Bazı konularda biraz eski kafalıyım. Bazı şeylerin çok ellenmemesi, gerekmedikçe durmasına ya da kendi kendine dönüşmesine/değişmesine izin vermek gerekiyor bence. Şu ilişki milişki konusu mesela, tam romantik komedi kafasındayım ben. Ne bileyim markette aynı ürüne uzanma olsun, işte efendime söyleyeyim köşe başında elde kitaplarla çarpışma olsun, işte aynı dersi alırken kazara tanışma olsun (O değil de öyle bir üniversite sisteminde de okumuyorum o ayrı bir konu)... Veya en azından şu çıkma teklifini geri getirin, flört ne lan? Ya sen flört ediyorsan da o sadece sohbet ediyorsa? Ne demek ulan "İllaki anlaşılır." Neden "friendzone" diye bir kavram var peki o zaman? Hani o eskinin şiirlerindeki, şarkılarındaki, efsanelerindeki gibi bir aşk yaşayamayacaksam (Aşk yaşamak da ne iğrenç kalıpmış, kim buldu lan bunu? Çıkma teklifinde olduğu gibi İngilizceden direkt çevirdiniz d'i' mi?), sevdiğim kız beni gelip çöllerden çıkarmayacaksa, ne bileyim onu kurtarayım derken kamyon altında kalmayacaksam (Oradan da doğru isekai'e tabii... Sen de ekmeğinin peşindesin ha, çakal.), efendime söyleyeyim birbirimize eksik olduğumuz şeyleri öğretmeye çalışmayacaksak falan ne anladım ben sevgililik müessesesinden (Müessese mi?). Öte yandan, bazı konuların da kalıplara hapsedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin günümüzde Türk okçuluğu içindekiler (Oha konu değişimindeki keskinliğe bak! Dizide, filmde yapsan sesçiden ışıkçıya, yönetmenden senariste bütün set ekibini kazığa oturturlar valla.) tam anlamıyla "Bizim yaptığımızdan yenisi yapılamaz." kafasındalar. E, iyi de kardeşim bu söz konusu Türk okçuluğu tarih boyunca ne biçim değişti zaten? Hem çoğunuz yenilenmişleri kullanıyorsunuz? Ha, halihazırda "Osmanlı okçuluğu" diye tanımlayıp ona göre aksiyon alanlar var, onlar eski kafalı olmakta haklı. Ama yani eğer Türk okçuluğundan bahsediyorsanız bu, şu an modern dönem veya Türkiye dönemi denilebilecek bir yerde, "Osmanlı'dan sonra bitti bu iş." saçma bir kafa. Tamam, ok ve yay ile buna bağlı ekipmanlar günümüzde ne günlük hayatta ne de savaşlarda kullanılan şeyler olabilir (Cumhuriyetin ilk dönemlerde bir okçuluğu diriltme çalışmaları olmuş gerçi ama sonradan bırakılmış.)... Ama bu okçuluk kısmının ilerlemesine, gelişmesine önem verilmeli. Günümüzün sembollerinin kullanılmasında bir sorun görmüyorum şahsen, yaylar konusuna gelince: Lamine yaylar zaten yeterince büyük bir devrim ama bir insan gayet istediği malzemelerden yay yapabilmeli. Tabii yay yapımına uygun oldukça. Kayıtlarda çok çeşitli tarifler var zaten: Örneğin Balkanlı Osmanlı yayı ustalarının elma ağacı (Ki bu da meyve olan elma ağacı değildi muhtemelen zira kimse meyve veren ağacı kesip yay yapmaya kalkmaz, en azından o dönemlerde kalkmazdı. Zaten elma ahşabı Türk-Osmanlı yayları için fazla sert bir malzeme, dalı kullanmaya kalksan o da hem fazla gevşek hem de kalınlığı falan tutturmak sıkıntı.) kullandığı biliniyor, yayları Türk yaylarıyla (Kültürel, tarihi ve coğrafi sebeplerden) hemen hemen aynı olan Moğollar huş ağacı ve koyun kemiği kullanıyordu; Macaristan'da yapılan bir araştırma da Hunların, yani Avrupa Hunlarının karaağaç ve koç boynuzu kullandığı teorisi ortaya atılıyor (Şimdi araştırmayı bulmamı istemeyin, muhtemelen bulamam. Çok merak ettiyseniz siz arayın, Türkçe kaynaklarda olması lazım.). Yine Osmanlı'nın orta-ilk dönemlerinde (Şu yükselme devrinin başları yani) saraya hintkamışı yani bambudan yaylar yapılmış (Tabii o zamanlar Hindistan'dan, Çin'den, en olmadı Mısır'dan falan geldiğinden halkın ulaşabileceği bir malzeme değildi bambu bugünkünün aksine, lükstü. Karabiber, tarçın ve şeker de aynı konumaydı. Öte yandan örneğin ıstakoz ve kerevit Avrupa'da kırmızı etin muadiliydi fakirler için. Soğuk zincir yok tabii o zamanlar, bunları su kovasına koyup taşıyabiliyorsun ama et öyle değil.). Kayıtlarda kayın ağacından yay ve yay tozu (Dışındaki kaplama) yapıldığı var ama söz konusu kayın muhtemelen (hem toz hem yay için ki yay tozlarının kayından değil huştan yapıldığı artık kabullenilmiş bir gerçek.) kayın değil huş ağacıydı (Bu konuyla [sadece "kayın değil huştu" değil genel olarak bütün bu okçuluğu eskiye hapsetmeme konusuyla] ilgili şu makale düşüncelerimin temelini oluşturmakta: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/406999). Yani duygusal/maneviyatçı olarak daha eski kafalı, söz konusu şekil, malzeme ve süsleme gibi fiziksel/maddi şeylerdeyse gelişime daha açık ve hoşgörülü olduğumu söyleyebilirsiniz. Türkçe konusunda eskiden eski kafalıydım, günümüzde daha "Dil değişir zaten." kafasındayım. Ha ama zaten bin çeşit karşılığı olan kelimenin yerine getirip İngilizcesini söyleyene, de/da ayrımına "Ben biliyorum ama kullanmıyorum." diyene, gidip İngiliz'in bilmediği kelimeyi kullanana falan kılım. O değişmez.
