri yemiştim gerçi, o güzeldi. Benim belli ki "balık şeklinde olan balıklar" ya da "klasik balıklar" ile sorunum var. Bak aklıma geldi, midye (ama dolma değil. Tavada pişecek), karides, kalamar ve surimi de seviyorum. Yani tadına baktığımda sevmiştim. Benim gerçekten belli ki "klasik balıklar" ile sorunum var, deniz ürünlerinden ziyade. Belki de olay kokuda bitiyordur, bu saydıklarımın kötü kokusu yoktu çünkü ama balık kokusuna kesinlikle dayanamıyorum. Neyse, konu dağıldı yine (Konu? Konu mu var? Hani?), bulaşık makinesi iyidir. Deterjandan elim çıkacak. Şimdi değil tabi ama kışın olacak, hep olur. Aq. Eved.
Yabanmersini çok güzel bir şey. Neden bu sevgimi böyle söyledim bilmiyorum ama yabanmersini aromalı olup sevmediğim pek bir şey yok: Yabanmersinli krema, yabanmersinli puding, yabanmersinli kefir (evet, öyle bir şey var.)... Yabanmersini buldum bir şekilde, sade sade üzüm gibi ağzıma attım, o zaman da sevdim. Kesinlikle tatlı değil bu arada, mayhoş bir tada sahip taze yabanmersini. Bildik bir tada benzetmem gerekse domates derdim ama kesinlikle tadının domatesle alakası yok. Belki ekşi üzüm falan denebilir benzer tat olarak? Neyse, işte ben de dedim ki "Yabanmersini soslu tavuk nasıl olur acaba?" Bir tarif uydurdum, bu akşam deneyeceğim bakalım. Aslında yabanmersininin tavuktan çok kırmızı ete yakışacağı izlenimi uyandı bak bende şu an, nedense. Neyse, tavuk üzerinden gözlem yaparım. A101 de bana gıcıklık yapan firmalar kervanına katıldı. Ne zaman gitsem son kullanma tarihine en fazla bir gün kalmış tavuklar oluyor. Pazar gidiyorum aynı, cuma gidiyorum aynı. Hangi gün geliyor lan bu tavuklar bu markete? Hayır Gökçeada'da Bim'in tavuğu güzel değil, yoksa gider Bim'den alırım. Aslında kasaptan da alabileceğimi biraz geç fark etmeseydim güzel olacaktı tabi. Gıcıklık demişken, aradığım çoğu şeyi katiyen bulamıyorum. Hayır başka zamanlar oluyor, ihtiyacım olmuyor. Kafayı yiyeceğim artık, bütün dünya toplandınız Gaslighting mi yapıyorsunuz lan bana? Hele spesifik bir markayı aramaya göreyim, asla ve kat'a bulamam. Arayıp bulamasam laf etmeyeceğim ha, olduğundan emin olduğum yere gidiyorum, yine bulamıyorum, yine bulamıyorum...
Kaguya-sama wa Kokurasetai mangasına başladım, zaten animesini sevmiştim, çok güzel lan. Konseye yeni kişi de katıldı, işler iyice eğlenceli hale geldi, hakdbakjsdkes. Benim internet yine öldü bu arada, Youtube haricinde herhangi bir şey izleyemiyorum. Eskiden ölürken Odnok açılırdı en azından, şimdi o da yok. Varsa yoksa Youtube. Benim bir ton izlemem gereken anime ve dizi var lan.
Bahsettiğim yeşil denizkabuklarından dayanamayıp aldım. Denizkabuğu falan satılan yerlerde denizyıldızları genellikle kum eleyen denizyıldızı (Astropecten bispinosus) oluyor. Bazen başka çeşitler de oluyor ama genellikle bu. Bu gereksiz bilgiyi neden verdiğim hakkında bir fikrim yok.
Sabah bir duş aldım, o sırada bir şey fark ettim: "Yüz verip astarını istemek" deyiminde hep yüz vermekle astar arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu merak etmiştim, bu deyimde yüzden kasıt giysinin yüzü, yani dış yüzeyi. Astar da iç yüzey ya da aradaki dolgu malzemesi (iki kullanımı da var). Demek ki günde üç kere falan duş alsam aydınlanıp ereceğim, hele bunu bir şelalenin altında yaparsam... Burada gülmeniz gerekiyordu, şakaydı bu.
Keşke bir gölüm olsaydı, bayağı kendime ait bir göl. Başkası kenarına gelemesin, balık tutamasın, bitki toplayamasın falan için değil de içindeki flora ve faunayı tamamen ayarlayabileyim diye. Öyle bir şey olsa Türkiye faunasına kayıtlı olan şu canlıları kesinlikle içine koymak isterdim (Fotoğraflarıyla birlikte listeliyorum, burayı atlayabilirsiniz de. Aslında listeleyip sonra akvaryum benzeri bir kolaj yapacaktım ama üşendim):
Sazan (Cyprinus carpio) Özellikle aynalı sazan ve koi. Hatta yukarıda koyduğum resim de zaten gümüş koi.
En az bir çeşit mersinbalığı, türü o kadar önemli değil.
Kurbağa ve suyılanı
Çeşitli su böcekleri, su örümceği (Argyroneta aquatica)
Doğu Avrupa kereviti (Astacus leptodactylus) ve yengeç
Salyangozlar ve mikroskobik su omurgasızları: Supiresi, Gammarus, tubifex falan. Sonuçta onca balığın yemeğe ihtiyacı var
Golyan (Phoxinus phoxinus)
Acıbalık (Rhodeus sericeus)
Aphanius mento. Eeeh, devamını direkt yazıyorum, bununla da uğraşamam. Arada merak ettiğiniz olursa internetten bakarsınız: Turna balığı (Esox lucius) (Pek sevilen bir balık değildir ama bence çok güzel bir balık), Yılanbalığı (Anguilla anguilla), Taşısıran (Cobitis taenia), Tatlısu levreği (Perca fluviatilis) (Sevdiğim az sayıdaki çiklitten biri), Kızılkanat (Scardinius erythrophthalmus), Zebra midye (Dreissena polymorpha) (Yerli türleri seven akvaristler tarafından pek hoşlaşılan bir midye değildir ama ben seviyorum), Kızılgöz (Rutilus rutilus), Dağ alası (Salmo macrostigma), Dere pisisi (Platichthys flesus), tatlısu horozbinası (Salaria fluviatilis), Siyah şeritli deniziğnesi (Syngnathus abaster) (Muhtemelen öyle bir durumda da olsa bulamam ama şurada hayal kuruyoruz, elleşmeyin iki dakika), çeşitli yerli karidesler, lepistes (Her ne kadar anavatanı Orta Amerika olsa da Türkiye de dahil dünyadaki çoğu ülkedeki su kaynaklarına bırakılıp uyum sağlamış durumda. Bir de dayanıksız denir bu balıklara, peh! Bu arada gambusyalarla karıştırmıyorum, gambusyalardan nefret ederim. Gerçekten lepistesten bahsediyorum), Havuz balığı (Carassius carassius) (Japonbalığının yabanisi, başka bir şey değil), Japonbalığı (Carassius auratus) (Her ne kadar seçici üretimle üretilmiş bir balık olsa da uzakdoğudan Türkiye'ye dek Asya'daki çok çeşitli su kaynaklarına bir şekilde karışıp yerleşmiş balıklardır.), dere kayabalığı (Gobio gobio) (En sevdiğim yerli dip balığı olur kendisi), Ankara çamur balığı (Nemacheilus angorae) (Bir zamanlar Ankara civarına endemikken -adından da belli- bir şekilde bütün Ortadoğu'ya yayılan bir balık kendisi.), Barbatula barbatula (Ne yapayım, seviyorum dip balıklarını), çeşitli su kaplumbağaları, burduricus (Çok sevdiğim bir balıktır kendisi. Burdur dişlisazancığı), kangal balığı (Garra rufa. Hani şu Sivas'ın kaplıca balıkları).
Henüz Türkiye sularına yerleşmemiş birkaç tür de istiyorum ama (Tabi oradaki doğal ortamın içine etmeyeceğinin testleri yapıldıktan sonra. Gerekli testler, denemeden yapılmadan salınan gambusyaların nelere neden olduğunu herhangi bir akvaryum forumundan öğrenebilirsiniz); bunlar zaten az olduğundan yukarıdaki gibi listeleyeceğim:
Tetrazon (Puntius tetrazona). Terörist bir balık olması, akvaryumda mafya kurup haraç kesmesi gibi nedenlerle tecrübeli akvaristlerce pek sevilmeyen, sevilse bile karma akvaryumlara dahil edilmeyen bir balıktır. Şaka bir yana kendinden küçük balıkları yer, kendinden büyük balıkların yüzgeç ve kuyruklarını yer, üstüne bir de sürü balığıdır ve dörtlü, altılı, sekizli gruplarla takılır, o sebepten de her ne kadar karma akvaryum balığı olarak geçse de karma akvaryumlara pek dahil edilmez. Neyse, benim bu balığa sevgimi şöyle anlatabilirim: Bunun bulaşmayacağı balıklarla (Siyah tetra mesela, kendileriyle hemen hemen aynı boyda ve sarkık kuyruk ve yüzgeçleri yok) bir akvaryum bile kurabilirim bu arkadaşlar için. Çok güzel balıklar aslında ama işte biraz gıcıklar.
Melekbalığı. Sevdiğim az sayıdaki çiklitten.
Frenatus ama albino frenatus. Kendisi top 10 akvaryum balığı listesi yapsam ilk beşe girer, o kadar seviyorum bu balığı.
Kırmızı gözlü tetra. En sevdiğim tetra türü. Bu arada kurduğum ilk "bilinçli" akvaryumda, yani neyi nasıl yapacağımı bilerek kurduğum ilk akvaryumda frenatus ve kırmızı gözlü tetralar vardı (bir de çöpçü balığı ve birkaç balık daha) bu iki balığa o yüzden kalbimde özel yer ayırmış olabilirim.
Aslında daha makrakanta (Ben yıllardır bu balığın adını makranta biliyordum lan. Makrakanta imiş) falan bir sürü balık sayabilirim ama bu kadar yabancı tür yeterli bir göl için. Dört bile fazla. Lepistes falan da var yabancı kontenjanından.
Peki ben bunu niye anlattım? Pek bilmiyorum ama şu şekil: Youtube gitti nereden önerdiyse akvaryum videoları önerdi, ben de içine düştüm, daraldım. Ama bir nano akvaryum kuracağım, Balıkesir'le burası arasında taşıyacağım, artık bu iş fazla oldu. Gerçi bitki, karides, salyangoz, belki cüce vatoz diye başladığım yolda akvaryum videoları yüzünden melekbalığı, discus (İkisi de kesinlikle o tür bir akvaryumda yaşayamaz), Beta, frenatus (Bu ikisi de karidesleri yer, affetmez; üstüne bir de birbirleriyle kavga ederler) falan istemeye başladım. Ha bitki için tabi ışık falan lazım, ohooo... Zormuş bu iş ya, ben nasıl sürdürdüm bunca sene? Neyse, o önemli değil. Bir şekilde hallederiz, filtre sesi duymamaktan kafayı yiyeceğim artık. (Eskiden yeşil filtreler vardı, ortalığı inletirlerdi çalışırken. Sonra hafif bir vızıltı çıkaran filtreler çıktı da rahat ettik) Bu arada o akvaryuma şu kırmızı gözlü tetralardan koyayım ben, "Belki lepistes" diyordum ama kırmızı gözlü tetralara karşı büyük bir hasretim var. Yer mi ki bunlar karidesleri? Yiyorlarmış ya, tüh. O zaman kırmızı gözlüler olmayacak. Belki neon tetra olur yine de, onlar da onlu grupla yaşıyor en az, oha be. O kadar yerim olsa zaten kocaman bir akvaryum kurarım. Büyük akvaryumları kesinlikle küçüklerden daha çok seviyorum. Öyle işte, o kadar. Şimdi Kaguya-sama okumaya devam edeceğim, bir yandan da Youtube'da başka akvaryum videolarına bakayım. Kafama s... Gerisini artık siz tamamlayın, so... mu sı... mı başka mı...
Uzun zaman sonra talimlere yeniden başlayayım dedim, o kadar çok dinlenince vücudun a... koymuşum. Kılıç tutmayı unutmuşum lan, kaldıramadım kılıcı, kolum kopacaktı. Katana saplı şemsiyeler var, belki görmüşsünüzdür; o şemsiyelerden bir tane var bende de, onu da talim için kullanıyorum. Shinai'ım yok lan ne yapayım. Hah, onu aldım; onu da savurmayı unutmuşum. Bir yayı çekmeyi unutmamışım, o da zaten diğerlerinin aksine daha az süre bıraktım onu. Hayır, sadece kılıçla kalsa iyi; beş tane şınav çekemedim lan -amma çok lan dedim lan-, şınav çekmeyi unutmuşum. Ama ben bunu burada bırakmam, ağzını burnunu kıracağım o talimlerin, çarşamba günü (neden çarşamba? Çünkü salıyı tatil günüm olarak belirledim) başlayacağım, görecek onlar. Ben bu vücudu adam ederim, kafasını kırdırtmasın bana, kılıç tutmayı unutmak da neymiş be! Türkçede art arda soru işareti ve ünlem kullanılamaması çok sıkıcı bir durum, bazı duyguları vermek için o kombinasyona ihtiyaç var. Mesela o "be"nin sonunda aslında "!?" olması gerekiyor ama mecbur "!" oluyor.
Shinai |
Düzgün bir buzdolabı, birkaç küçük boylu tencere, büyük bir fırın ve bir bulaşık makinesi istiyorum. Bak dün markete gittim, bulaşık eldiveni bakacaktım, unuttum. Yazmayınca böyle oluyor işte. Hafızayla ilgisi olan neydi, omega 3 müydü? Balık yememenin zararları. Yine de balık yemeye başlamayı düşünmüyorum. Balık yememeye nasıl ve neden başladığımı bilmiyorum ama kokusundan ve tadından nefret eder hale geldim. Unagi nigiri yemiştim gerçi, o güzeldi. Benim belli ki "balık şeklinde olan balıklar" ya da "klasik balıklar" ile sorunum var. Bak aklıma geldi, midye (ama dolma değil. Tavada pişecek), karides, kalamar ve surimi de seviyorum. Yani tadına baktığımda sevmiştim. Benim gerçekten belli ki "klasik balıklar" ile sorunum var, deniz ürünlerinden ziyade. Belki de olay kokuda bitiyordur, bu saydıklarımın kötü kokusu yoktu çünkü ama balık kokusuna kesinlikle dayanamıyorum. Neyse, konu dağıldı yine (Konu? Konu mu var? Hani?), bulaşık makinesi iyidir. Deterjandan elim çıkacak. Şimdi değil tabi ama kışın olacak, hep olur. Aq. Eved.
Yabanmersini çok güzel bir şey. Neden bu sevgimi böyle söyledim bilmiyorum ama yabanmersini aromalı olup sevmediğim pek bir şey yok: Yabanmersinli krema, yabanmersinli puding, yabanmersinli kefir (evet, öyle bir şey var.)... Yabanmersini buldum bir şekilde, sade sade üzüm gibi ağzıma attım, o zaman da sevdim. Kesinlikle tatlı değil bu arada, mayhoş bir tada sahip taze yabanmersini. Bildik bir tada benzetmem gerekse domates derdim ama kesinlikle tadının domatesle alakası yok. Belki ekşi üzüm falan denebilir benzer tat olarak? Neyse, işte ben de dedim ki "Yabanmersini soslu tavuk nasıl olur acaba?" Bir tarif uydurdum, bu akşam deneyeceğim bakalım. Aslında yabanmersininin tavuktan çok kırmızı ete yakışacağı izlenimi uyandı bak bende şu an, nedense. Neyse, tavuk üzerinden gözlem yaparım. A101 de bana gıcıklık yapan firmalar kervanına katıldı. Ne zaman gitsem son kullanma tarihine en fazla bir gün kalmış tavuklar oluyor. Pazar gidiyorum aynı, cuma gidiyorum aynı. Hangi gün geliyor lan bu tavuklar bu markete? Hayır Gökçeada'da Bim'in tavuğu güzel değil, yoksa gider Bim'den alırım. Aslında kasaptan da alabileceğimi biraz geç fark etmeseydim güzel olacaktı tabi. Gıcıklık demişken, aradığım çoğu şeyi katiyen bulamıyorum. Hayır başka zamanlar oluyor, ihtiyacım olmuyor. Kafayı yiyeceğim artık, bütün dünya toplandınız Gaslighting mi yapıyorsunuz lan bana? Hele spesifik bir markayı aramaya göreyim, asla ve kat'a bulamam. Arayıp bulamasam laf etmeyeceğim ha, olduğundan emin olduğum yere gidiyorum, yine bulamıyorum, yine bulamıyorum...
Yabanmersini |
Bahsettiğim yeşil denizkabuklarından dayanamayıp aldım. Denizkabuğu falan satılan yerlerde denizyıldızları genellikle kum eleyen denizyıldızı (Astropecten bispinosus) oluyor. Bazen başka çeşitler de oluyor ama genellikle bu. Bu gereksiz bilgiyi neden verdiğim hakkında bir fikrim yok.
Kum eleyen denizyıldızı |
Keşke bir gölüm olsaydı, bayağı kendime ait bir göl. Başkası kenarına gelemesin, balık tutamasın, bitki toplayamasın falan için değil de içindeki flora ve faunayı tamamen ayarlayabileyim diye. Öyle bir şey olsa Türkiye faunasına kayıtlı olan şu canlıları kesinlikle içine koymak isterdim (Fotoğraflarıyla birlikte listeliyorum, burayı atlayabilirsiniz de. Aslında listeleyip sonra akvaryum benzeri bir kolaj yapacaktım ama üşendim):
Sazan (Cyprinus carpio) Özellikle aynalı sazan ve koi. Hatta yukarıda koyduğum resim de zaten gümüş koi.
En az bir çeşit mersinbalığı, türü o kadar önemli değil.
Kurbağa ve suyılanı
Çeşitli su böcekleri, su örümceği (Argyroneta aquatica)
Doğu Avrupa kereviti (Astacus leptodactylus) ve yengeç
Salyangozlar ve mikroskobik su omurgasızları: Supiresi, Gammarus, tubifex falan. Sonuçta onca balığın yemeğe ihtiyacı var
Golyan (Phoxinus phoxinus)
Acıbalık (Rhodeus sericeus)
Aphanius mento. Eeeh, devamını direkt yazıyorum, bununla da uğraşamam. Arada merak ettiğiniz olursa internetten bakarsınız: Turna balığı (Esox lucius) (Pek sevilen bir balık değildir ama bence çok güzel bir balık), Yılanbalığı (Anguilla anguilla), Taşısıran (Cobitis taenia), Tatlısu levreği (Perca fluviatilis) (Sevdiğim az sayıdaki çiklitten biri), Kızılkanat (Scardinius erythrophthalmus), Zebra midye (Dreissena polymorpha) (Yerli türleri seven akvaristler tarafından pek hoşlaşılan bir midye değildir ama ben seviyorum), Kızılgöz (Rutilus rutilus), Dağ alası (Salmo macrostigma), Dere pisisi (Platichthys flesus), tatlısu horozbinası (Salaria fluviatilis), Siyah şeritli deniziğnesi (Syngnathus abaster) (Muhtemelen öyle bir durumda da olsa bulamam ama şurada hayal kuruyoruz, elleşmeyin iki dakika), çeşitli yerli karidesler, lepistes (Her ne kadar anavatanı Orta Amerika olsa da Türkiye de dahil dünyadaki çoğu ülkedeki su kaynaklarına bırakılıp uyum sağlamış durumda. Bir de dayanıksız denir bu balıklara, peh! Bu arada gambusyalarla karıştırmıyorum, gambusyalardan nefret ederim. Gerçekten lepistesten bahsediyorum), Havuz balığı (Carassius carassius) (Japonbalığının yabanisi, başka bir şey değil), Japonbalığı (Carassius auratus) (Her ne kadar seçici üretimle üretilmiş bir balık olsa da uzakdoğudan Türkiye'ye dek Asya'daki çok çeşitli su kaynaklarına bir şekilde karışıp yerleşmiş balıklardır.), dere kayabalığı (Gobio gobio) (En sevdiğim yerli dip balığı olur kendisi), Ankara çamur balığı (Nemacheilus angorae) (Bir zamanlar Ankara civarına endemikken -adından da belli- bir şekilde bütün Ortadoğu'ya yayılan bir balık kendisi.), Barbatula barbatula (Ne yapayım, seviyorum dip balıklarını), çeşitli su kaplumbağaları, burduricus (Çok sevdiğim bir balıktır kendisi. Burdur dişlisazancığı), kangal balığı (Garra rufa. Hani şu Sivas'ın kaplıca balıkları).
Henüz Türkiye sularına yerleşmemiş birkaç tür de istiyorum ama (Tabi oradaki doğal ortamın içine etmeyeceğinin testleri yapıldıktan sonra. Gerekli testler, denemeden yapılmadan salınan gambusyaların nelere neden olduğunu herhangi bir akvaryum forumundan öğrenebilirsiniz); bunlar zaten az olduğundan yukarıdaki gibi listeleyeceğim:
Tetrazon (Puntius tetrazona). Terörist bir balık olması, akvaryumda mafya kurup haraç kesmesi gibi nedenlerle tecrübeli akvaristlerce pek sevilmeyen, sevilse bile karma akvaryumlara dahil edilmeyen bir balıktır. Şaka bir yana kendinden küçük balıkları yer, kendinden büyük balıkların yüzgeç ve kuyruklarını yer, üstüne bir de sürü balığıdır ve dörtlü, altılı, sekizli gruplarla takılır, o sebepten de her ne kadar karma akvaryum balığı olarak geçse de karma akvaryumlara pek dahil edilmez. Neyse, benim bu balığa sevgimi şöyle anlatabilirim: Bunun bulaşmayacağı balıklarla (Siyah tetra mesela, kendileriyle hemen hemen aynı boyda ve sarkık kuyruk ve yüzgeçleri yok) bir akvaryum bile kurabilirim bu arkadaşlar için. Çok güzel balıklar aslında ama işte biraz gıcıklar.
Melekbalığı. Sevdiğim az sayıdaki çiklitten.
Frenatus ama albino frenatus. Kendisi top 10 akvaryum balığı listesi yapsam ilk beşe girer, o kadar seviyorum bu balığı.
Kırmızı gözlü tetra. En sevdiğim tetra türü. Bu arada kurduğum ilk "bilinçli" akvaryumda, yani neyi nasıl yapacağımı bilerek kurduğum ilk akvaryumda frenatus ve kırmızı gözlü tetralar vardı (bir de çöpçü balığı ve birkaç balık daha) bu iki balığa o yüzden kalbimde özel yer ayırmış olabilirim.
Aslında daha makrakanta (Ben yıllardır bu balığın adını makranta biliyordum lan. Makrakanta imiş) falan bir sürü balık sayabilirim ama bu kadar yabancı tür yeterli bir göl için. Dört bile fazla. Lepistes falan da var yabancı kontenjanından.
Peki ben bunu niye anlattım? Pek bilmiyorum ama şu şekil: Youtube gitti nereden önerdiyse akvaryum videoları önerdi, ben de içine düştüm, daraldım. Ama bir nano akvaryum kuracağım, Balıkesir'le burası arasında taşıyacağım, artık bu iş fazla oldu. Gerçi bitki, karides, salyangoz, belki cüce vatoz diye başladığım yolda akvaryum videoları yüzünden melekbalığı, discus (İkisi de kesinlikle o tür bir akvaryumda yaşayamaz), Beta, frenatus (Bu ikisi de karidesleri yer, affetmez; üstüne bir de birbirleriyle kavga ederler) falan istemeye başladım. Ha bitki için tabi ışık falan lazım, ohooo... Zormuş bu iş ya, ben nasıl sürdürdüm bunca sene? Neyse, o önemli değil. Bir şekilde hallederiz, filtre sesi duymamaktan kafayı yiyeceğim artık. (Eskiden yeşil filtreler vardı, ortalığı inletirlerdi çalışırken. Sonra hafif bir vızıltı çıkaran filtreler çıktı da rahat ettik) Bu arada o akvaryuma şu kırmızı gözlü tetralardan koyayım ben, "Belki lepistes" diyordum ama kırmızı gözlü tetralara karşı büyük bir hasretim var. Yer mi ki bunlar karidesleri? Yiyorlarmış ya, tüh. O zaman kırmızı gözlüler olmayacak. Belki neon tetra olur yine de, onlar da onlu grupla yaşıyor en az, oha be. O kadar yerim olsa zaten kocaman bir akvaryum kurarım. Büyük akvaryumları kesinlikle küçüklerden daha çok seviyorum. Öyle işte, o kadar. Şimdi Kaguya-sama okumaya devam edeceğim, bir yandan da Youtube'da başka akvaryum videolarına bakayım. Kafama s... Gerisini artık siz tamamlayın, so... mu sı... mı başka mı...
15 Eylül 2019 Pazar
Denizkabuğu ve Duvar
Daha önce "Denizkabuklarına para vermek istemiyorum, sadece nadir veya aşırı derecede güzel denizkabuklarına para veririm" demiştim... Bugün Gökçeada, Kaleköy'de denizkabukları satan bir yere gittim de yok arkadaş, ben denizkabuğuna para verirmişim, onu anladım. Resmen içim gitti o denizkabuklarını görünce.
Gökçeada'ya gelirken biraz stresliydim, okula sövüp durdum yolda ama adada kaldığım eve girince içimi bir huzur kapladı yeminle, pamuk gibi oldum.
Denizkabuğuna dönersek (evet, denizkabuğu anlatasım var. Odağım biraz denizkabuğuna kaydı galiba) çok güzel, parlak yeşil deniz salyangozu kabukları vardı. (Doğal rengi yeşil bu arada, zaten boyalı denizkabuklarının benim açımdan bir değeri yok)
Aslında yol boyunca ve birkaç gün önceden beri "gezgin bir şekilde kılıçla karpuz kesme gösterisi yaparak zengin olabilir miyim?" hesabı yapıyordum, daha önce 2+ yıl boyunca sürdürmem gereken gaz gidip sadece saçma bir yorgunluk kalmıştı üstümde ama buradaki evime girince yeniden o hırsa, gaza sahip oldum.
Niye bu böyle birden fazla hikayeyi anlatıp bunları bir bölüm biri bir bölüm diğeri şeklinde anlatan bir dizinin senaryosuna benzedi onu da bilmiyorum, bu konuda hiçbir fikrim yok. Senaryo demişken, bir çok şeyi yazmayı denedim. Şiir (farklı türlerde), hikaye, ranobe, roman, korku hikayesi, tiyatro, karagöz oyunu, destan, türkü benzeri şiir sayılabilecek bir şey vesaire... Ortaya konulan eserin kalitesi ve değeri tartışılabilir olsa da hepsini bir şekilde yazmayı başardım (romanlardan tek birini bile tamamlayamamam başka bir konu), senaryo yazmayı denediğimdeyse kesinlikle beceremedim. Diyaloglar nasıl yerleştirilmeli, tasvir nasıl yapılmalı, hiçbir fikrim yok ve okuduğum (okumaya çalıştığım, senaryo okumak bazı açılardan zor) senaryolar da kafamı iyice karıştırdı, artık senaryo yazmaya çalışmıyorum. Aslında hikaye veya tiyatro şeklinde (senaryonun tiyatro şeklinde yazıldığını düşünmüştüm ama alakası yokmuş) bir senaryo yazabilirim belki ama o senaryoyu biri kullanmayacaksa niye hikaye veya tiyatroyu senaryoya çevireyim ki?
Gidip görmek istediğim birçok ülke var (çoğu olmasa da olur konumunda ama özellikle görmeden ölmek istemediğim birkaç yer var.), oralarda kıyı şeritleri hiç mi hiç ilgimi çekmiyor. Yüzen bir insanım ama çoğu zaman deniz kenarında oturup denizi izlemeyi yüzmeye tercih ediyorum. Bunda birçok konuda olduğu gibi yüzmede de son derece beceriksiz olmamın ve miyopluk dolayısıyla yüzerken doğru düzgün bir şey görememin hatırı sayılır payı olduğunu düşünüyorum. Neyse, kıyı şeritlerine denizi izlemek ya da denizkabuğu toplamak için gidebilirim, iyi şeyler bulacağımı düşünüyorum (Sonuçta her denizin, her kıyının faunası farklı).
Duvarlar hakkında karışık duygularım var. Duvarların içinde kendimi güvende hissediyorum ama duvarlar bana hep özgürlüğüme bir engelmiş gibi geliyor, bütün duvarları parçalayasım gelebiliyor bazen. Ayrıca evde devamlı durunca içim sıkılıyor her ne kadar evcimen bir insan da olsam, illaki dışarı çıkıp hava almam gerekiyor (bunaldığım için karda kışta dışarı çıkıp beş dakika sonra eve geri girdiğim çok olmuştur), duvarlar üstüme üstüme geliyormuş gibi oluyor. Sanki bana karabasan. Sonra bağlayacağım bir konu olduğu için paragraf açmadan yazıyorum: Farklı bir ortama girdiğimde (girmek zorunda kaldığımda diyelim) kolayca stresleniyorum (şimdi o zaman benim bir balıktan ya da kertenkeleden farkım nedir?) ama devamlı aynı yerde de duramıyorum. Ayda bir kez farklı bir yerlere gidip görmem gerek, bir aydan fazla aynı yerde durmak bana zulüm oluyor. Farklı yer demişken şehir dışı veya daha önce gitmediğim bir yeri kastetmiyorum, tabi öyle de olur ama aşağı mahalleye inmem de yeterli oluyor çoğu zaman. Bu iki durumu, yani duvarlar konusundaki olumsuz düşüncelerimi ve devamlı aynı yerde duramamamı Ahmed Vefik Paşa tarafından ferman zoruyla yerleşik hayata geçirilmiş (ve aradan geçen 143 yıla rağmen -kesin yerleşme tarihi 1876, anlatılanlara ve Ahmed Vefik Paşa'nın Bursa valisi olduğu döneme bakınca fermanın tarihi çok daha eski, muhtemelen 1860'larda bir tarih, bugün köyün olduğu bölgeye ilk yerleşke 1850- hâlâ tam yerleşik hayata geçememiş, halkı Bursa'ya, İstanbul'a, Eskişehir'e ve Marmara'nın hemen her yeri ile yurdun birçok köşesine dağılmış, yılın yarısını veya en azından bir mevsimi köyde geçirip geri kalanını ilgili şehirde geçiren, yani fahri olarak hâlâ göçebe sayılabilecek bir halka sahip) bir Yörük köyünden gelmeme bağlıyorum.
Aklıma başka da bir şey gelmediği (ve aklıma güzel bir başlık geldiği) için burada bitiriyorum. Ha bu arada şu bahsettiğin köy nerede ulan, diye sorarsanız Bilecik/Pazaryeri'de. Zaten iki tanecik Yörük köyü var ilçede, her şeyi de benden beklemeyin.
Gökçeada'ya gelirken biraz stresliydim, okula sövüp durdum yolda ama adada kaldığım eve girince içimi bir huzur kapladı yeminle, pamuk gibi oldum.
Denizkabuğuna dönersek (evet, denizkabuğu anlatasım var. Odağım biraz denizkabuğuna kaydı galiba) çok güzel, parlak yeşil deniz salyangozu kabukları vardı. (Doğal rengi yeşil bu arada, zaten boyalı denizkabuklarının benim açımdan bir değeri yok)
Aslında yol boyunca ve birkaç gün önceden beri "gezgin bir şekilde kılıçla karpuz kesme gösterisi yaparak zengin olabilir miyim?" hesabı yapıyordum, daha önce 2+ yıl boyunca sürdürmem gereken gaz gidip sadece saçma bir yorgunluk kalmıştı üstümde ama buradaki evime girince yeniden o hırsa, gaza sahip oldum.
Niye bu böyle birden fazla hikayeyi anlatıp bunları bir bölüm biri bir bölüm diğeri şeklinde anlatan bir dizinin senaryosuna benzedi onu da bilmiyorum, bu konuda hiçbir fikrim yok. Senaryo demişken, bir çok şeyi yazmayı denedim. Şiir (farklı türlerde), hikaye, ranobe, roman, korku hikayesi, tiyatro, karagöz oyunu, destan, türkü benzeri şiir sayılabilecek bir şey vesaire... Ortaya konulan eserin kalitesi ve değeri tartışılabilir olsa da hepsini bir şekilde yazmayı başardım (romanlardan tek birini bile tamamlayamamam başka bir konu), senaryo yazmayı denediğimdeyse kesinlikle beceremedim. Diyaloglar nasıl yerleştirilmeli, tasvir nasıl yapılmalı, hiçbir fikrim yok ve okuduğum (okumaya çalıştığım, senaryo okumak bazı açılardan zor) senaryolar da kafamı iyice karıştırdı, artık senaryo yazmaya çalışmıyorum. Aslında hikaye veya tiyatro şeklinde (senaryonun tiyatro şeklinde yazıldığını düşünmüştüm ama alakası yokmuş) bir senaryo yazabilirim belki ama o senaryoyu biri kullanmayacaksa niye hikaye veya tiyatroyu senaryoya çevireyim ki?
Gidip görmek istediğim birçok ülke var (çoğu olmasa da olur konumunda ama özellikle görmeden ölmek istemediğim birkaç yer var.), oralarda kıyı şeritleri hiç mi hiç ilgimi çekmiyor. Yüzen bir insanım ama çoğu zaman deniz kenarında oturup denizi izlemeyi yüzmeye tercih ediyorum. Bunda birçok konuda olduğu gibi yüzmede de son derece beceriksiz olmamın ve miyopluk dolayısıyla yüzerken doğru düzgün bir şey görememin hatırı sayılır payı olduğunu düşünüyorum. Neyse, kıyı şeritlerine denizi izlemek ya da denizkabuğu toplamak için gidebilirim, iyi şeyler bulacağımı düşünüyorum (Sonuçta her denizin, her kıyının faunası farklı).
Duvarlar hakkında karışık duygularım var. Duvarların içinde kendimi güvende hissediyorum ama duvarlar bana hep özgürlüğüme bir engelmiş gibi geliyor, bütün duvarları parçalayasım gelebiliyor bazen. Ayrıca evde devamlı durunca içim sıkılıyor her ne kadar evcimen bir insan da olsam, illaki dışarı çıkıp hava almam gerekiyor (bunaldığım için karda kışta dışarı çıkıp beş dakika sonra eve geri girdiğim çok olmuştur), duvarlar üstüme üstüme geliyormuş gibi oluyor. Sanki bana karabasan. Sonra bağlayacağım bir konu olduğu için paragraf açmadan yazıyorum: Farklı bir ortama girdiğimde (girmek zorunda kaldığımda diyelim) kolayca stresleniyorum (şimdi o zaman benim bir balıktan ya da kertenkeleden farkım nedir?) ama devamlı aynı yerde de duramıyorum. Ayda bir kez farklı bir yerlere gidip görmem gerek, bir aydan fazla aynı yerde durmak bana zulüm oluyor. Farklı yer demişken şehir dışı veya daha önce gitmediğim bir yeri kastetmiyorum, tabi öyle de olur ama aşağı mahalleye inmem de yeterli oluyor çoğu zaman. Bu iki durumu, yani duvarlar konusundaki olumsuz düşüncelerimi ve devamlı aynı yerde duramamamı Ahmed Vefik Paşa tarafından ferman zoruyla yerleşik hayata geçirilmiş (ve aradan geçen 143 yıla rağmen -kesin yerleşme tarihi 1876, anlatılanlara ve Ahmed Vefik Paşa'nın Bursa valisi olduğu döneme bakınca fermanın tarihi çok daha eski, muhtemelen 1860'larda bir tarih, bugün köyün olduğu bölgeye ilk yerleşke 1850- hâlâ tam yerleşik hayata geçememiş, halkı Bursa'ya, İstanbul'a, Eskişehir'e ve Marmara'nın hemen her yeri ile yurdun birçok köşesine dağılmış, yılın yarısını veya en azından bir mevsimi köyde geçirip geri kalanını ilgili şehirde geçiren, yani fahri olarak hâlâ göçebe sayılabilecek bir halka sahip) bir Yörük köyünden gelmeme bağlıyorum.
Aklıma başka da bir şey gelmediği (ve aklıma güzel bir başlık geldiği) için burada bitiriyorum. Ha bu arada şu bahsettiğin köy nerede ulan, diye sorarsanız Bilecik/Pazaryeri'de. Zaten iki tanecik Yörük köyü var ilçede, her şeyi de benden beklemeyin.
10 Eylül 2019 Salı
Ve Şimdi Yıldızlar...
Evet, son zamanlarda hep olduğu gibi bir cümleyle anlatılabilecek bir iki şeyden yazı çıkarmaya çalışacağım. Çünkü kendime eziyet etmeyi seviyorum, manyağım da ben. Başlayalım...
Yarın ders seçmem lazım, biraz heyecanlıyım. Bak bu daha önceki ders seçimlerinde olmamıştı ama bu sefer nedense heyecanlıyım.
Günümüzde özel isimler değişmiyor ama bu eskiden böyle değildi. En basit örnek İskender adı, aslı Alexandros, İngilizcesi Alexander, Farsça, Arapça ve Türkçesi İskender. Büyük İskender'den bahsediyorum bu arada.
Bu kadar. Elimde sadece bu iki cümle var.
O zaman, yıldızlardan sonrası yarın ya da daha sonrasının yazısı.
***
Dersimi seçtim, huzurluyum. Gerçi bir sorun çıkacak gibi hissediyorum ama hadi hayırlısı.
Tıpkı savaş baltası gibi, hemen hemen bütün kültürlerde olan bir şey de bıçaklı mızraklar. Fırlatma amacıyla değil, kılıç gibi kullanılan mızraklar. Çinlilerin guandao'su, qinglong ji'si, podao'su ve fangtian ji'si, Japonların ucu katanalı mızraklar olan naginata'ları, Korelilerin woldo'su, Slavların Sovnya'sı, Avrupalıların glaive'si vardı. Woldo ve guandao benzeri silahlar Türk ve Moğollar tarafından da kullanılıyordu ama Scimitar spear dışında herhangi bir isme ulaşamadım. Bu arada bu silahlara genel olarak "polearm" ya da "pole waepon" deniyormuş İngilizcede. Şurada tek tek listelemişler kutuplu silahları: https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUG9sZV93ZWFwb24
Benden yine bu kadar... Ve şimdi yıldızlar.
Keşke kılıç dövebilen bir tanıdığım olsaydı, istediğim gibi kılıçlar bulmakta zorlanıyorum. Bulsam da hemen alacak kadar bütçem yok zaten o ayrı bir konu da... Ama bütçem olsa bile tam olarak istediğim gibi kılıçlar bulamıyorum, güzel kılıçlar var ama... Burmalı kılıç bulmamın herhangi bir yolu yok mesela, bıçaklı mızrakları ise anca yurtdışından getirtebiliyorsun ki eminim gümrükte bir sürü sorun çıkar.
Başka, başka... Bir buçuk ay önce yarım kalan animeleri hâlâ bitiremedim (internet yüzünden izleyemediklerim bitti Allah'tan), o sebeple Ağustos'ta çıkan her şeyi de sonra izleyeceklerime ekleyip boşladım, Eylül'de de yeni seri çıkmıyor... Neyse, listemi tamamlamak için bana boşluk açılmış olacak.
Gittigidiyor'da falan çok güzel katanalar var, bu bilgiyi neden verdiğim hakkında bir fikrim yok. Arada kılıç satın al falan diye aratıp bakıyorum (millet araba bakar, ev bakar, ne bileyim başka şeyler bakar ben kılıç bakıyorum. Sahiller konusunda da böyleyim. Bir ülkenin gezilecek yerlerinde bir sahil gördüm mü "ne yüzülür burada" diye düşünmem misal, "Burada ne tür denizkabukları vardır acaba?" diye, "Yüzerken ilginç bir balıkla karşılaşabilir miyim?" diye düşünürüm.)
Bana bir koleksiyon odası şart, bunu fark ettim. Kılıç, bitki, balık, denizkabuğu falan derken onları dağıtmak yerine tek odada toplamak daha mantıklı. Hâlâ köyde bulunan bir ev konusunda çekincelerim var ama... Eh, duruma göre bakacağız artık; bu konuda dalgaların beni sürüklemesine izin vereceğim. Bu arada denizkabukları için müzelerde olan camlı masalardan istiyorum, altı koyu mavi böyle. Yalnız araştırdım da bulamadım öyle bir şey (bulamayacağımı tahmin etmiştim), temsili bir resim bulmayı başarırsam aşağı sallayacağım:
Bu yukarıdakiler gibi işte. Beykoz'daki Denizcilik ve Su Ürünleri Müzesi'ndenmiş bu görüntü.
Bu ancak kendi evim olduğunda, hayır, "kendi istediğim kendi evim olduğunda" gerçekleşecek bir olay tabi (bunun doğrusu tabi mi tabii mi, hep karıştırıyorum ben o ikisini. Tek i'li olanmış bu arada buradaki). Kendi istediğim kendi evim konusuna açıklık getirirsek; tek göz bir apartman dairesi de kendi evim olabilir ama haliyle böyle bir imkanım olmaz.
Ve şimdi yıldızlar...
***
Günümüzde svastika, nam-ı diğer gamalı haç görenin aklına hemen Nazi Almanyası geliyor. Eh, gerçekten de Naziler svastikayı kendi sembolleri yapıp kendileriyle özdeşleştirdiler ama böyle kadim bir sembolün ayağa düşmesi beni üzüyor. Svastika, daha bırak Nazizim fikrinin, Alman diye bir milletin bile olmadığı; Cermenler Kuzey Hindistan'da domuz avlarken doğmuş bir sembol ve birçok kültürde aynısı olmasa bile benzeri görülen bir sembol.
Yukarıda Hopi (Bir Aztek kabilesiymiş kendisi), klasik/erken Hristiyan, Malta, Tibet, Sri Lanka, Çin, Japon, İslam, Lapon, Hint, Kelt, Bali, klasik Aztek, Jainizm, Antik Yunan ve Yahudi (Hani şu Nazilerin en çok eziyeti yaptığı millet/din) versiyonlarını görüyoruz Svastika'nın. Tengrici/Türk-Moğol Şamanisti (bu iki inanç arasında tek fark vardır bu arada: Tengricilik tek tanrılı bir dindir, Türk-Moğol Şamanizmi ise çok tanrılıdır. Türk-Moğol Şamanizminde tanrı olarak görülen varlıklar Tengricilikte Gök Tanrı'nın emri altındaki kutsal veya lanetli ruhlar olarak görülür) versiyonu da Tibet versiyonuyla neredeyse aynı, sadece keskin köşeli değil. İslami versiyonu Hoca Ahmet Yesevi türbesi, İran'daki Cuma Camii (Cuma Camii diye arayınca Azerbaycan'da bir cami ve İran'ın Güney Azerbaycan olarak adlandırılan bölgesindeki Cuma Mescidi, bir de İsfahan Ulu Camii çıkıyor, burada bahsedilen hangi Cuma Camii bilmiyorum) ve Lübnan'daki Tiripoli de Taynal Camii'nde görülebilirmiş. Hem İslami hem Tengrici hem de ikisiyle alakası olmayan ama sonuçta Svastika olan semboller Osmanlı ve Selçuklu halılarının üstünde görülebilmekte bu arada, "haç ve çengel" olarak geçiyorlar kilim motifi için. Şurada çoğunu koymuşlar (arada Svastika değil sadece haç motifi olanlar da var, Eymür boy tamgası da karışmış araya iki tane; ankh benzeri bir sembol olduğu için genellikle böyle yorumlanıyor, o tamganın kaderi bu):
Eymür boy tamgası:
Bunu da yazdığıma ve yazı yeterince uzadığına göre yayınlıyorum artık.
Yarın ders seçmem lazım, biraz heyecanlıyım. Bak bu daha önceki ders seçimlerinde olmamıştı ama bu sefer nedense heyecanlıyım.
Günümüzde özel isimler değişmiyor ama bu eskiden böyle değildi. En basit örnek İskender adı, aslı Alexandros, İngilizcesi Alexander, Farsça, Arapça ve Türkçesi İskender. Büyük İskender'den bahsediyorum bu arada.
Bu kadar. Elimde sadece bu iki cümle var.
O zaman, yıldızlardan sonrası yarın ya da daha sonrasının yazısı.
***
Dersimi seçtim, huzurluyum. Gerçi bir sorun çıkacak gibi hissediyorum ama hadi hayırlısı.
Tıpkı savaş baltası gibi, hemen hemen bütün kültürlerde olan bir şey de bıçaklı mızraklar. Fırlatma amacıyla değil, kılıç gibi kullanılan mızraklar. Çinlilerin guandao'su, qinglong ji'si, podao'su ve fangtian ji'si, Japonların ucu katanalı mızraklar olan naginata'ları, Korelilerin woldo'su, Slavların Sovnya'sı, Avrupalıların glaive'si vardı. Woldo ve guandao benzeri silahlar Türk ve Moğollar tarafından da kullanılıyordu ama Scimitar spear dışında herhangi bir isme ulaşamadım. Bu arada bu silahlara genel olarak "polearm" ya da "pole waepon" deniyormuş İngilizcede. Şurada tek tek listelemişler kutuplu silahları: https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUG9sZV93ZWFwb24
Benden yine bu kadar... Ve şimdi yıldızlar.
Keşke kılıç dövebilen bir tanıdığım olsaydı, istediğim gibi kılıçlar bulmakta zorlanıyorum. Bulsam da hemen alacak kadar bütçem yok zaten o ayrı bir konu da... Ama bütçem olsa bile tam olarak istediğim gibi kılıçlar bulamıyorum, güzel kılıçlar var ama... Burmalı kılıç bulmamın herhangi bir yolu yok mesela, bıçaklı mızrakları ise anca yurtdışından getirtebiliyorsun ki eminim gümrükte bir sürü sorun çıkar.
Başka, başka... Bir buçuk ay önce yarım kalan animeleri hâlâ bitiremedim (internet yüzünden izleyemediklerim bitti Allah'tan), o sebeple Ağustos'ta çıkan her şeyi de sonra izleyeceklerime ekleyip boşladım, Eylül'de de yeni seri çıkmıyor... Neyse, listemi tamamlamak için bana boşluk açılmış olacak.
Gittigidiyor'da falan çok güzel katanalar var, bu bilgiyi neden verdiğim hakkında bir fikrim yok. Arada kılıç satın al falan diye aratıp bakıyorum (millet araba bakar, ev bakar, ne bileyim başka şeyler bakar ben kılıç bakıyorum. Sahiller konusunda da böyleyim. Bir ülkenin gezilecek yerlerinde bir sahil gördüm mü "ne yüzülür burada" diye düşünmem misal, "Burada ne tür denizkabukları vardır acaba?" diye, "Yüzerken ilginç bir balıkla karşılaşabilir miyim?" diye düşünürüm.)
Bana bir koleksiyon odası şart, bunu fark ettim. Kılıç, bitki, balık, denizkabuğu falan derken onları dağıtmak yerine tek odada toplamak daha mantıklı. Hâlâ köyde bulunan bir ev konusunda çekincelerim var ama... Eh, duruma göre bakacağız artık; bu konuda dalgaların beni sürüklemesine izin vereceğim. Bu arada denizkabukları için müzelerde olan camlı masalardan istiyorum, altı koyu mavi böyle. Yalnız araştırdım da bulamadım öyle bir şey (bulamayacağımı tahmin etmiştim), temsili bir resim bulmayı başarırsam aşağı sallayacağım:
Bu yukarıdakiler gibi işte. Beykoz'daki Denizcilik ve Su Ürünleri Müzesi'ndenmiş bu görüntü.
Bu ancak kendi evim olduğunda, hayır, "kendi istediğim kendi evim olduğunda" gerçekleşecek bir olay tabi (bunun doğrusu tabi mi tabii mi, hep karıştırıyorum ben o ikisini. Tek i'li olanmış bu arada buradaki). Kendi istediğim kendi evim konusuna açıklık getirirsek; tek göz bir apartman dairesi de kendi evim olabilir ama haliyle böyle bir imkanım olmaz.
Ve şimdi yıldızlar...
***
Günümüzde svastika, nam-ı diğer gamalı haç görenin aklına hemen Nazi Almanyası geliyor. Eh, gerçekten de Naziler svastikayı kendi sembolleri yapıp kendileriyle özdeşleştirdiler ama böyle kadim bir sembolün ayağa düşmesi beni üzüyor. Svastika, daha bırak Nazizim fikrinin, Alman diye bir milletin bile olmadığı; Cermenler Kuzey Hindistan'da domuz avlarken doğmuş bir sembol ve birçok kültürde aynısı olmasa bile benzeri görülen bir sembol.
Yukarıda Hopi (Bir Aztek kabilesiymiş kendisi), klasik/erken Hristiyan, Malta, Tibet, Sri Lanka, Çin, Japon, İslam, Lapon, Hint, Kelt, Bali, klasik Aztek, Jainizm, Antik Yunan ve Yahudi (Hani şu Nazilerin en çok eziyeti yaptığı millet/din) versiyonlarını görüyoruz Svastika'nın. Tengrici/Türk-Moğol Şamanisti (bu iki inanç arasında tek fark vardır bu arada: Tengricilik tek tanrılı bir dindir, Türk-Moğol Şamanizmi ise çok tanrılıdır. Türk-Moğol Şamanizminde tanrı olarak görülen varlıklar Tengricilikte Gök Tanrı'nın emri altındaki kutsal veya lanetli ruhlar olarak görülür) versiyonu da Tibet versiyonuyla neredeyse aynı, sadece keskin köşeli değil. İslami versiyonu Hoca Ahmet Yesevi türbesi, İran'daki Cuma Camii (Cuma Camii diye arayınca Azerbaycan'da bir cami ve İran'ın Güney Azerbaycan olarak adlandırılan bölgesindeki Cuma Mescidi, bir de İsfahan Ulu Camii çıkıyor, burada bahsedilen hangi Cuma Camii bilmiyorum) ve Lübnan'daki Tiripoli de Taynal Camii'nde görülebilirmiş. Hem İslami hem Tengrici hem de ikisiyle alakası olmayan ama sonuçta Svastika olan semboller Osmanlı ve Selçuklu halılarının üstünde görülebilmekte bu arada, "haç ve çengel" olarak geçiyorlar kilim motifi için. Şurada çoğunu koymuşlar (arada Svastika değil sadece haç motifi olanlar da var, Eymür boy tamgası da karışmış araya iki tane; ankh benzeri bir sembol olduğu için genellikle böyle yorumlanıyor, o tamganın kaderi bu):
Eymür boy tamgası:
Bunu da yazdığıma ve yazı yeterince uzadığına göre yayınlıyorum artık.
3 Eylül 2019 Salı
Saçma Bir Giriş, Yalnız Yaşamanın Bahaneleri Hakkında, Jelatin ve Diğer Şeyler
"1500 farklı klişeyi bir araya getirip başta güzel gibi gösterip milleti umutlandırıp sonra nasıl elimize yüzümüze bulaştırıp ortaya dünyanın en gereksiz animesini çıkarabiliriz?" sorusunun cevabı şudur: Tada-kun wa koi o shinai'ın yaptığını yaparak. Peki ben niye bunu yazdım ve bu gereksiz yazıya niye bununla başladım? Face'te bir paylaşım gördüm de o yüzden.
Bugün saçımı kestireceğim, üç gün söylenir durulurum, süre uzadıkça daha beter oluyor.
Yalnız yaşamayı seviyorum, karışan yok, eden yok, canının istediğini istediğin zaman yapabiliyorsun. Gerçi kötü hissettiğinde de onu etrafta insanlar varkenkinden daha yoğun yaşıyorsun ama olsun... Sadece yemek ve bulaşık sorunu var. "Yemek senin için neden sorun ki?" sorusunu da daha önce cevapladığıma eminim ama yine söyleyeceğim: Birkaç farklı nedenden. İlki bulaşık çıkması sorunu, bu arada Ekşi'de "Yalnız yaşamanın dezavantajları" başlığında "bulaşık" diye ararsanız 5 sayfalık sonuç göreceksiniz. İkinci olarak kendimi takdir eden bir insan değilim, haliyle yemek güzel de olsa kötü de olsa onu yaparken zevk almıyorum. Belki de kendimi takdir etmeye başlamalıyım. Benim için yemek yapmak birine sunulacaksa zevkli bir şey, kendim için yaparken hiç zevk almıyorum. Bu arada ailemin evinde de nadiren yemek yapıyorum, çünkü kardeşim de babam da inanılmaz derecede yemek seçiyorlar, annem de şeker-tuz karışımını pek sevmiyor, haliyle ben epey kısıtlanıyorum ve kısıtlanmayı sevmiyorum. Ne yaparsam yapayım her şeyi deneyebilecek kadar özgür olmalıyım, beni kısıtlayan hiçbir şeyden hoşlanmıyorum. Bazı kurallara ihtiyaç var ama bu kurallar haricinde de bizi kısıtlayan çok fazla şey var. Neyse, kendime yemek yapmayı sevmeme sebeplerim bunlar; dünyanın en güzel yemeği dahi olsa kendimi takdir etmeyeceğim ve onu herhangi birine sunamayacağım gerçeği ve bulaşık çıkması. Bir bulaşık makinesi almam lazım artık, her gün elde bulaşık yıkanmaz! O deterjan eli ne hale getiriyor haberiniz var mı sizin? Bulaşık eldiveni de alabilirim belki... Başka bir sebep düşünsem bulurum ama aklıma gelmiyor şimdi, aha, buldum! Bir de biraz mükemmeliyetçiyim ben, ikame malzeme kullanamıyorum. Mesela bir şey için Sichuan biberine ihtiyacım varsa, Sichuan biberi yerine kullanılabilecek bir şey aramak yerine o şeyi yapmamayı tercih ederim. Ha, bu "Yemek geliştirme" olayıyla alakalı değil, Sichuan biberinden daha iyi bir şey koyabileceğimi düşünüyorsam Sichuan biberi yerine o şeyi koyarım ama öncesinde orijinal halini yapıp denemeliyim. Ya da örneğin pastayı kesmek için pasta bıçağına ihtiyacım var, normal bıçak kullanamam. Her şey hangi malzemeden yapılıyorsa, o malzemeyi kullanmak zorundayım. İşte o yüzden de çoğu malzemeyi bulmakta zorlandığım, bulaşık makinemin olmadığı ve o sebepten ocağı neredeyse hiç kullan(a)madığım, neredeyse her zaman fırın kullandığım, buzdolabımda malzemelerin kısa sürede pörsüdüğü (pörsümüş malzeme kullanmak da hiç zevk vermiyor), ne zaman yemek yapsam her seferinde alışverişe çıkma gerekliliği (buzdolabından dolayı) -haliyle her gün yemek yaparsam her gün alışverişe çıkmak zorunda kalırım- Gökçeada'daki evimde yemek yapmak benim için bir sorun. Haftada bir gün yemek yapıyorum, gerisi hep dondurulmuş mondurulmuş hazır gıda, dondurulmuş yiye yiye içim donacak gibi hissediyorum dönemin sonlarına doğru. Yemeği haftada 2 güne de çıkaramam çünkü o zaman haftada iki gün alışverişe çıkmam gerekir, çok üşeniyorum.
Tonari no Kyuuketsuki-san'ın çevirisi yarım kalmış lan, devam ettiklerinde hatırladım.
Bu arada hâlâ jelatin muhabbeti dönüyor. Türkiye'de herhangi bir domuz ürünü içeren şeyi ayrı yerde satmak durumundasınız, ayrıca Türkiye dahil Ortadoğu ülkelerinin tamamında (İsrail dahil ki koşer neymiş, ne değilmiş araştırırsanız bunun nedenini görebilirsiniz) jelatin sığırdan elde ediliyor. Sığır jelatini diye bir şeyin var olduğunu anlamanız için illa sizden mi jelatin yapmaları gerekiyor? Jelatin denen şey illaki domuzdan elde edilmez. Ha Türkiye'de doğru düzgün denetim olmadığı için üstünde sığır jelatini yazan şey domuz jelatini, hatta soğuk silikon veya Japon yapıştırıcısı bile çıkabilir, ona laf etmiyorum ama jelatin=domuz algısı yanlış, balıktan bile jelatin elde edebilirsin. Hatta dünyanın bir yerlerinde vegan jelatin de üretildiğine gayet eminim ki evet, üretiliyormuş, yani bitkiden de jelatin elde edebilirsin.
Sonbaharı sıcak içeceklerden dolayı da seviyorum, sıcak çikolata, çeşitli kahveler, salep... Böyle yağmur yağarken... Klişe denecek kadar klasik ama bunu yapmayı seviyorum.
KALT diye Youtube kanalı buldum, keşke daha önceden bilseydim varlıklarını. Tarzları tam bana uygun bir kanalmış, rastgele, deneysel, delilik sınırlarını zorlayan, güzel.
Algida'nın yeni bir ürünü var (Ta yazın başında çıkardılar ama yeni ürün): İrmik helvası içinde dondurma. Güzelmiş ama helvası dondurmasından daha güzel ilginç bir şekilde.
Bugün saçımı kestireceğim, üç gün söylenir durulurum, süre uzadıkça daha beter oluyor.
Yalnız yaşamayı seviyorum, karışan yok, eden yok, canının istediğini istediğin zaman yapabiliyorsun. Gerçi kötü hissettiğinde de onu etrafta insanlar varkenkinden daha yoğun yaşıyorsun ama olsun... Sadece yemek ve bulaşık sorunu var. "Yemek senin için neden sorun ki?" sorusunu da daha önce cevapladığıma eminim ama yine söyleyeceğim: Birkaç farklı nedenden. İlki bulaşık çıkması sorunu, bu arada Ekşi'de "Yalnız yaşamanın dezavantajları" başlığında "bulaşık" diye ararsanız 5 sayfalık sonuç göreceksiniz. İkinci olarak kendimi takdir eden bir insan değilim, haliyle yemek güzel de olsa kötü de olsa onu yaparken zevk almıyorum. Belki de kendimi takdir etmeye başlamalıyım. Benim için yemek yapmak birine sunulacaksa zevkli bir şey, kendim için yaparken hiç zevk almıyorum. Bu arada ailemin evinde de nadiren yemek yapıyorum, çünkü kardeşim de babam da inanılmaz derecede yemek seçiyorlar, annem de şeker-tuz karışımını pek sevmiyor, haliyle ben epey kısıtlanıyorum ve kısıtlanmayı sevmiyorum. Ne yaparsam yapayım her şeyi deneyebilecek kadar özgür olmalıyım, beni kısıtlayan hiçbir şeyden hoşlanmıyorum. Bazı kurallara ihtiyaç var ama bu kurallar haricinde de bizi kısıtlayan çok fazla şey var. Neyse, kendime yemek yapmayı sevmeme sebeplerim bunlar; dünyanın en güzel yemeği dahi olsa kendimi takdir etmeyeceğim ve onu herhangi birine sunamayacağım gerçeği ve bulaşık çıkması. Bir bulaşık makinesi almam lazım artık, her gün elde bulaşık yıkanmaz! O deterjan eli ne hale getiriyor haberiniz var mı sizin? Bulaşık eldiveni de alabilirim belki... Başka bir sebep düşünsem bulurum ama aklıma gelmiyor şimdi, aha, buldum! Bir de biraz mükemmeliyetçiyim ben, ikame malzeme kullanamıyorum. Mesela bir şey için Sichuan biberine ihtiyacım varsa, Sichuan biberi yerine kullanılabilecek bir şey aramak yerine o şeyi yapmamayı tercih ederim. Ha, bu "Yemek geliştirme" olayıyla alakalı değil, Sichuan biberinden daha iyi bir şey koyabileceğimi düşünüyorsam Sichuan biberi yerine o şeyi koyarım ama öncesinde orijinal halini yapıp denemeliyim. Ya da örneğin pastayı kesmek için pasta bıçağına ihtiyacım var, normal bıçak kullanamam. Her şey hangi malzemeden yapılıyorsa, o malzemeyi kullanmak zorundayım. İşte o yüzden de çoğu malzemeyi bulmakta zorlandığım, bulaşık makinemin olmadığı ve o sebepten ocağı neredeyse hiç kullan(a)madığım, neredeyse her zaman fırın kullandığım, buzdolabımda malzemelerin kısa sürede pörsüdüğü (pörsümüş malzeme kullanmak da hiç zevk vermiyor), ne zaman yemek yapsam her seferinde alışverişe çıkma gerekliliği (buzdolabından dolayı) -haliyle her gün yemek yaparsam her gün alışverişe çıkmak zorunda kalırım- Gökçeada'daki evimde yemek yapmak benim için bir sorun. Haftada bir gün yemek yapıyorum, gerisi hep dondurulmuş mondurulmuş hazır gıda, dondurulmuş yiye yiye içim donacak gibi hissediyorum dönemin sonlarına doğru. Yemeği haftada 2 güne de çıkaramam çünkü o zaman haftada iki gün alışverişe çıkmam gerekir, çok üşeniyorum.
Tonari no Kyuuketsuki-san'ın çevirisi yarım kalmış lan, devam ettiklerinde hatırladım.
Bu arada hâlâ jelatin muhabbeti dönüyor. Türkiye'de herhangi bir domuz ürünü içeren şeyi ayrı yerde satmak durumundasınız, ayrıca Türkiye dahil Ortadoğu ülkelerinin tamamında (İsrail dahil ki koşer neymiş, ne değilmiş araştırırsanız bunun nedenini görebilirsiniz) jelatin sığırdan elde ediliyor. Sığır jelatini diye bir şeyin var olduğunu anlamanız için illa sizden mi jelatin yapmaları gerekiyor? Jelatin denen şey illaki domuzdan elde edilmez. Ha Türkiye'de doğru düzgün denetim olmadığı için üstünde sığır jelatini yazan şey domuz jelatini, hatta soğuk silikon veya Japon yapıştırıcısı bile çıkabilir, ona laf etmiyorum ama jelatin=domuz algısı yanlış, balıktan bile jelatin elde edebilirsin. Hatta dünyanın bir yerlerinde vegan jelatin de üretildiğine gayet eminim ki evet, üretiliyormuş, yani bitkiden de jelatin elde edebilirsin.
Sonbaharı sıcak içeceklerden dolayı da seviyorum, sıcak çikolata, çeşitli kahveler, salep... Böyle yağmur yağarken... Klişe denecek kadar klasik ama bunu yapmayı seviyorum.
KALT diye Youtube kanalı buldum, keşke daha önceden bilseydim varlıklarını. Tarzları tam bana uygun bir kanalmış, rastgele, deneysel, delilik sınırlarını zorlayan, güzel.
Algida'nın yeni bir ürünü var (Ta yazın başında çıkardılar ama yeni ürün): İrmik helvası içinde dondurma. Güzelmiş ama helvası dondurmasından daha güzel ilginç bir şekilde.
2 Eylül 2019 Pazartesi
Limonlu Su, Sonbahar, Boş Yapmak Üzerine ve Saç Kestirmeye Sövgü (Başlığa bak aq!)
Öncelikle, Zafer bayramı kutlu olsun, zira bunu yazmam gereken yazıya o gün içinde hiç bakmadığım, ertesi gün de hemen yayınladığım için bunu deme fırsatım olmadı. 2 Eylül şu an, 19 gün sonra sonbahar başlıyor (Evet, sonbahar Eylül'ün 21'inde başlıyor, 1'inde değil), o da sevdiğim bir mevsimdir. Bütün mevsimleri seviyorum ben gerçi ama konu o değil.
Hayat (hani su markası olan) limon aromalı bir su çıkarmış, "Neymiş bu?" diye alıp denedim. İlk izlenimim şu: Gazı kaçmış ama tamamen kaçmış, azıcık bile kalmamış limonlu Çamlıca gazoz tadı ve "Bu ne saçmalık lan!" düşüncesi. İçtikçe tadı daha güzel gelmeye başlıyor ama, bir daha doğa yürüyüşüne falan götürebilirim bu sudan, sade sudan daha iyi kandırır.
İlk yağmur ne zaman düşecek acaba? Soğuk ve sıcak, yağmur ve kar, güneş ve bulut... Hepsi beni iyi hissettiriyor. Tamam, her zaman değil; yağmur ve soğuk hava bazen depresif halimi körüklüyor ama yine de güzel şeyler bunlar. O zaman, aklıma -yine- başka bir halt gelmediği için aklıma bir şey gelince yazıya devam edeceğim ve uygun bir başlık bulacağım.
Aslında çok güzel boş yaparım da boş yapmayı yazarak pek yapamıyorum, onun için konuşmam lazım. Yazı daha... Ne bileyim, daha farklı bir şey, konuşmaktan biraz daha özel gibi geliyor; muhtemelen küçüklüğümde ne zaman kötü hissetsem bunu yazarak atlatmamla ilgili. İlkokuldan beri ne zaman kötü hissettiysem yazdım, yakınlarda bulunan kağıtlar ve diğer şeylere; onların bir kısmını hâlâ saklıyorum, bir kısmınıysa yazdıktan çok kısa süre sonra imha ettim. Şimdi aynı görevi gören bu blog var. Konuşarak çok güzel boş yaparım ama... Yakında saçımı kestireceğim, okulun kuralı gereği, üç gün boyunca söylenmeyi planlıyorum ama bunu bloga yansıtmam muhtemelen. Saçıma dokunulmasından nefret ederim, aslında birçok fiziksel temastan nefret ederim. Yok, hayır, bu "saça dokunulması" kadar basit bir şey değil. Saça basit bir dokunuş beni rahatsız etmez, dokunan kişiye de bağlı olarak ama keserken saçımın çekiştirilmesi, saçma sapan tarama, berberin kafasına göre saçımda sörf yapması sinirlerimi bozan durumlar. Seçe seçe saç-sakal kestirilen bölüm seçtik arkadaş, inanılmaz ya! Neyse, 3 gün boyunca söylenmem bitince 4 gün de "sıhhatler olsun, saçın ne güzel olmuş" vs. diyenlere carlarım, bir haftayı o şekilde iç ederim. Söylenme programım var benim, sinirimin bozulacağı durum hakkında söylenmemi önceden planlıyorum. Pantolon giymek zorunda kaldığımda da ne şekilde söyleneceğimi önceden planlıyorum. Birçok şeyi rastgele ve spontane yaşamayı tercih ederim ama bazı şeylerde kendimden beklemeyeceğim kadar planlıyımdır, mesela söylenme konusunda. Yok mu kardeşim iş imkanı olan, saça sakala laf edilmeyen sözel bölüm? İş imkanı demişken, patron altında katiyen çalışamam. Lan gerizekalı Blogger, şu koduğumun katiyen kelimesini öğren artık! TDK'ye de baktım katiyen diye yazılıyor işte! Neyse, patron altında çalışamam diyordum -biraz da saçımı kestireceğim için stres oldum, Blogger'a laf atmam ondan-, benim aslında tam olarak kafama göre davranabileceğim, kimsenin bana karışıp etmeyeceği bir işe ihtiyacım var. Bir de bütün gün öyle durduğum yerde duramam, mental değil fiziksel olarak yorulacağım bir iş lazım bana. Ben böyle işin de... Al işte, saç kestirmek zorunluymuş... Kestirmek zorunda kalınca bu hale geldiğimi bilmediğinizden bu kadar rahatsınız. "Saç kestirme" kavramı bile beni tek başına strese sokmaya yetiyor ve strese girince aynı bir kedi ya da köpek gibi davranırım. Gereksiz ve anlamsız bir saldırganlık, her şeye sövme isteği (bu kedilerde kötü bakış, köpeklerde havlama şeklinde tezahür ediyor), dengeyi kaybetme, yakınımdakileri bile tanımamak vesaire vesaire... Balık ya da hamster olsam strese girdiğim gibi ölür, daha fazla çekmezdim artık, bu neymiş ya!
Azıcık sakinleştim. O daha önce bahsettiğim boş 2 yıl var ya, onu ben 4 yıla çıkarayım en iyisi. Hayır işin en kötü yanı, şu soktuğumun saçını çalışırken de kestirmem gerekecek muhtemelen, sikerim ama böyle işi artık! Gidip saç-sakal sorunu olmayan bir meslek bulamadık. Zaten o yüzden daha çalışmaya başlamadan bir an önce emekli olmanın yollarını arıyorum. Buradan izninizle Tsukuda Yuuto'ya da sövmek istiyorum. Lan hıyarın evladı, senin mangan yüzünden bu yola girdim, ne yapmak istediğim hakkında zerre fikrim olmadığı ve evde boşça durduğum bir zamanda ne yapmak istediğimi bulduğumu düşünmüştüm -aslında hala bunu yapmak istediğime göre çok da yanlış düşünmemişim, sadece götürülerinden nefret ediyorum-, gidip sik gibi son yazdın o mangaya.
Evet, sanırım neden beni saçımı kestirmeye zorlamamanız gerektiğini anlamışsınızdır. Seçtiğim mesleği de, girdiğim yolu da, okuduğum okulu da... Kedi suyu içerek hayatta kalsam daha iyiydi!
Aklıma başka şeyler gelince ekleme yaparım artık, Bleach okumaya gidiyorum ben. Bir manyak daha bulup gezgin kılıç gösterisi yapmak için ayartmayı deneyeceğim, kafayı yiyeceğim yoksa bu saç kestirme olayı yüzünden. Bu neymiş be. Ya da yirmi inek, yüz koyun, bin tavuk alıp çiftlik kurayım. Bak, saç kestirmek zorunda kaldığımdan dolayı o bütün hırsımla bütün gücümle güvence için çalışma gazı da iç oldu. Aq ben böyle işin. Halbuki hiç saçımı kestirmeye zorlamasanız bunların hiçbiri yaşanmayacak, ben bırakacağım bu okulu ya, gidip başka bir şey yapacağım. Bu neymiş!
Tamam, 2 saatten fazla sürdü; arada yemek yedim, birçok bölüm okuyup izledim, birkaç Youtube videosu izledim, daha farklı şeyler yaptım ve nihayet sakinleştim. Bu yazıyı da şimdi bir başlık uydurup direkt yayınlayacağım, hiç yarına, sonraki güne falan bırakmayacağım.
Hayat (hani su markası olan) limon aromalı bir su çıkarmış, "Neymiş bu?" diye alıp denedim. İlk izlenimim şu: Gazı kaçmış ama tamamen kaçmış, azıcık bile kalmamış limonlu Çamlıca gazoz tadı ve "Bu ne saçmalık lan!" düşüncesi. İçtikçe tadı daha güzel gelmeye başlıyor ama, bir daha doğa yürüyüşüne falan götürebilirim bu sudan, sade sudan daha iyi kandırır.
İlk yağmur ne zaman düşecek acaba? Soğuk ve sıcak, yağmur ve kar, güneş ve bulut... Hepsi beni iyi hissettiriyor. Tamam, her zaman değil; yağmur ve soğuk hava bazen depresif halimi körüklüyor ama yine de güzel şeyler bunlar. O zaman, aklıma -yine- başka bir halt gelmediği için aklıma bir şey gelince yazıya devam edeceğim ve uygun bir başlık bulacağım.
Aslında çok güzel boş yaparım da boş yapmayı yazarak pek yapamıyorum, onun için konuşmam lazım. Yazı daha... Ne bileyim, daha farklı bir şey, konuşmaktan biraz daha özel gibi geliyor; muhtemelen küçüklüğümde ne zaman kötü hissetsem bunu yazarak atlatmamla ilgili. İlkokuldan beri ne zaman kötü hissettiysem yazdım, yakınlarda bulunan kağıtlar ve diğer şeylere; onların bir kısmını hâlâ saklıyorum, bir kısmınıysa yazdıktan çok kısa süre sonra imha ettim. Şimdi aynı görevi gören bu blog var. Konuşarak çok güzel boş yaparım ama... Yakında saçımı kestireceğim, okulun kuralı gereği, üç gün boyunca söylenmeyi planlıyorum ama bunu bloga yansıtmam muhtemelen. Saçıma dokunulmasından nefret ederim, aslında birçok fiziksel temastan nefret ederim. Yok, hayır, bu "saça dokunulması" kadar basit bir şey değil. Saça basit bir dokunuş beni rahatsız etmez, dokunan kişiye de bağlı olarak ama keserken saçımın çekiştirilmesi, saçma sapan tarama, berberin kafasına göre saçımda sörf yapması sinirlerimi bozan durumlar. Seçe seçe saç-sakal kestirilen bölüm seçtik arkadaş, inanılmaz ya! Neyse, 3 gün boyunca söylenmem bitince 4 gün de "sıhhatler olsun, saçın ne güzel olmuş" vs. diyenlere carlarım, bir haftayı o şekilde iç ederim. Söylenme programım var benim, sinirimin bozulacağı durum hakkında söylenmemi önceden planlıyorum. Pantolon giymek zorunda kaldığımda da ne şekilde söyleneceğimi önceden planlıyorum. Birçok şeyi rastgele ve spontane yaşamayı tercih ederim ama bazı şeylerde kendimden beklemeyeceğim kadar planlıyımdır, mesela söylenme konusunda. Yok mu kardeşim iş imkanı olan, saça sakala laf edilmeyen sözel bölüm? İş imkanı demişken, patron altında katiyen çalışamam. Lan gerizekalı Blogger, şu koduğumun katiyen kelimesini öğren artık! TDK'ye de baktım katiyen diye yazılıyor işte! Neyse, patron altında çalışamam diyordum -biraz da saçımı kestireceğim için stres oldum, Blogger'a laf atmam ondan-, benim aslında tam olarak kafama göre davranabileceğim, kimsenin bana karışıp etmeyeceği bir işe ihtiyacım var. Bir de bütün gün öyle durduğum yerde duramam, mental değil fiziksel olarak yorulacağım bir iş lazım bana. Ben böyle işin de... Al işte, saç kestirmek zorunluymuş... Kestirmek zorunda kalınca bu hale geldiğimi bilmediğinizden bu kadar rahatsınız. "Saç kestirme" kavramı bile beni tek başına strese sokmaya yetiyor ve strese girince aynı bir kedi ya da köpek gibi davranırım. Gereksiz ve anlamsız bir saldırganlık, her şeye sövme isteği (bu kedilerde kötü bakış, köpeklerde havlama şeklinde tezahür ediyor), dengeyi kaybetme, yakınımdakileri bile tanımamak vesaire vesaire... Balık ya da hamster olsam strese girdiğim gibi ölür, daha fazla çekmezdim artık, bu neymiş ya!
Azıcık sakinleştim. O daha önce bahsettiğim boş 2 yıl var ya, onu ben 4 yıla çıkarayım en iyisi. Hayır işin en kötü yanı, şu soktuğumun saçını çalışırken de kestirmem gerekecek muhtemelen, sikerim ama böyle işi artık! Gidip saç-sakal sorunu olmayan bir meslek bulamadık. Zaten o yüzden daha çalışmaya başlamadan bir an önce emekli olmanın yollarını arıyorum. Buradan izninizle Tsukuda Yuuto'ya da sövmek istiyorum. Lan hıyarın evladı, senin mangan yüzünden bu yola girdim, ne yapmak istediğim hakkında zerre fikrim olmadığı ve evde boşça durduğum bir zamanda ne yapmak istediğimi bulduğumu düşünmüştüm -aslında hala bunu yapmak istediğime göre çok da yanlış düşünmemişim, sadece götürülerinden nefret ediyorum-, gidip sik gibi son yazdın o mangaya.
Evet, sanırım neden beni saçımı kestirmeye zorlamamanız gerektiğini anlamışsınızdır. Seçtiğim mesleği de, girdiğim yolu da, okuduğum okulu da... Kedi suyu içerek hayatta kalsam daha iyiydi!
Aklıma başka şeyler gelince ekleme yaparım artık, Bleach okumaya gidiyorum ben. Bir manyak daha bulup gezgin kılıç gösterisi yapmak için ayartmayı deneyeceğim, kafayı yiyeceğim yoksa bu saç kestirme olayı yüzünden. Bu neymiş be. Ya da yirmi inek, yüz koyun, bin tavuk alıp çiftlik kurayım. Bak, saç kestirmek zorunda kaldığımdan dolayı o bütün hırsımla bütün gücümle güvence için çalışma gazı da iç oldu. Aq ben böyle işin. Halbuki hiç saçımı kestirmeye zorlamasanız bunların hiçbiri yaşanmayacak, ben bırakacağım bu okulu ya, gidip başka bir şey yapacağım. Bu neymiş!
Tamam, 2 saatten fazla sürdü; arada yemek yedim, birçok bölüm okuyup izledim, birkaç Youtube videosu izledim, daha farklı şeyler yaptım ve nihayet sakinleştim. Bu yazıyı da şimdi bir başlık uydurup direkt yayınlayacağım, hiç yarına, sonraki güne falan bırakmayacağım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)