Bir şey fark ettim: Ejderha ve Mühür'de "Ne... Ne" kalıbını devamlı yanlış kullanmışım. Normalde yüklemin olumlu olması gerekir kalıbın yapısı gereği ama devamlı olumsuzlaştırmışım yüklemi. Çok daha eski olan SKvKC'de ise hiç öyle bir sorun yok, onda gayet doğru kullanmışım. İlginç yani.
"Şair burada ne demek istemiş?" diye bir soru vardır edebiyat dersinde. Yalnız bu biraz... Hatta ne birazı, bayağı kibirli bir soru değil mi? Lan sen mi yazdın şiiri hoca, nereden biliyorsun şairin orada ne demek istediğini? Belki şair, orada ne dediğini/demek istediğini kendi bile bilmezken seni kim yetkili merci yaptı? MEB, doğru. Bu arada şairlerin, bilhassa da ünlü, tanındık, bildik şairlerin büyük bölümünün yazdıkları dizelerde ne demek istediklerinden kendilerinin bile emin olmadığına, en derinine onların bile ulaşamadığına -ve tam olarak da bu yüzden onlara "yazar" ya da "deli" değil "şair" dediğimize- inanmak için gayet geçerli birkaç sebebim de var. "Şair burada ne demek istemiş?" Ölünün körünü demek istemiş, ne yazıyorsa onu demek istemiş işte. "Acıdı" demek istese "Acıdı" yazardı. Bayrağa seslenecek olsa "Ey bayrak! N'aber, n'aptın?" yazardı. Allah aşkına düzeltin şu müfredatı yav.
Türkiye İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi (Adı İstanbul olan sözleşmeden çekilmek de acayipmiş ha). Açıkçası, şahsi görüşüm Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'ne tabi olup olmaması arasında herhangi bir fark olmayacağı yönünde. Durun, durun, hemen sövmeye (veya alkışlamaya) başlamayın zira sebebini açıkladıktan sonra -benim görüşüm hakkındaki- görüşünüzün 180 derece değişme ihtimali var: Yeni Türkiye'nin mevcut hukuk düzeninde suçlu muhalif olmadıkça veya Twitter'da kamuoyu baskısı oluşmadıkça ne katiller ne de tecavüzcüler cezalandırılıyor. Eh, muhalif olmadığı sürece de sessiz sedasız sözde şartlı özde "Saldım çayıra..." olarak salıveriliyor. Daha önce de söyledim, ben ne muhalifim ne hükümet yanlısı. Siyasetin çok anlamadığım bir alan olduğunu kabullenmiş, dolayısıyla pek bulaşmak istemeyen basit biriyim sadece.
Türk dizi ve filmlerinde yıllardır kronikleşmiş bir sorun var: Diyaloglarda duyabilmek, hikayeyi anlayabilmek için sesi köklemek gerekirken aslında o kadar da iyi duymasak herhangi bir kaybımız olmayacak olan silahlı çatışma sahneleri, müzik altında hızlandırılmış sahneler gibi şeylerde evin içinde bomba patlamadığı, konser verildiği vs. sanılmasın diye sesi en düşüğe getirmek zorunda kalmamız. Aslında bu Türkiye'ye özgü değil, Hollywood'da olsun, animelerde olsun çok sık karşılaşılan bir sorun ama onlar bunun sorun olduğunun farkına varıyorlar be. Bizde sektör doğrusunu bu bellemiş durumda. Onlarda en azından istisnası var hem de istisna denemeyecek kadar fazla (Hollywood fabrikasyon üretim yaptığından onda bu da otomatikleşmiş olabilir, emin değilim.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder