Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

28 Mart 2021 Pazar

Zombi Savaşçısı (Taktım Ben Bu Zombi İstilası Olayına... Belamı Arıyorum Resmen)

Zombi istilası durumunda uygun askeriye şeyi çıkardım. Neden? Çünkü hiç işim gücüm yok, evet. Tabii ne tür zombilerden bahsettiğimiz de önemli: Örneğin zombiler çoğunlukla yavaş olarak işlense de koşan zombi görmüşlüğümüz de var. Neyse ki vampirler gibi her yapımda özelliklerinin içinden geçilmiyor (Aha) da temel bulabiliyoruz.

ZOMBİLER

1) Yavaşlar.

2) Isırma yoluyla enfekte ediyor, insan etiyle besleniyorlar.

3) Yüzemiyorlar, başka bir deyişle motor becerileri eksik (ama var, taklit edebilirler yani).

4) Beyin darbesiyle ölüyorlar: Yani kafasına sıkarsan ya da başını kesersen ölürler.

5) Rejenerasyon yetenekleri insanlardan daha hızlı olmasına rağmen daha fazla değil. Yani yaraları kısa sürede kapansa da kopan kol geri çıkmaz. Deri ve et kalınlıkları ve gevşeklikleri insanlarla aynı, yani insana fiziksel hasar veren herhangi bir şey bunlara da aynı oranda hasar verir.

6) Gözleri iyi görmüyor, en azından çok iyi görmüyor ama koklama ve işitme duyuları keskin.

SİLAHLAR

Machete: Öncelikle, şuna doğru düzgün bir karşılık bulunana dek ben de "machete" derim. Pala bunun karşılığı falan değil, pala olarak çevrilebilecek şey olsa olsa falchion'dur. Scimitar da genelde "Pala" diye çevrilse de daha ziyade yalmanlı kılıçları veya tek taraflı ve iri/kalın eğri kılıçları ifade etmekte kullanılır. Machete'i bir ihtimal ağaç palası, el palası falan diye çevirebilirsiniz ama dümdüz "Pala" diyemezsiniz. Neyse, bu bıçağımsı şey özellikle dar alanlarda epey işe yarayacak. Sadece zombilere karşı değil, dal da kesersin deri de yüzersin bununla. Klasik kamp ya da av bıçakları çok kısa kalır ama iri av bıçakları ve özünde zaten bir machete çeşidi olan kukri iyi bir alternatif olabilir.

El baltası: Büyük baltalar hantal ve taşıması zor, fırlatma baltalarını da yakın mesafede kullanmak zor olabilir ama yine de fırlatma baltası bir alternatif olabilir. Küçük, kısa teberler de alternatif olarak kullanılabilir. Özellikle köşeye sıkışma durumunda rastgele açıklık oluşturmak için iyi bir yol bu, machete'ler aynı işi görmek için fazla keskin ve zarif silahlar. Bunun haricinde esas silah olarak da kullanabilirsiniz ve kilit kırmak gibi işlerde de kullanabilirsiniz.

Eğri kılıç: En çok tavsiye ettiğim ince olan şemşirler çünkü şemşir ince, hafif ve uzundur, yalmanlı kılıçlar bu ortamda fazla ağır ve bazen kısa kalabilirler, Avrupa menşeli süvari kılıçları "saber"lar da yine kısa ve hatta kalın kalacaklardır. Ha eğer imitasyon olmayan, usulüne uygun şekilde defalarca dövülüp özel yağlarla bilenmiş bir katana bulabilirseniz (ki eğer kafayı katana yapmakla bozmuş birini tanımıyorsanız Japonya dışında bulmanız pek de ihtimal dahilinde değil) o da son derece iyi bir seçim olur ama merdiven altı katanayla dövüşeceğine ferforjeleri söküp bileyle daha iyi (Yapılmışı için: Kurtuluş Savaşı dönemi süvarileri.). Palalar aşırı ağır ve büyük kalırlar, düz kılıçları ise köşeye sıkıştığınızda falan kullanmak çok mümkün olmayacaktır. Özellikle de eğri kılıçların en önemli noktası hız ve çeviklik avantajı sunması, zombilere karşı da en büyük silahınız hızınız. Yarıp geçme taktiğini düz kılıçla aynı efektiflikte yapmak çok da mümkün olmayacaktır. Bir de düz kılıçlar daha ziyade delmeye odaklanmışken (Sadece meç, rapier gibiler değil uzun kılıçlar falan da kesiciden çok delicidir, büyük kılıçlar yani "greatsword"lar ise bildiğin ezme işlemi amaçlıdır, gürz falan gibi. Tabii ki kesici özellikleri vardır ama esas işleri bu değildir.) eğri kılıçların işi kesmektir (Bu da düz kılıç ve eğri kılıç arasındaki en temel farkı oluşturur, bir istisna olarak ucu küt olan Ortadoğu tarzı düz palaların [şekil 1-a] işi kesmektir, zaten o yüzden uçları sivri değil de küttür ama onlarda da aynı hantallık, kısalık, ağırlık ve kalınlık sorunu olacaktır.); eh, zombinin beynini delmeye çalışmaktansa direkt kafasını kesmek daha mantıklı bir iş olacaktır.

Soldan sağa: Şemşir, yalmanlı kılıç, machete (üstte), pala (altta), falchion, saber

Arbalet: Aslında ateşli silah veya sıradan bir yay da kullanılabilir ama ateşli silahların tutukluk yapma, ters patlama özellikleri var; sıradan yaylar kırılabilir ve halihazırda ok atmayı bilmiyorsanız kullanmaya çalışmak zombilere "Gel beni öldür." demekten farksızdır, arbalet kör topal da kullanılabilen, en azından hedefi öyle de tutturabileceğiniz bir silah. Ayrıca ustalaşırsanız keskin nişancılık avantajı da sunuyor. Bir diğer avantajı da yay gibi ona uygun ok ya da ateşli silahlar gibi mermi aramakla uğraşmadan düz ve sivri herhangi bir şeyi özellikle de çelik kanatlı bir arbalette rahatlıkla cephane olarak kullanabilecek olmanız. Tabii ki en iyi sonucu yelekleri (tüyleri) de dahil tamamı çelikten yapılmış arbalet okları verecektir ama onları nereden bulacaksın? Ferforjeleri kesip kullanabilirsin bak, şimdi aklıma geldi (Zombi istilası lan bu, boru mu? Milletin evini mi düşüneceksin o durumda? Yalnız ne ferforjeymiş be, o parmaklıklar falan hep zombi istilası için demek ki.). Arbalet hedefi tutturduğunuz sürece yeterli hasar verir tıpkı ateşli silahlar gibi ki zaten tabancanın ilk prototipi olduğunu söylemenin çok da yanlış olmayacağı kanısındayım. Sıradan yaylarda çekiş gücü, ne kadar çektiğiniz, ok ucunuzun şekli ve malzemesi falan önemliyken ve hasara doğrudan etki ederken arbalette itiş gücü önemlidir ve bütün gücü kendi verir, sizden bir şey beklemez. Arbaletin tabancalara kıyasla bir eksi yönü var: Burnunun dibindeki zombiye karşı kullanamazsın. Bu uzaktan keskin nişancılık yapmak, işte ıslıklı okla falan hedef şaşırtmak (İşitme duyuları keskin, unutmayın.), kafa karışıklığı oluşturup (Sağ yandaki zombiyi vurup sola koş) aradan sıvışmak (veya araya dalmak) gibi konularda kullanılabilecek bir silah. Pompalı tüfek de aslında iyi bir alternatif olabilir, mermi bulamıyorsun içine taş koy ateşle. Arbalete alternatif olarak pompalı taşımanın iyi bir seçenek olabilme sebepleri şunlar: Arbalet klasik yaylar kadar olmasa da kolu yoran bir silah ama hem bulmak pek kolay değil hem de arbaletin aksine ateş eder etmez bütün zombilerin dikkati size kesilecek çünkü arbalette okun sesine, hele de o ok ıslıklı oksa tamamen ona, odaklanacaklar ama pompalıyla sıktığınız anda hepsi size dönecek.

Uzun mızrak/Kargı: Ucu bıçaklı/palalı ya da temrenli olabilir, ikisi de iyi iş görür. Balıkçılıkta kullanılan çok uçlu kurbağa mızrakları (şekil 1-b) bu zombilere karşı çok hafif silahlar olarak kalacağından tavsiye etmiyorum (Yetkili merciyim çünkü, aynen.); daha büyük olan üç dişli mızraklar (şekil 1-c) ise bu ortamda fazla büyük ve hantal kalacaklardır. Hele kısa fırlatma mızrakları ya da ciritler (Cirit deyince aklımıza hep cirit oyunundaki ahşap talim ciritleri geliyor ama aslında şu şekil bir şey kendisi, bir çeşit kara zıpkını.) gibi şeyler tamamen işe yaramaz olacaktır. Neyse, bunlar özellikle köşeye sıkışma durumları ve yarıp geçme taktikleri açısından iyi olduğu gibi saklanma yerinden hızlı ve efektif saldırılarda da kullanılabilir. Sindin bir köşeye, geleni geçeni leblebi gibi avlarsın valla. Açık alanda da kapalı alanda da hemen hemen aynı efektiflikte kullanabilirsiniz bunu; machete ve el baltası kapalı, kılıç ve arbalet açık alanda kullanmak için ama bu her ikisinde de iş görür. Çok dar, çok basık bir alanda etkisiz kalır ama; zaten o yüzden bütün bu silahlarla beraber dolaşıyorsunuz aralarından birini seçmek yerine.

Altıpatlar: Her ne kadar dibinizdeki zombi için machete, balta, hatta yeterince açıktaysanız kılıç ve eldivene, kol yenine, çizmeye, çoraba falan saklanmış bıçak, çakı, satır vs. gibi seçenekleriniz olsa da altıpatlar beyin patlatma için iyi bir seçim, hem (nispeten) uzak hem yakın mesafe kullanılabiliyor. Modern silahlara kıyasla tutukluk yapmamak (Yağlamanız lazım tabii) gibi avantajları var, tüfek tarzı şeylere kıyasla da avuç içine sığan bir şey. Bir de sizi mermiyle sınırlandırmama özelliği var: Zombilere karşı zehir veya panzehir falan olarak kullanılabilecek bir toz, sıvı, hatta gaz karışımını torbalar içinde bu silaha koyabilirsiniz. Mermi mi bulamadın? Çakıl koy, ateşle. Modern bir tabancada aynısını yapmaya çalışırsan ne olur? Yaratıcı bir intihar yöntemi bulmuş olursun.

KALKAN

Küçük yuvarlak kalkan: Balta ve kılıç ile kombine edilerek kullanılabilir, ayrıca zombilerin kafasına kafasına bir çeşit sersemletici olarak vurabilirsiniz. Düz sayılabilecek bir kalkanın çevresini jiletle doldurarak kesici bir silah da elde edebilirsiniz. Bu kalkanların bir avantajı da herhangi bir tepsi veya ufak yer sofrasını bir tutamaç ekleyerek anında buna dönüştürebilmeniz.

Büyük dikdörtgen kalkan: Bu daha çok köşeye sıkıştığınızda zombilere "Bir gidin lan." diye kendinize güvenli alan oluşturmakta, eğer tek değilseniz bütün grubu korumakta ve silah kullanmayı öğrenen zombilerden kendinizi korumakta (Bunların motor becerileri var, unutmayın. Sopa alıp kafanıza kafanıza vurabilirler, en azından sizi taklit edebilirler.) iyi bir seçenek olacaktır. Ama bunu hareketli kullanamazsınız, o yüzden küçük yuvarlak kalkana da ihtiyacınız var.

Deri zırh: Daha önce deri zırh ve çelik zırh arasındaki farkları, deri zırhın avantajlarını falan anlattım (Hatta tam olarak boyna geleneksel, eski tarz silahlardan bahsettiğim bir yazı olması lazım, bulursam link koyarım. Bulamadım, zaten o avantajlar karşınızdaki silahlı, gerçek bir insan değil de zombiyse pek de işe yarar avantajlar değil.) ama bir avantajı da paçanıza yapışmaya kalkan zombiler zırhın eteğine yapışacağı için size pek bir etkileri olmayacak olması. Sudan çıkmış köpek gibi silkinirseniz çil yavrusu gibi dağılırlar. Bu arada konuyla alakasız ama buradaki "çil" keklik demek (Hâlâ "çil keklik" denen bir keklik türü var ama "keklik" denince ben de dahil çoğu kişinin aklında canlanan kınalı keklik oluyor.), yani hayvan benzetmesi iki etti. Tabii deri zırhı halihazırda üreten birini tanımıyorsanız veya elinizde yoksa boşaltılmış bir polis karakoluna falan gidip (Zombi istilasında hâlâ emniyet güçlerinin, ordunun falan olmasını beklemiyordunuz herhalde? Varsa da kendi içlerinde kendilerini koruyacak düzende kalmışlardır, merak etmeyin onlar sizi bulur.) çelik yelek (kevlar zırh) bulmak ve gerektiğinde derhal kesebileceğiniz/koparabileceğiniz bir kumaştan sarkan ince parçalar eklemek daha mantıklı ve gerçekçi bir seçenek olacaktır.

EKİPMAN

Matara: E, açıklatmayın bunu da.

Kemer, hatta mümkünse palaska: Onca malzemeyi nereye tıkıştırmayı düşünüyordunuz, pardon? Çantaya mı? Aynen, zombiler de bekler zaten çantadan bıçağı çıkarmanızı falan.

Çizme: Hatta ya okçu çizmesi (Öyle ha deyince bulamazsınız) ya da balıkçı çizmesi (Bunu bulursunuz). Bu diğerlerinin aksine opsiyonel, şart değil yani ama hem kanlı, çamurlu yerlerde rahat edersiniz hem de ekstra malzeme (Ekstra bıçak, ne bileyim harita, uğurlu bir malzeme falan...) tıkıştırabilirsiniz içine.

SON NOT - EKİP

Böyle bir ortamda tabii tek tabanca takılmayı tercih edenler, zorunlu olarak tek kalmış olanlar, komün düzeninde yaşayanlar, aşiret düzeninde (Komün düzeninden farkı başlarında bir lider olması) yaşayanlar ve saklanma yeri, ev, silah, yemek, su gibi çeşitli imkanlara sahip olup bunlarla çevresine insanları toplamış dikta yapıları gibi çok farklı insan grupları olacaktır. Yine çoğu insan diğerlerini aramaya hevesli olmayacak ve zaten her taraf zombi kaynadığından hevesli olsa da pek bir sonuç elde edemeyecektir.

27 Mart 2021 Cumartesi

Türkçenin Geliştirilmesine Dair Manifesto

Şimdi, sizin aklınızda iki soru var: Bir, bu tip böyle işlerle uğraşmaktan zevk mi alıyor? İki, neden? El-cevab: Evet ve hiç işim gücüm olmadığından. O değil de sanki millet çok takacakmış beni gibi şu halime bak.

Maddelerle geldim, maddelerle! Bu iş TDK ile TDD ile bir yere varmayacak, ben geldim:

1) Alfabe korunacak. Hoş bana kalsa şu ses farklılıklarını iyice vurgulayan bol fonetik ayrımlı Ä'li, é'li, W'li, Ⱨ'li bir alfabe hazırlardım da daha Ğ ile Y'yi ayıramayan bir topluma çok ağır gelir. Gerçi Ğ konusunda isimlendirme hatası da var, ver o harfe "Ğe" falan gibi söylerken sesini çıkarmalarını gerektiren bir isim koy, bak bakalım bir daha yanlış yazıyorlar mı? (Evet, yazıyorlar.)

2) Gramer ve kalıp kuralları da (Örn. Ne... ne'de yüklemin olumlu çekilmesi) -doğal olarak- korunacak. Burada dili değiştirmiyoruz, sadece TDK denen zevatın yapması gereken işi yapıyoruz. Gerçi daha önce değişen örnekler de var, Türkçenin sayma sistemi tamamen değişti örneğin. Başlangıçta "On iki" yerine "İki yirmi" diyorduk.

3) Yeterince uzun süredir dilde olan, anlaşılabilen ve okunduğu gibi yazılan sözcükler (Örn. Stalk) sözlüğe eklenecek. Gerektiğinde bunlar üzerinden Türkçenin kurallarının ırzına geçmeyen yeni kelam bulunacak (Örn. Stalker yerine Stalkçı, hatta belki Stalkör veya Stalkır, bu sonuncuyu alfabeyi elden geçirsem Stalkïr diye yazardım bu arada.)

4) Noktalama işaretlerinde revizyona gitmek şart. ?! gibi ifadelere bilhassa konuşma kısımlarında ihtiyaç vardır. Konuşmalarda zaten gerektiğinde yazım kuralları gözardı edilebiliyor. Tırnak ve parantezle birlikte noktalama işaretleri için daha önce anlattım zaten.

5) Gözardı dedim de aklıma geldi, anlam kayması yaşatmayacak bütün birleşik kelimeleri ve benzeri ifadeleri birleştiriyoruz: "Köpekbalığı", "gözardı", "ardarda", "aklıselim", "haftasonu", "haftaiçi", "yanısıra"... Ha ama yeşil soğan falan ayrı yazılır, onu niye birleştiresin aq?

6) Tireye de izin verilecek, tek doğru yazım olmasına gerek yok: "Sürç-i Lisan", "Taht-ı Revan", "Gayr-ı Resmî", "Akl-ı Selim"...

7) Şapkayı anlam kayması yaşatmadığı her durumda atıyoruz: "Aşık", "hikaye", "lal"... Anlam kaymasına sebep olacağı durumlarda ise muhafaza ediyoruz: "Yâr", "kâr", "hâlâ"...

8) Yeni kelime, kısaltma ve kalıp uydurulmasına izin verilip sözlüğe alınacak: "Tiksinç", "oladabilir" (Birleşik kelime kuralı devreye giriyor burada, ola dabilir diye mi yazalım?), "duyar kasmak", "amk", hatta "aq", "şikayetlenmek", "sizlik", "samimiyetsizce"... Dil dediğin böyle bir şeydir, "Türkçede öyle bir kelime/ifade yok." ile bir yere varamazsınız. Ha durduk yere, gereksiz yere cümleye yabancı kelime tıkıştıranlar (Date ne amk? Buluşma de, randevu de... En olmadı "Çıkma" de ya!), bağlaçları ayırmayanlar falan için vurun abalıya. Bir tekme de ben atarım.

9) Altıncı maddeyle ilgili olarak lord, acaib gibi kelimeler korunacak. TDK denen garabet yuvasının hangi akla hizmet kullanıma sunduğu belirsiz "Lort" atılacak ama acayip "daha doğru" olan kullanım olacak (TDK'de halihazırda var bu: Yapyalnızı da doğru kabul ediyor ama yapayalnızı daha doğru kabul ediyor).

25 Mart 2021 Perşembe

Ya Zaten Yoruldum, Bir de Başlık Maşlık...

Muihoyo'nun sloganı efsaneymiş yalnız, "Tech otakus save the world!" jsagjasgas. Urasekai Picnic de hiçbir şeyi açıklamadan "Her şey halloldu ya, rahatız artık." sonu yaptı. 2. sezon falan da gelmez buna, açıklama yapsanıza lan bize? Urasekai neresi, kuralları ne, Satsuki kim, Sorawo ile alakası ne (Alakası olmadığını da söylemeyin bir zahmet.)? Wonder Egg Priority'nin 11. bölümü neydi öyle ya? 10. bölümün sonu da çok fena etmişti ama 11. bölümden sonra bir yarım saat hareket edemedim, sonraki yarım saat konuşamadım, kendime gelmem takribi 1,5-2 saati buldu. Finalde batırmazlar inşallah, çıtayı bu seviyeye çektikten sonra final aynı derecede rahatsız edici veya tam tersine bunu silecek denli rahatlatıcı olmazsa (Ki bu animeye iyi son yakışmaz bence, hani kötü sonları sevmem ama kötü sonla bitmesi gereken on anime varsa biri budur.) kimse memnun olmaz finalden. Bungou Stray Dogs Wan'ı da gülelim diye açıyoruz, son iki haftadır ciğerimizi söküyor. Tam da kış sezonunun bitimi olduğundan anime finalleri ve final öncesi bölümleri üst üste geliyor, bir de ağır topların finalleri var şu an. Maou Rimuru geldi be! İşte budur! Rimuru'yu sevmeyenler biraz olsun utanır mı? Sanmam. Oyasumi Punpun'un konusu, gördüğüm panelleri falan çok ilgimi çekiyor ama psikolojimi mezara koyup bir de asit dökeceğine emin olduğumdan uzak duruyorum. Zaten dramdan etkilenmeye meyilli, ruh hali hemen kötüleşebilen bir insanım (Zaten o yüzden boyna komedi izliyorum ve o yüzden arada bir karanlık moda geçebiliyorum bu yazılarda olsun, hikayelerde olsun... Ha bu arada SKvKC'nin asıl kısmı, yani orta kısmı uzun süren öyle bir zamanıma denk geldi; başlangıçta pek karanlık gibi durmuyor çünkü yazmaya başladığımda ben aydınlık moddaydım. Aç kapa düğmem var, aynen. Yerini bulsam iyi olacak ama.), bir de Punpun okumaya kalkarsam bir daha kendime gelemem muhtemelen.

Şimdi ilginçtir, günümüzde Rum kelimesini daha çok Türkiye/Anadolu Yunanları için kullanıyoruz ama kökene bakıldığında aslında Romalı/Roma vatandaşı demek. Frenk de böyle: Aslında Fransızların köken aldığı Cermen kabilesi olmasına rağmen Osmanlı'da bütün Batı Avrupalıları, hatta zaman zaman Macarlar hariç, Roma ile Osmanlı dışında yaşayan her Hristiyan Avrupa halkını tanımlamakta kullanılmıştır. O dönemde gayri-isevi Avrupalılar da mı vardı? Evet: İspanya'da Emevilerden kalma az miktarda (çoğu Kuzey Afrikalı, çoğunluğun çoğunluğu Faslı) Müslüman nüfus ile yine İspanya'da Sefarad Yahudileri vardı. Onun dışında özellikle Kuzey Avrupa'da paganizm uzun süre yaşamaya devam etti.

Teke böceği diye bir böcek var, kocaman, avuç boyutunda bir şey. Bu böceğin Türkiye'deki bazı yerel isimleri takkeçeken, konakdelen, köygöçüren (Şu köyleri de göçürmeyen yok... Bu isimde bitki de var mantar da hayvan da hem de hepsi birden fazla. Azıcık sağlam inşa edin la şu köyleri?)... Bu arada bunlar farklı yörelerde tamamen alakasız böceklere, hatta böcek bile olmayan hayvanlara verilen isimler de olabilir, yani "O öyle değil." demeyin hemen. Türkiye'de her yöre her şeye kendi ismini koymuş, biri birini tutmuyor. Hani muhtemelen "Bu bu kadar büyükse mutlaka bir zararı dokunur, hiç bulaşmayalım." gibisinden bir motivasyonla veriliyor bu isimler bu böceklere ki zaten çoğu tür de tarım zararlısı, ağaçları kurutup ahşabı çürütüyor. Eh, Avrupa'daki nadir iri böceklerden, boru mu? Değil, böcek.

Yine her gün 20 farklı kurgusal karaktere günde 50 kere evlilik teklifi ettiğim bir dönemdeyim. Şu performansı gerçek hayatta da göstersem birinden birinin boşluğuna gelir de kabul ederdi belki. Ulan tek umudumun karşı tarafın boş bulunması olması da bir başka inceleme konusu da bunu geçiyorum şimdilik. Öte yandan, sırf olduğu için olan böyle temelsiz, sığ bir ilişkidense hiç olmasın daha iyi. Ulan zaten böyle deyip durduğun için hâlâ yalnızsın, mal. Neyse, sakinim. Aaaah, niye bir an önce dünya yok olmuyor ki? Ben hayatımı böyle sikmeyi nasıl başardım? Tamam, hatalar yaptım ama hangisi bu aşamaya kadar getirdi beni? Kurtarılabilecek aşamayı da çoktan geçtim artık, artık umut yok. Karanlığıma başkasını da sürüklemeyeceğim ama bir ışığa ihtiyacım var. Mesai erken başladı bugün, normalde her gece 3 civarı böyle oluyordu 21'de böyleyim. Hay ben... Ulan sövecek mecalim bile kalmadı. Yapmak istediğim birkaç şey vardı... Buradan bakınca hiçbiri mümkün görünmüyor. Ya da sadece abartıyorum, her zamanki gibi... Son üç yıldır kaç kez "Artık ne kadar dayanabileceğimi bilmiyorum." dediğimi sayamadım bile. Bugün yarından ötesi olmasa keşke diyorum, yarından sonraki gün... Eh, onu zaman gösterecek. Aslında aydınlığa çıktığım falan yok, karanlık biraz dağılıyor sadece. "Tepende kara bulutlar olsa da gökyüzünün maviliğinden kuşku duyma." Peh! Kara bulutlar bir yere gitmiyor, sadece bazen azıcık açılıp güneş olduğunu sanmama neden oluyor. İyi bir şey olmayacak, ne o denli nazik bir dünyada yaşıyoruz ne de ben hayatın kibar davrandığı şanslı azınlıktanım. Ölmeme bile izin verilmiyor. Yok, hayır, ciddiyim: Şimdiye kadar kafamı sivri demirlere mi çarpmadım, koca köpekler tarafından mı kovalanmadım (Tamamen benim kazmalığımdan yaşandı ama bu önemsiz bir ayrıntı.), parmağımı havuç sanıp kemiğe kadar mı kesmedim (Bir de "Niye aniden sertleşti bu?" diye zorluyorum, annem "Parmağın kanıyor." deyince fark ettim.), boğazıma takılan şeylerin hele haddi hesabı yok... Ölemiyorum bile ya! Kendimi asmaya kalksam ip kopar. Bunun bir yararı yok. Güzel günler olmayacak, hiç olmadı zaten. Dünya iğrenç ve sıkıcı bir yer, bütün insanlar da bencil, çıkarcı, sinsi pislikler. Birkaçı hariç ki o birkaçı zaten... Neyse. İyi hissettiğimi sandığım zamanların geleceğine eminim ama bu illüzyon illaki bozulacak. Tekrar, tekrar, tekrar... Gerçek bir ışığa sahip olmadığım sürece o şey bozulmaya mahkum bir illüzyon olarak kalacak. Şeytani bir işkenceci, kesinlikle iyi bir şey değil. "Umut işkencelerin en büyüğüdür." Kim demişti bunu? Nietche miydi? Kesin yanlış yazdım ama sikerler Almancanın yazım kuralını şu an. O illüzyon, bütün iyi hisler... Sadece şeytani bir işkenceci, artık acıya bağışıklık kazanınca işkence o kadar zevk vermiyor tabii. Anlamsız, gereksiz, önemsiz. Neyse ne. Her halükarda o illüzyonun varlığından memnunum, en azından nefes alabiliyorum. Ve ışığa gelince... Hâlâ ama hâlâ bir umutla bekleyen o gönlümü de sikeyim. Neyse, "hayallerimizi satmadık ya." Belki bir çıkar yol bulacağım, belki beni kurtarmaya çalışan birileri çıkacak... Hah, nereye çıkıyor? Bütün gün rol kesip yalan söylemekten başka yaptığım ne var? Kimse umutsuz vaka olduğumun farkında değil, iyi saklıyorum zira. Neyse ne. Aslında... Bir kez uzaklaşıp bütün pürüzlerden kurtulabildiğimde... İşte o zaman, belki de bu kaygı mağarasının duvarında kendim bir delik açma gücünü bulacak ve hakiki ışığı görme cesaretine sahip olacağım. Belki de aynı tas aynı tamam devam edecek. "Ölmek isterseniz cenazenizi hayal edin." Böyle bir şey okumuştum, internette bir yerdeydi herhalde. Ben bu yazıyı yazdım mı önceden? Neyse... Edemiyorum. Yok, hayır, kötü edemiyorum. Cenazemi hayal etmek zerrece yaşama isteği vermiyor bana. Ağlayıp dövünen, gerçekten üzülen kişileri hayal edemiyorum. Babam "Ölmenin zamanı mıydı? Bir ton iş çıkacak." diye cesedimi azarlıyor, kardeşim... Kenarda bir boklar yiyor, her ne yapıyorsa. Zaten başka pek bir kişi de yok. İçten içe sırıtan birkaç kişi var ama kim olduklarını pek de ayırt edemiyorum, bir de ben tabii: Tabutun içinde hayatta hiç sahip olmadığım kadar geniş, gerçek bir sırıtmaya sahip, ölü göz kenarları mutlulukla kıvrılmış ben. Tabutun baş kısmına kolumu dayayıp kabre götürülmeyi bekleyen ruhum, belinde bir kılıç ve elinde bir kadeh tutuyor. Yüzünde zafer gülümsemesiyle cenazede toplaşanlarla dalga geçiyor. Yo', hayır, cenazemi düşünmek beni iyi hissettiriyor evet; ama sadece bir gün gerçekten öleceğimi, bunun kaçınılmaz olduğunu bildiğim için. Ölüm şu dünyada adil olan tek şeydir, bu yüzden de varlığı şarttır. Yaşam dediğin işkenceyi uzatmanın ne anlamı var ki? Ölümsüzlüğün yükünü bu dünyanın kaldırabileceğini düşünüyor musunuz? Üstelik pahalı olacaktır yani o bile adil olmaktan çıkacak. Cenazemi düşünmek beni hayata bağlamıyor, ölme isteğimi kuvvetlendiriyor. Kendi cesedinin başında dalga geçen kendi ruhumun belindeki kılıç da kendi kılıcım zaten, ölünce bedenimin üstüne bıçak değil de onu koyun. Bilin bakalım orada kim yok? Aile var, arkadaş... Belki vardır. Kim yok peki? Sevgili, eş ya da onun gibi bir şey. Burada bile umudum yok. Gerçi, ben batıl inançları olan bir insanım; bu aklımı korumamın yollarından biri. Hâlâ tımarhaneye düşmediysem bu bir şeylere (neye olduğunun önemi yok) inanmakta ısrarcı olmam sebebiyledir. Heh, neyse; batıl inançları olan bir insanım ve bugün iki farklı (biri de hemen az önce) olumlu işaretle karşılaştım ama... Eh... Sevilmek istiyorum. Saygı görmek istiyorum. Sadece çıkarcı, bencil şerefsizin tekiyim, insanlığın geri kalanı gibi. Dahasını istemiyorum. Yetti bu kadar. Neye, kime faydam var ki benim? Tek yaptığım boş boş dolanıp şikayetlenmek. Eh, ortama kolayca ayak uydurabildiğim ve gerçek düşüncelerim hakkında (en azından konuşurken) ketum olduğum için gittiğim çoğu yerde rahatlıkla bir yer bulabiliyor ve yaşayabiliyorum. Ama bunu istemiyorum ki. Beni, gerçek beni isteyen kim var? Kimse. Sadece sessiz, uyumlu tip. Orada olmam ya da olmamam fark etmez. Boşluğumu, kendinden nefret edip içinden devamlı tüm dünyaya söven herhangi biri de doldurabilir. Kendi yerimi inşa edemem. Kimse beni takip etmez. Eh, takipçilere ihtiyacım yok ama yine de kendi yerimi inşa edemem hâlâ. Yine de... Yine de yaklaştım, ona dair bir umudum var. Eğer... Eğer kendi yerimi, kendi gerçek yerimi inşa edebilirsem belki hakiki ışığı görebilirim. Veya her zamanki gibi kolayına kaçıp nereye koyulsa orada duran ve üç ayda bir arıza çıkaran ama kısa sürede sustuğu için orada tutulmaya devam eden biri olmaya devam ederim. Hayır, artık bu olmayacak. Yeter. Bu kadar korkaklık, bu kadar kaçınma yetti artık. Dişimi biraz sıkıp şu sikik okuldan mezun olduktan sonra İkarus'un kanatlarına sahip olacağım. Güneşe erişip yansam da önemli değil, karanlıkta boğularak ölmektense ışığın beni yakmasını tercih ederim. İşte o zaman, o zaman... Ne anlatıyorum ki ben? Öyle bir şey olmayacak. Yine mal mal takılıp üç ayda bir buraya şikayet edeceğim. Kişisel blog mu terapi defteri mi belli değil. Kişisel blogun amacı bu değil midir ki zaten? Neyse ne. Bunu amma çok dedim. Bak yine yazının sonunda karanlık moda geçtim, başta dediğim buydu işte.

24 Mart 2021 Çarşamba

Kendi Kendime Şikayetleniyorum Ya, Sizlik Bir Şey Yok

Bir şeyleri yazmakla uğraşırken pek de "Haftalık yazayım, yayınlayayım." tipi olmadığıma karar verdim. Daha çok bütün halde yazıp bittikten sonra halletmek bana daha uygun. E zaten o yüzden her bir şey yarım kalıyor, neyse. Kısa Kısa acayip okunma alıyor lan, niye öyle o? Herhangi bir şey beklemiyordum ben ondan, yazarken de yayınlarken de ama en çok okunan o; o niye? Korku hikayeleriyle mi devam etsem? Gerçi Kısa Kısa korkudan ziyade gerilim sayılır, fantastik-psikolojik dengesi de biraz havada: Hani "Bu yaşanıyor mu yoksa karakter mi şizofren?" anlayamıyorsun. Ben de anlayamıyorum, evet; tam olarak amacım oydu onda zaten. Hah, neyse; bir ileriden yazdığım, bir geriyi değiştirdiğim, bir bir şeyler yaptığım için öyle düzenli yayınlama bana uygun değil. Bir de ben kaotik bir insanım, düzen müzen gelmiyor bana; gün, saat hesabım falan (Bence gün altı saat olmalı: 3 gece, 3 gündüz. Orta Afrika'da bir ülkede öyleydi ama neresiydi acaba?) hiç olmadığından o gelmiyor bana. Böyle her şey darmadağınık, belirsiz olacak... Düzen, sabitlik, her şeyin çok yolunda gitmesi falan beni yoruyor. Ha, böyle böyle hayatımın içinden geçtim demek ki... Tamam, şimdi anlaşıldı. Neyse, öyle yani.

Geçen insan çizeyim dedim (Durup durup bu konuya sarıyorum ben de), sıkıntımın anatomi olmadığını fark ettim. Anatomiyi hallediyorum, ha detaylarda çuvallıyorum ama temel vücut proporsiyonunda sıkıntı yok. Yüzleri çizemiyorum, yüzler sanki gerçekmiş gibi hissettirmiyorlar. Yok, hayır; çizmeye çalıştığım şey o fotoğrafımsı portreler değil, yüzler yapay duruyor, kastettiğim bu. Sanki insan değilmiş gibi hissettiriyor, bir çizgi romana, oyuna falan koysan karakterle bağ kuramaz yani gözlemci (Okuyucu, izleyici, oyuncu vs. Nasıl ortak paydada buluşturayım ben bunları? Turizm konusu olsa "Misafir" derim. "Müşteri" mi diyeyim, ne istiyorsunuz?); o sıkıntı.

Bu arada New Game izliyorum şu aralar, bunu SAO falan gibi bir şeydir diye çıktığı dönem sallamamıştım. Belki sebebi başkaydı ama sonuçta SoL komedi olmasına ve bolca (belki biraz fazla... Shoujo Ai olan Urasekai Picnic'te bu kadar yoktu. Gerçi onda sadece adı yuri olan Yuru Yuri'den bile az vardı, o ayrı bir konu.) yuri göndermesine sahip olmasına yani tam da benim en sevdiğim tür olmasına, üstelik yayınlandığı zamanlar onları sevdiğimi fark etmeye başlamama (İlk zamanlar tam kanser shounen'ciydim ya, bir sürü SoL'u yarım bırakmıştım. Şimdi "Shounen ne aq?" diyorum, harbi shounen nedir ya? Tabii güzel shounen'ler olduğunu da inkâr edemem, hele SoL shounen efsane oluyor: Gin no Saji, Horimiya [ama animesi değil mangası], Koe no Katachi, her ne kadar önceki üçlüye kıyasla sönük kalsa da Nichijou...) rağmen izlememiş, sallamıştım bunu. Şu çizim işine tekrar sarmamın bir sebebi de bu olsa gerek, neyse. Yalnız harbiden ben hikayeci değilim ya, en azından hikaye anlatıcı değilim. En ince ayrıntısına kadar evren kurabilirim, kuralları muralları ki SKvKC'nin çığırından çıkmış yaklaşık 20 bölümlük (Bölüm uzunlukları farklı olduğundan sayfa sayısıyla ifade edersek: 24 punto başlıklar, 12 punto yazı, her bölümün ilk harfinin devasa olması durumunda, 2,5 cm. kenar boşluğuyla MS Word "letter" sayfa boyutunda [21 küsür*27 küsür, A4'ten biraz daha dar ama biraz daha uzun yani hemen hemen aynı] 92 sayfalık) prologa sahip olma sebebi de evrenin çıtasını iyice kurup esas hikayeyi ondan sonra başlatmak istemem; ek ayrıntılar falan derken işler iyice çığırından çıkıyor tabii. LOTR da böyleydi gerçi ama onda önce hikaye başlıyor, evren kuruluşu sonraya bırakılıyordu; benim daha önce tutarsızlıktan falan çok dilim yandığından öyle oldu. Bir karakteri geçmişinden geleceğine, kişiliğine, düşünce yapısına, en ufak fiziksel özelliğine ve hatta başka karakterlerle ilişkilerine kadar tasarlayabilirim ama bunları hikaye içinde nereye konumlandıracağım belli olmuyor o zaman, çöpe gidebiliyorlar; zaten o yüzden de karakterleri yolda kurgulama yolunu seçiyorum. Ya da evrenin yapısı açısından çok önemli ve hoş olsa da hikaye açısından gereksiz, hatta kopukluk oluşturan bölümler falan oluyor. Bak, senaryo yazamama sebebimi de buldum: Senaryoda sadece hikaye vardır, karakterler, evren falan zaten kuruludur, direkt hikayeyi anlatırsın. Benim durumumda, ben bir anlatıcı değilim, o yüzden işler sarpa sarıyor. Bak diyalog yazarı bana daha çok uyan bir unvan, karakterler hiçbir şey yapmadan oturup sohbet etsinler... Ki galiba SoL anime bağımlısı olma sebebim de bu temanın onlara çok uygun olması. Bunu yaratıkların cirit attığı Puklinya'da durmadan birbirleriyle sohbet eden Utpa-Kyouka ikilisinden (Ejderha ve Mühür; bu arada 2. perde aksiyonlu olacak ama ben aksiyon yazamıyorum, dolayısıyla onun için başka planlarım var. Gerçi aksiyon yazmada geliştirdim kendimi ama Ejderha ve Mühür için planladığım aksiyon ve büyü sahneleri beni korkutuyor, yine de 2. perdeyi de yazmak gibi fikirler geçmiyor değil aklımdan.), sadece yarı-üvey abisine ("O nasıl oluyor?" Gidin okuyun. George R.R. Martin de her soruya böyle diyordu bir ara: "Okumaya devam edin." Neyse ki bende yayınlanmış kısımda cevabı var.) karşı konuşkan olan İkunade'den (Tüccarın Puslu Yolculuğu. Yavaş yavaş yazıyorum bunu da okuyan yok. İşin iyi yanı: SKvKC'nin aksine bundan herhangi bir beklentim yok, o yüzden okunmaması beni üzmüyor. Gerçi okunsa daha hızlı yazardım, en azından haftalık yetiştirmeye çalışırdım; "Nasılsa okuyan yok." diye iyice saldım çayıra bunu. Bu arada SKvKC'nin ikinci okuması benim değil galiba ya, onu ayarlamışlardır algoritmadan [Blogger'da açıp kapatabiliyorsun. Daha doğrusu kapatıp açabiliyorsun, otomatik hali açık olduğundan.] bu durumda 3 kişi okumuş, 1 kişi beğenmiş oluyor. İyi bence. Onu bir ara deneyeyim.) ve önlerinde zırhlı kılıçlı tipler varken birbirlerine saç rengini soran (Kitapta böyle bir muhabbet yok ama aynı ayarda, yani ayarsızlıkta muhabbet çok) Klatkoserrada'dan (Sahte Kahramanlar ve Kara Cadı) anlayabiliyoruz (Hazır saç rengi demişken: O evreni kurayım derken karakterleri yolda tamamlamaya kalkınca göz renginin tek bir kez, ta sona yakın bir yerlerde telaffuz edildiği karakterler de oluyor. Gidin bakın, yayınlanmış kısımda İrah'ın göz rengine dair tek bir ifade yok. Bu arada başa tutturulmuş yazıdan Sweek'e ulaşabilirsiniz. İyice reklamcı gibi olduk ha... N'apalım, biz de ekmeğimizin peşindeyiz. Ulan sanki Sweek'ten para veriyorlar. Sweek'in self-publishing [Buna karşılık bulmamışlar. Kendinyayıncılık? Özyayıncılık? Kendi kendine yayıncılık çok uzun ama en sağlıklısı onu kullanmak gibi. Ha, "Şahsi yayıncılık" denebilir bak.] olayını anlayamadım, üyeliği orijinal siteden bağımsız, ana sayfanın Türkçesi var da asıl yayın kısmının yok, editör diyor ama editör nereli, kim belli değil... Onu çözemedim bir türlü. Hayır Sweek'ten direkt hikayemizi aktarabilsek yayıncılık için sıkıntı çözülecek ama öyle bir kısım da ya göremedim ya da İngilizcem yetmedi. Gerçi İngilizce olduğundan pek etraflı incelemedim de. Hayır kitabın dilini Türkçe seçebiliyorsun ama sayfanın Türkçe seçeneği yok. Editör nereli olacak peki? Onu bir çözebilsem bayağı yol kat edeceğim ama...). Kısa Kısa zaten bir antoloji, bir de henüz yayınlamadığım birkaç şey var; dolayısıyla bu üçünden örnek verebiliyorum durup durup. (Durup durup da Ege ağzı gibi oluyor ha, cümlenin sonuna gelince fark ettim.)

Ben bunu yayınlıyorum bu arada ya... Neyse ne artık.

21 Mart 2021 Pazar

Ayh Yeter, Başlık Maşlık Demeyin Bana! (Ne Çektim Şu Başlıklardan Be...)

Bazı konularda biraz eski kafalıyım. Bazı şeylerin çok ellenmemesi, gerekmedikçe durmasına ya da kendi kendine dönüşmesine/değişmesine izin vermek gerekiyor bence. Şu ilişki milişki konusu mesela, tam romantik komedi kafasındayım ben. Ne bileyim markette aynı ürüne uzanma olsun, işte efendime söyleyeyim köşe başında elde kitaplarla çarpışma olsun, işte aynı dersi alırken kazara tanışma olsun (O değil de öyle bir üniversite sisteminde de okumuyorum o ayrı bir konu)... Veya en azından şu çıkma teklifini geri getirin, flört ne lan? Ya sen flört ediyorsan da o sadece sohbet ediyorsa? Ne demek ulan "İllaki anlaşılır." Neden "friendzone" diye bir kavram var peki o zaman? Hani o eskinin şiirlerindeki, şarkılarındaki, efsanelerindeki gibi bir aşk yaşayamayacaksam (Aşk yaşamak da ne iğrenç kalıpmış, kim buldu lan bunu? Çıkma teklifinde olduğu gibi İngilizceden direkt çevirdiniz d'i' mi?), sevdiğim kız beni gelip çöllerden çıkarmayacaksa, ne bileyim onu kurtarayım derken kamyon altında kalmayacaksam (Oradan da doğru isekai'e tabii... Sen de ekmeğinin peşindesin ha, çakal.), efendime söyleyeyim birbirimize eksik olduğumuz şeyleri öğretmeye çalışmayacaksak falan ne anladım ben sevgililik müessesesinden (Müessese mi?). Öte yandan, bazı konuların da kalıplara hapsedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin günümüzde Türk okçuluğu içindekiler (Oha konu değişimindeki keskinliğe bak! Dizide, filmde yapsan sesçiden ışıkçıya, yönetmenden senariste bütün set ekibini kazığa oturturlar valla.) tam anlamıyla "Bizim yaptığımızdan yenisi yapılamaz." kafasındalar. E, iyi de kardeşim bu söz konusu Türk okçuluğu tarih boyunca ne biçim değişti zaten? Hem çoğunuz yenilenmişleri kullanıyorsunuz? Ha, halihazırda "Osmanlı okçuluğu" diye tanımlayıp ona göre aksiyon alanlar var, onlar eski kafalı olmakta haklı. Ama yani eğer Türk okçuluğundan bahsediyorsanız bu, şu an modern dönem veya Türkiye dönemi denilebilecek bir yerde, "Osmanlı'dan sonra bitti bu iş." saçma bir kafa. Tamam, ok ve yay ile buna bağlı ekipmanlar günümüzde ne günlük hayatta ne de savaşlarda kullanılan şeyler olabilir (Cumhuriyetin ilk dönemlerde bir okçuluğu diriltme çalışmaları olmuş gerçi ama sonradan bırakılmış.)... Ama bu okçuluk kısmının ilerlemesine, gelişmesine önem verilmeli. Günümüzün sembollerinin kullanılmasında bir sorun görmüyorum şahsen, yaylar konusuna gelince: Lamine yaylar zaten yeterince büyük bir devrim ama bir insan gayet istediği malzemelerden yay yapabilmeli. Tabii yay yapımına uygun oldukça. Kayıtlarda çok çeşitli tarifler var zaten: Örneğin Balkanlı Osmanlı yayı ustalarının elma ağacı (Ki bu da meyve olan elma ağacı değildi muhtemelen zira kimse meyve veren ağacı kesip yay yapmaya kalkmaz, en azından o dönemlerde kalkmazdı. Zaten elma ahşabı Türk-Osmanlı yayları için fazla sert bir malzeme, dalı kullanmaya kalksan o da hem fazla gevşek hem de kalınlığı falan tutturmak sıkıntı.) kullandığı biliniyor, yayları Türk yaylarıyla (Kültürel, tarihi ve coğrafi sebeplerden) hemen hemen aynı olan Moğollar huş ağacı ve koyun kemiği kullanıyordu; Macaristan'da yapılan bir araştırma da Hunların, yani Avrupa Hunlarının karaağaç ve koç boynuzu kullandığı teorisi ortaya atılıyor (Şimdi araştırmayı bulmamı istemeyin, muhtemelen bulamam. Çok merak ettiyseniz siz arayın, Türkçe kaynaklarda olması lazım.). Yine Osmanlı'nın orta-ilk dönemlerinde (Şu yükselme devrinin başları yani) saraya hintkamışı yani bambudan yaylar yapılmış (Tabii o zamanlar Hindistan'dan, Çin'den, en olmadı Mısır'dan falan geldiğinden halkın ulaşabileceği bir malzeme değildi bambu bugünkünün aksine, lükstü. Karabiber, tarçın ve şeker de aynı konumaydı. Öte yandan örneğin ıstakoz ve kerevit Avrupa'da kırmızı etin muadiliydi fakirler için. Soğuk zincir yok tabii o zamanlar, bunları su kovasına koyup taşıyabiliyorsun ama et öyle değil.). Kayıtlarda kayın ağacından yay ve yay tozu (Dışındaki kaplama) yapıldığı var ama söz konusu kayın muhtemelen (hem toz hem yay için ki yay tozlarının kayından değil huştan yapıldığı artık kabullenilmiş bir gerçek.) kayın değil huş ağacıydı (Bu konuyla [sadece "kayın değil huştu" değil genel olarak bütün bu okçuluğu eskiye hapsetmeme konusuyla] ilgili şu makale düşüncelerimin temelini oluşturmakta: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/406999). Yani duygusal/maneviyatçı olarak daha eski kafalı, söz konusu şekil, malzeme ve süsleme gibi fiziksel/maddi şeylerdeyse gelişime daha açık ve hoşgörülü olduğumu söyleyebilirsiniz. Türkçe konusunda eskiden eski kafalıydım, günümüzde daha "Dil değişir zaten." kafasındayım. Ha ama zaten bin çeşit karşılığı olan kelimenin yerine getirip İngilizcesini söyleyene, de/da ayrımına "Ben biliyorum ama kullanmıyorum." diyene, gidip İngiliz'in bilmediği kelimeyi kullanana falan kılım. O değişmez.

Bir şey fark ettim: Ejderha ve Mühür'de "Ne... Ne" kalıbını devamlı yanlış kullanmışım. Normalde yüklemin olumlu olması gerekir kalıbın yapısı gereği ama devamlı olumsuzlaştırmışım yüklemi. Çok daha eski olan SKvKC'de ise hiç öyle bir sorun yok, onda gayet doğru kullanmışım. İlginç yani.

"Şair burada ne demek istemiş?" diye bir soru vardır edebiyat dersinde. Yalnız bu biraz... Hatta ne birazı, bayağı kibirli bir soru değil mi? Lan sen mi yazdın şiiri hoca, nereden biliyorsun şairin orada ne demek istediğini? Belki şair, orada ne dediğini/demek istediğini kendi bile bilmezken seni kim yetkili merci yaptı? MEB, doğru. Bu arada şairlerin, bilhassa da ünlü, tanındık, bildik şairlerin büyük bölümünün yazdıkları dizelerde ne demek istediklerinden kendilerinin bile emin olmadığına, en derinine onların bile ulaşamadığına -ve tam olarak da bu yüzden onlara "yazar" ya da "deli" değil "şair" dediğimize- inanmak için gayet geçerli birkaç sebebim de var. "Şair burada ne demek istemiş?" Ölünün körünü demek istemiş, ne yazıyorsa onu demek istemiş işte. "Acıdı" demek istese "Acıdı" yazardı. Bayrağa seslenecek olsa "Ey bayrak! N'aber, n'aptın?" yazardı. Allah aşkına düzeltin şu müfredatı yav.

Türkiye İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi (Adı İstanbul olan sözleşmeden çekilmek de acayipmiş ha). Açıkçası, şahsi görüşüm Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'ne tabi olup olmaması arasında herhangi bir fark olmayacağı yönünde. Durun, durun, hemen sövmeye (veya alkışlamaya) başlamayın zira sebebini açıkladıktan sonra -benim görüşüm hakkındaki- görüşünüzün 180 derece değişme ihtimali var: Yeni Türkiye'nin mevcut hukuk düzeninde suçlu muhalif olmadıkça veya Twitter'da kamuoyu baskısı oluşmadıkça ne katiller ne de tecavüzcüler cezalandırılıyor. Eh, muhalif olmadığı sürece de sessiz sedasız sözde şartlı özde "Saldım çayıra..." olarak salıveriliyor. Daha önce de söyledim, ben ne muhalifim ne hükümet yanlısı. Siyasetin çok anlamadığım bir alan olduğunu kabullenmiş, dolayısıyla pek bulaşmak istemeyen basit biriyim sadece.

Türk dizi ve filmlerinde yıllardır kronikleşmiş bir sorun var: Diyaloglarda duyabilmek, hikayeyi anlayabilmek için sesi köklemek gerekirken aslında o kadar da iyi duymasak herhangi bir kaybımız olmayacak olan silahlı çatışma sahneleri, müzik altında hızlandırılmış sahneler gibi şeylerde evin içinde bomba patlamadığı, konser verildiği vs. sanılmasın diye sesi en düşüğe getirmek zorunda kalmamız. Aslında bu Türkiye'ye özgü değil, Hollywood'da olsun, animelerde olsun çok sık karşılaşılan bir sorun ama onlar bunun sorun olduğunun farkına varıyorlar be. Bizde sektör doğrusunu bu bellemiş durumda. Onlarda en azından istisnası var hem de istisna denemeyecek kadar fazla (Hollywood fabrikasyon üretim yaptığından onda bu da otomatikleşmiş olabilir, emin değilim.).

14 Mart 2021 Pazar

Konum Bitti

 Konum bitti. Bahsedecek bir şeyim yok. Mecalim ve anlatma isteğim de yok. Umudu öldür, duyguyu öldür. Acı çekmezsin. Hâlâ saçma umutlara sahip olabilmem aslında bir bakıma hayranlık uyandırıcı. Modernite ve modern toplum çöp. Yaşadığımız dünya da pek bir şeye benzemiyor. İnanç aklı korumanın yoludur. Dünya zaten yeterince sıkıcı ve iğrenç, bunu bir de maddesel kalıplara hapsetmek salakça bir iş. Soyutluk önemli. Soyut-somutu "Gerçekdışı-gerçek" diye öğretirseniz "Duygular somuttur." diyen tiplere yol açarsınız. Bizzat tanıdım, oradan biliyorum. Hayvan öldürüp yemekle bitki öldürüp yemek arasında bir fark yok, aslında bu teknik olarak yamyamlığın da yemek yemekten herhangi bir farkı olmadığı anlamına geliyor. Ahşap kullanmakla deri kullanmak arasında da bir fark olmadığı anlamına geliyor aynı zamanda. Gerçi kurtlar gibi yamyamlık yapmayan canlılar da var, tavşanlarda ise NŞA tamamen otçul oldukları halde görülüyor. Ekonomi ve para gereksiz kavramlar, siyaset de öyle. Modern ilişkiler neyin üzerine inşa ediliyor ki? Sevgililik ve evlilik gibi şeylerden bahsediyorum, neyin üzerine inşa edildiği hakkında gördüğümde midemi bulandıran birkaç şey dışında bir fikrim yok. Yani, sonuçta hiç içinde bulunma fırsatım olmadı. Yaşamak midemi bulandırıyor. Umutsuz durumum devam ederse ya İnsta'dan millete yazmaya başlayacak ya da Tinder veya Okcupid falan indireceğim. Hahaha... O kadar cesaretli olsaydım şu an yalnız olmazdım zaten. Veya olurdum, ne görünüşümün ne de kişiliğimin çekici bulunabileceğini hesaba katarsak. Geleceğe dair plan ve hayallerimde hep tek kişi olduğumu fark ettim geçen gün. Hayatında umursaman gereken birinin olmasına dair umut yoksa ama sen yine de anlamsız umutlara, bir mucize fikrine tutunuyorsan bencil olmanın nesi kötü ki? Aslında, bencillik doğanın istediği şeydir: Belli bir düzeyde bencillik içermeyen hiçbir varlığın soyu devam edemez. İnsanlar sürü hayvanıdır yine de yani işin içine toplum ve toplumun çıkarları da giriyor. Aseksüel olsaydım daha rahat edeceğimi düşünüyorum. Aseksüellerin duygusal ilişki ihtiyacı var mı ki? Hiç de bilmiyorum ha, ona bir bakayım. Ne anlatıyorum ben? Geçen sene... 2020'de yani, 2019'da değil, koronanın hayatımı değiştirmediğini düşünüyordum. Eh, değiştirmedi. Kendi rızamla dışarı çıkmayı reddetmeyi özledim. Neden özleyeyim ki böyle bir şeyi? Bütün sorunları bahanelerle kapatıp sonra esas soruna kendim bile ulaşamıyorum. Aslında, temel sorunun ben olduğum anlamına gelmiyor mu bu? Hiç var olmasaydım herkes daha mutlu olurdu, ben dahil. Ölme hakkı insana verilmesi gereken bir hak. Özellikle de benim gibi intihar edemeyecek kadar korkak olanlara. Galiba bu kadar... Hayır, dahası da olduğuna eminim. Sadece mecalim yok. Hayat dediğin şeyin kendisi sıkıcı, koronadan önce de öyleydi. Bu da sıkıcı. Bir sokakta zombi kesebileceğimiz aşamaya gelseydik iyiydi. Ne işle uğraşmak istediğime karar veremiyorum. Hepsinin çok fazla olumsuzluğu ve bunlara kıyasla çok az getirisi var. Herhangi bir şey yapmak isteyip istemediğimden de emin değilim. Uğraşabileceğim birkaç şey vardı ama yasal durumları yok. Hayır, yasadışı değiller; onunla ilgili doğru düzgün yasalar yok, o sebeple de her an her yerden ceza yiyebilirsin, izin alabilir veya alamayabilirsin... Teknoloji işleri biraz zorlaştırıyor. Küresel ısınmanın sorumlusu sanayidir bu arada, daha doğrusu endüstriyel tarımdır. Buğdayı Sümerler, sığırı Antik Mısırlılar, tavuğu Antik Çinliler, koyunu Hunlar, domuzu Romalılar, pirinci Antik Hintler gibi yetiştirmeye devam etseydik böyle bir sorunumuz olmazdı. En azından ortalıkta "Sığır etinin karbon ayak izi" diye dolaşan tipler olmazdı, o da olumlu. Ben ne anlatıyordum ki? Neyse, dahası aklıma gelmiyor. Keşke bu kadarı da gelmeseydi de mutlu mesut yaşasaydım. Zamanında bir siyasetçi "Kerhaneleri kapatalım da millet bizi mi siksin?" demişti, demiş; kim olduğunu hatırlamıyorum. Porno siteler için yöneticilerin bu görüşte olması gerekiyor. "Porno tecavüze yol açar." şeklinde bir argüman var gerçi, peki o zaman neden pornonun yasak olduğu Türkiye, Çin ve Arap ülkeleri vaka sayılarında her geçen sene rekor üstüne rekor kırarken endüstrinin kökeni olan ve bundan milyonlar kazanan Amerika'da, Almanya'da ancak "Hapiste tecavüzcünün kıçına eroin tıkıp meydanda eşek gibi anırttılar." gibi haberle duyuyoruz? Japonya bir istisna, onu geçiyorum. Ben neden hiç başka işim gücüm yokmuş -ki yok- veya tek derdim buymuş -ki bin tane çok daha önemli ama görmezden gelmeyi ya da öylece dertlenmeyi seçtiğim derdim var- bu konudan bahsediyorum şu an? Şu anki hayatımı böyle böyle çöp ettim işte. Yok, hayır; ciddi ciddi bir mucize falan olmazsa kurtarılamam ben. Böyle kaldık, başarısız oldum işte. İnsan olarak, kul olarak, çocuk olarak. Aslında kul, etimolojik açıdan baktığımızda zaten insan demek. Kişi de yine insan demek, neyse. Ebeveyn olarak da başarısız olmayı tatmak isterdim bak bir, içimde kaldı. Ömür boyu başarısızlık plaketi. Bana ondan vermeleri lazım. Ha, öğrenci olarak da başarısız oldum; "öğrenci olarak başarılı olmak"tan anladığınız az çok iyi denebilecek notlarla sınıfı geçip mezun olabilmekse onda başarılı oldum gerçi. Ama o öyle bir şey değildir, böyle bir düşünce de çöp. Neden hâlâ yeryüzü üstüne kaynakları tüketiyorum? İntihar edemeyecek kadar korkak olduğumdan, doğru. Sevgili istiyorum... Veya kedi. Belki ikisi birden? Eh, kalbimdeki boşluk artık doldurabilecek seviyeyi geçti. Ömrümü adamak isteyebileceğim ve onun da bunu kabul edeceği birini bulsam bile veya harem animesi ana karakterine dönsem bile -ki birçok liseli eşek başkarakterden daha iyi olduğumu iddia edebilirim rahatlıkla- dolmayacak zannımca. Öldükten sonra birçok talebim olacak, bir de bir yerlerden hakkımı almaya çalışacağım. Eh, vermem gerekenler de var. Sonuç ne olacak ki? Neyin sonucu? Sıfır-sıfır. "Ben zorunlu olarak insan doğdum, tesadüfen Fransız oldum." diyen bir filozof vardı, kim olduğunu hatırlamıyorum. Ama bu insanı üstün gören çiğ bir bakış açısı, aynı mantıkla domuz olarak doğabilir, meşe ağacı olarak pelitten fırlayabilir ya da kaya olarak oluşabilirdin. Hani insan zorunlu, Fransız tesadüf ayrıştırmacı (ayrımcı değil, ayrımcı farklı bir şey) bir bakış açısı; insan zorunluysa Fransız da zorunludur, Fransız tesadüfse insan da tesadüftür. Gerçi benim daha birleştirici bir bakış açım var, modern toplumda geçer akçe ayrıştırmacı bakış açısı olsa da. Ağaç, çiçek, domuz, at, balık, yılan, sinek, kedi, köpek, buğday ve insan benim nezdimde aynı. Ayrıca nasıl ki ülkende işgalci istememe hakkın varsa evinde sinek ve hamamböceği istememe hakkın da var, işgalcilere silahla (Sineklik, terlik vs.) müdahale etme hakkın da tabii.

9 Mart 2021 Salı

Yani, İşte... Başlık... Öyle...

Geçen yazıda dediğim "Avrupa'nın çoğu doğudan gelme." işini biraz açacağım. Neden o zaman açmadım? Şimdi aklıma geldi. E, hiç açmasaydın madem? Açmak istiyorum. Konuya dönelim. Avrupa'nın temelde üç halkın sırtında durduğunu varsayabiliriz: Batı medeniyeti denen şeyin temelini inşa etmiş olan Yunanlar (Roma uzun süre Avrupa'nın tamamına yakınını elinde bulundursa da diller ve kültürlerin kendi arasında geçiş dışında pek bir mirası olmadı, günümüz İtalyanları bile Roma'dan tamamen farklı bir kültüre ve anlayışa sahip yani Roma'yı Avrupa'yı şekillendiren bir halk olarak sayamayız, kaldı ki Romalıların tam olarak hangi halktan olduğu da meçhul; "Romalı" başlangıçta sadece Roma şehrinin, sonrasında da bütün Roma topraklarındaki halkların adı oldu, hiçbir zaman belli bir halkın adı olmadı), batı kültürünün iskeletini kurmuş Keltler (Roma yokken bunlar vardı) ve hem eskiden hem şimdi sayısal ve askeri üstünlüğe sahip Cermenler. "Cermenler Orta Avrupa'ya sıkışmış bir grup barbar." Roma da onları böyle görüyordu ama bakalım öyle mi? Fransızların ataları olan Frenkler Cermenlerin bir kabilesiydi (Kol bile değildi herifler ama şimdi Almanları beğenmiyorlar), İngilizlerin ataları yine Cermenlerin bir kolu olan Anglosaksonlardı (Britanya bunların tapulu malı olduğundan çoğu Anglosaksonların bir Kelt kabilesi olduğu yanılgısında.). Günümüz İskandinav dillerinin kökeni olan, Vikinglerin konuştuğu Eski Norsça kesin olarak bir Cermen dili ve Yunan mitolojisiyle Roma mitolojisi arasında kurulana benzer bir paralellik Cermen ve İskandinav mitolojileri arasında da kurulabiliyor ama Vikingler, Cermenlerin bir kolu mu yoksa başka bir şekilde alakalılar mı yoksa tamamen alakasızlar mı (Yunanların ve Romalıların da pek bir ilgisi, alakası yoktu neticede.) o belli değil. Avusturyalılar, Almanlar falan zaten malum. Günümüzde Kelt kökenli halklar Kuzey Britanya'ya sıkışmış durumda, Yunanlar zaten malum. Aslında Slavların özellikle Kuzeydoğu Avrupa'da etkisi çok fazla; Boşnaklar, Sırplar, Makedonlar, Çekler falan Slav hep ama geri kalan Avrupalılar Slavları daima "Barbar doğulular" olarak gördüler (Roma, Cermenlere de başta aynı muameleyi yapmıştı.) ve hâlâ daha var olan en büyük ve en güçlü Slav devleti Rusya'dan "Doğu Cephesi" diye bahsediliyor farkındaysanız. Slavların gerçi Asya dillerine ve kültürüne bolca etkisi oldu SSCB süresince. Bunlardan Keltler de Cermenler de Slavlar da esasen Asya kökenli. Hatta Cermenler ile Keltler tam olarak Kuzey Hindistan kökenli (Hitler de Aryan ırk fikrini bu coğrafi kökenle birlikte dil kökenine [Hint-Avrupa dil ailesi] dayandırmıştı zaten; Slavlar da aynı dil kökenini konuşsalar da onlar büyük ihtimalle Sibirya veya Kuzeydoğu Kafkasya'dan gelmişlerdi.). Bak aslında Asya için de benzer, Asya kültürü genel anlamda şu halkların sırtında duruyor: Hintliler, Çinliler (Şaşırdık mı? Tabii ki hayır.), Türkler (Moğollar hatırı sayılır bir süre Asya'nın tamamına yakınına hükmetse de ilginç şekilde Asya'daki geri kalan kültürlere pek etkileri olmadı. Cengiz Han sonrası Moğol devletlerinin çoğu Türklerle karışıp/melezleşip Müslüman olup Moğolcayı bırakıp bölgelerinde hâkim Türk dilini konuşmaya başlayarak yok olmuştur mesela. Örnek: On Altı Büyük Türk Devleti saçmalığına da dahil edilen Altın Orda. Babürşahlar gibi yok olmak yerine daha da güçlenmiş, hatta bu durum sayesinde kurulabilmiş devletler de var tabii. Avrupa kültürüne, hatta Sanayi Devrimi'ne bol bol yararları oldu gerçi Moğolların barut, bomba [humbara], arbalet ve onun gibi şeyleri Çin'den Avrupa'ya taşıyarak.), Persler*, (7. yy. yani İran'ın Hulefâ-yi Râşidîn tarafından fethedilmesinden sonra) Araplar. Ama şöyle bir sıkıntı var işte: Ulan Asya'da zaten bunlar dışında neredeyse halk yok; olanlar da ya bunların kolu ya da bunlarla beraber başka bir şeyin kolu (Koreliler ile Japonlar bir kol ama onları ayrı sayalım hadi, Türk-Tunguz-Moğol bir kol. Çin-Tay-Vietnamlı falan bir kol, Fars-Afgan-Urdu bir kol, hatta Hint ve onların kollarıyla da birleşiyor bu tıpkı Kore-Japon kolunun Altay koluyla birleşmesi gibi, bütün Kafkas halkları bir kol ki tarih boyunca çoğu kez ayırt etme ihtiyacı duyulmadan "Kafkas" ya da "Kafkasyalı" diye beraber anıldılar zaten; Asya'da durum böyle), Avrupa'da İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler, Ermeniler, Arnavutlar, Macarlar, Finler (Finler İskandinav değil Ural halkıdır, Macarlar gibi yani), Bulgarlar (Gerçi Bulgarları buraya alıp almamaktan emin değilim, yarı Slavlar sonuçta. Ural-Altay kökenlerini ısrarla görmezden geliyorsanız Osmanlı fethedip adını değiştirene kadar Bulgaristan'daki en yüksek dağ olan Musala'nın adının "Tangra/Tengri Dağı" olduğunu hatırlatırım. Demek ki ta o zamanlardan kalmaymış belediyelerin isimleri kafasına göre değiştirmesi.), Letonlar (Bir açıdan Slavlarla ortak koldan sayılabilirler hadi) gibi bir ton bu üçüyle alakasız ya da sadece karışma/melezleşme yönünden alakalı halk da var.

*Türkistan'da hâkim dinin İslam olmasının baş müsebbibi Araplar değil bunlardır örnek olarak. Cengiz Han, Moğolları tüm dünyanın hâkimi kılmadan evvel doğudaki gelişmeleri, işleri Batı'ya taşıma görevini de üstlenirlerdi. Ek olarak, Persler Malazgirt öncesindeki Asya kıtası için Batı'ydı. Hem Asya'nın en batısında yaşıyorlardı (Araplar, Perslerin yıldızının en parlak olduğu dönemlerde birbirlerine "Bu kim amk?" diye bakan tam teşekküllü bir kabilecilik içindeydi, haliyle ne onların dünyanın geri kalanından ne dünyanın geri kalanının onlardan haberi vardı.) hem de Yunancayı, Latinceyi, Roma'dan haberleri ve gelişmeleri doğuya taşıyorlardı. Eh; kültürleri, giyimleri, yaşayışları, hatta dilleri bile diğer Asyalılardan, en yakın oldukları (hatta tek bir kolda birleştikleri) Hintliler ile aslen kendilerinin kolu olan Afganlar (Paştunlar) ve Soğdlardan (Tacikler) bile çok batılılara benziyordu. Gerçi Soğdlar bir yerden sonra kültür açısından neredeyse tamamen Türk kültürünü benimsemişlerdi ki bunda göçebe olmalarının etkisi olup olmadığını da hep merak etmişimdir.

Okullarda tavana ayak izi bırakmaktan sorumlu personel mi istihdam ediliyor? Hayır tavanında ayak izi olmayan sınıf görmedim ama tavana basmaya çalışan ya da ayakkabı fırlatan sınıf arkadaşlarım da olmadı hiç, ondan soruyorum. Bir de hep tektir, grupsa yani birden fazlaysa bile asla çift olmaz, hep kendi halinde, tek başınadır. Kimin ayak izi lan bu? Şu animelerdeki gibi bizim ülkede de her okulun 7 gizemi olsa (Japonya'da 7 gizem toplayamayan okula lisans vermiyorlar herhalde, her okulun da 7 gizemi olamaz ama ya.) biri mutlaka bu(nunla ilgili) olur. Gerçi ortaokul veya lise 1'de öyle sınıf arkadaşlarım olmuş olabilir belki, o zamanlar hem ben etrafıma karşı bugünkünden çok daha kayıtsızdım hem de o yaşlar erkeklerin hayvanlığının zirve noktada olduğu yaşlardır. Sonrasında, özellikle 17 yaş civarında çok daha beter olsa da hayvanlığın çoğu gitmiş olur. Eh, artık etrafıma daha çok dikkat etmem bana ne kazandırdı peki? Kafein bağımlılığı, insanlara karşı nefret (İşin ilginç kısmı kendim dışında birebir tanıyıp da sorunum olan pek insan yok, genel anlamda "İnsan" denen şeyin kendisini rahatsız edici buluyorum.), aşk acısı, bolca hayal kırıklığı ve yapmış olmaktan gurur duymadığım birkaç şey.  "Ulan hiç mi iyi bir şey getirmedi bu durum?" derseniz şayet: Getirdi. Sonrasında acıya dönüşse de müthiş bir sarhoşluğu tattım (Bir önceki cümledeki bir şeyle bağlantılı bu, bak "acı" diyorum...), o gurur duymadığım şeylerin de karakter gelişimime ve düşünce yapıma, fikriyatıma, hatta yazınıma derin ve köklü etkileri olduğunu inkar edemem.

Türkçede bazı küfürlü atasözü, deyim ve deyişler var. Ama aynı zamanda bunların çoğunun (Başta "Hepsinin" demiştim ama birkaç istisna aklıma geldi) sansürlü versiyonları da var (Gerçi onlar orijinaller de olabilir, belli değil o). Mesela bir "Sikerim böyle işi" (Evet, deyim bu. Gerçekten yapabilme ihtimalin olmadığına göre?) var, bir de "Başlarım böyle işe." Bir "Kim siker/sikler Yalova kaymakamını?" var, bir de "Kim takar Yalova kaymakamını?" (Ki muhtemelen bunun orijinali "Kim takar?" şeklinde küfürsüzdü ve Yalova'nın hangi akla hizmet olduğu belirsiz şekilde İstanbul'un ilçesi olduğu dönemlerdeki bir olaya dayanıyordu.) Bir "Damat kayınpederin göt damarıdır." (Götlü bir şeydi ama böyle olmayabilir, net hatırlamıyorum.) var, bir de "Damat kayınpeder toprağındandır." Bir "Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı sikermiş." var, bir de "Bahtsız bedevi çölde kutup ayısıyla karşılaşırmış." O değil de kutup ayısı denen hayvanı ne zamandır biliyoruz da bu deyime dönüştü lan, merak ettim şimdi. Bir "Her sikim hıyar diyene tuzla koşmak" var, bir de "Her hıyarım var diyene tuzla koşmak." Bir "Arap yağı bol bulunca taşaklarına/götüne (Bunun da iki versiyonu var bak) sürermiş." var, bir de "Arap yağı bol bulunca orasına burasına sürermiş." (O değil de bu Araplar bizim deyimleri, atasözlerini bulanlardan ne çekmiş be. Sonra "Yıllarca iç içe yaşadık, şimdi de yapabiliriz." diyorlar; bu atasözleri ve Barbaros Hayreddin Paşa'nın hatıralarından görüyoruz nasıl bir bir arada yaşamakmış.) Bir "Götü yememek" var, bir de "Bir tarafları yememek." Hatta otosansür uygulayacağım diye iyice çığırından çıkmış "Gözü yememek" diye saçma sapan, "Ne alaka ki lan?" dedirten bir versiyon ile küfrü argoyla bastıran "Maçası yememek" şekli bile var. Ulan ilk kısmı atıp direkt "Yememek" diye de var be ("Ne o, yemiyor mu?").

İnanç tartışmalarında "Tanrı bizi niye yarattı da sınıyor, ne gerek vardı?" Diye bir soru vardır. Bence de gerek yoktu, esasen sorulsa hiç var olmamayı seçerdim; muhtemelen insanlığın da hiç var olmamasını. Lan acaba gerçekten soruldu ve öyle dedim de ondan mı dünyada nerede sikik, kimsenin yaşamamış olduğu sorun varsa beni buluyor? Kendi başlarına küçük, neredeyse önemsiz sorunlar ama her gün günde en az üç vakit olunca birleşiyorlar, birleşince de göründükleri kadar önemsiz ve görmezden gelinebilir olmadıkları ayyuka çıkıyor. Neyse, benim buna şahsi cevabım can sıkıntısı. Ben de kendimden başka hiçbir şeyin olmadığı bir ortamda ezeli ve ebedi olsam benim de canım sıkılırdı, "Dur şöyle bir şey yapayım." Diye işlere girişirdim.

Bizim milletin tarihi tartışırken yaptığı en büyük hayata o zamanın şartlarını bugünmüş gibi görmek. Malum bu ülkede tarihini bütünüyle kucaklamana izin yok; Atatürk'ü seviyorsan/başarılı buluyorsan Osmanlı'dan nefret etmek, Osmanlı'ya ceddin diyorsan Atatürk'ten nefret etmek, ezkaza ikisini de kucaklıyorsan İslam öncesi Türk devletlerine sövmek mecburiyetindesin bu ülkede. İşte o yüzden herkes taraf seçiyor ve karşı tarafı, dönemin şartlarını düşünmeden (ve çok büyük ihtimalle zerrece bilmeden) yargılıyor. Bu arada bahsettiğim eleştiri değil, eleştiri getirilebilir; onda sıkıntı yok. Ama dönemin şartlarını bilmek ve ona göre eleştirmek zorundasın ki eleştiri dediğin şey bir sikime benzesin. "O zaman öyle gerekiyordu." diye bir şey yok bizde, varsa yoksa "Vay şerefsizler, bu ne acımasızlık?" Ki bunun dendiği her şeyin yaşandığı sıralarda Avrupalı bizim cahil aydınların "Ortaçağ Karanlığı" dediği şeye batmış durumdaydı. Ortaçağ Karanlığı, Avrupa'ya özgü bir şeydir; aynı Ortaçağ'da Çinliler tüfek kullanıyor (1), Moğollar tankın atası diyebileceğimiz debbabe ile şehirleri düzleştiriyor, İran ile Kuzey Hindistan civarlarındaki halk tamamen çelikten yapılmış yaylar ile oklar kullanıyordu (2). Aynı Ortaçağ'da, Osmanlı dünyanın ilk profesyonel ordusu olan Yeniçeri Ocağı'na sahipti -ki hazır yeri gelmişken dünyanın ilk düzenli ordusunun da Mete Han'ın ordusu olduğunu belirteyim- vesaire vesaire... Batı'nın o devirde bitleri mahkemeye çıkardığından bihaber doğuyu küçümsemek komik oluyor (3). Osmanlı tarafında olanların* en temel sıkıntısı da durumun sonrasında değiştiğini (Rönesans ile başladı, Sanayi Devrimi ile tamamlandı, 1. Dünya Savaşı ile son darbeyi vurdu) kabullenmemek zaten. Ha, "Bizde Ortaçağ karanlığı yoktu." dedim ama bizde de "Yeniçağ Karanlığı" vardı. Batılılaşmayı ta o zamanlar götümüzden anladığımız için batıyı yakalamak için batının Ortaçağ'ın sonlarında terk ettiği adetleri uyarlamaya başladık, sokak köpeklerini Hayırsızada'ya sürdük mesela ki henüz ona yeni yeni sahip olmaya başladığımız dönemlerde I. İbrahim (20. yy.dan önce adamda "Deli" lakabı yoktu. Ha epilepsisi ve demansı vardı ki onlar birer nörolojik bozukluktur, her nörolojik/psikolojik bozukluğu olana deli diyeceksek Einstein [1] ve Nietzche [2][doğru mu yazdım lan acaba?] de delinin tekiydi o zaman.) kuş evleri yaptırmış, kedilere üşümesinler diye kürk giydirmiştir. Ulan ayrıca şu an kedi-köpek kıyafetleri satılıyor, bunlar modernlik oluyor da Sultan İbrahim'in yaptığı delilik oluyorsa sikerim böyle bakış açısı farkını. Neyse, sinirlendim yine. Sözün özü o Ortaçağ Karanlığı denen şey bizde Yeniçağ'da, Batı'yı yakalamaya çalışırken açıktan almamız yüzünden yaşanmıştır. En keskin ve acımasız olduğu dönem de tam olarak Osmanlı'nın son dönemleridir zaten, örneğin maymunların idam edilmesi olayı tamamen domuzları idam eden Ortaçağ Avrupası'nın çöpe attığı şeyleri almamızdandır. Atatürk'ün kendi döneminde "Çok ağır ve ani olmadı mı bu?" şeklinde eleştirilen (Eleştiriyi yapan da bizzat Kazım Karabekir ha. Bir de H. Nihal Atsız gibi "Sikeyim batıyı; doğuya, öz kültüre dönelim. Bizim başımıza bir Hakan gerek." tavrında olanlar vardı.) devrimler bu yüzden o kadar keskindi, bir an önce arayı kapatmayı amaçladıkları için. Gerçi batılılaşma anlamında o yandan bu yana çok bir şey değişmedi, hâlâ "Gelişeceğiz, modernleşeceğiz." diye Amerikalının, Avrupalının geçen asır "Oi, what the hell? What are we fuckin' doing?"** deyip çöpe attığı şeyleri kendimize yamamaya çalışıyoruz.

*Lan insan kendi tarihi için taraf tutar mı? Kendi dönemi için tutarsın hadi, mesela "Cem Sultan'ın hakkıydı taht" ya da "Ulan bu Vahdettin ne pis adammış, iyi ki Atatürk varmış." dersin veya şapka kanununu eleştirirsin (Bu arada bu bence de tamamen gereksiz bir şey ama ne Osmanlıcıların ne Cumhuriyetçilerin bildiği bir şey var ki: Fesin de olayı budur, o da batılılaşma ayağına getirilen bir şeydir ve insanlar "Şapka kanunu"na nasıl tepki verdiyse fese de birebir aynı tepkiyi vermiştir. Yani şapka kanununa karşı çıkıyorsan fes hakkında da kötü hissetmelisin, destekliyorsan fes hakkında da iyi hissetmelisin. Bu cehaletle, bu eşeklikle daha bin yıl sömürürler bizi; üstüne "Akşama doğru köprü çok kalabalık oluyor, bir zenci daha koysanız?" diye Amerika'nın kapısında kul köpek olursunuz.) ya da kardeş katli fermanına söversin (Ki bu da senin Türk tarihi ve töresi hakkında bir bok bilmediğini gösterir ama konumuz bu değil. Akrabasını öldürerek tahta çıkan Türk hükümdarlar sıralı tam liste: Mete Han [Babası], Attila [Ağabeyi], Osman Bey [Amcası]) ama koskoca bir savaş ve devrimi (Türkiye Cumhuriyeti'nin kendisi bir devrimdir. Türkiye zaten vardı, yönetim biçimi monarşi, hanedanı da Osmanoğullarıydı yalnızca. Anayasada ve tarih derslerinde bile kurulan şeyden "Devlet" diye değil, yönetim biçimi olan "Cumhuriyet" şeklinde bahsedilir çünkü yoktan var olan bir şey değil sadece değişim/dönüşüm söz konusudur. Marco Polo'nun haritalarında bugün Türkistan dediğimiz yer Turchia yani "Türkiye," bugün Anadolu dediğimiz yer de "Turcmenia" yani "Türkmenistan" olarak yazılmıştır -ki Marco Polo'nun haritayı çizdiği dönemler tam da Moğollara "Bir siktirin gidin lan." restini çeken İran coğrafyasındaki yarı-göçebe Oğuz beylerinin batıya, artık Türklerin elinden gidip Moğoleli olan yerlerden hâlâ Türkeli olan yerlere göçünün etkili olup Anadolu'da yerleşik kültürden ziyade göçebe Türkmen kültürünün daha yayıldığı ve daha etkin olduğu dönemlerdir-; zaman geçtikçe kavramlar "Turkestan" ve "Turchia"ya dönmüştür.) olan ya da koskoca 600 yılı komple silip ötekileştirmek ne lan?

**Dublaj Türkçesi: "Bu da ne böyle? Biz ne yapıyoruz ha, seni lanet olası pislik?" Günümüz Türkiye Türkçesi: "Bu ne lan böyle? N'apıyoruz biz amk?" Eski Türkçe: "Bol nēdir be böğle? Nē yapƣarƣïz mëz amƣıŋa ⱪoyƣağım?" Divan edebi... Şaka şaka, o kadar da abartmayacağım. Ya da abartıyorum lan, hadi bakalım (Şairin selameti ve beyitin iyice çığırından çıkmaması adına aruz ölçüsü görmezden gelinmiştir): "Bol ne iştir ey humayun-u adli, nas ne eder de yâre yâre eder dili/Lâkin mey ü*1 letafet ile müsakeşe eylerim bol nâşekli faali." Divan edebiyatı böyle, yapacak bir şey yok. Bu arada bunu günümüz diline çevirirsek (Google Translate misin be mübarek): Bu ne iştir ey adlin (adaletin) humayun'u (divanı/toyu/yasası), insanlar ne eder de yara yara eder gönlü/dili (Bak, tevriye bu. Bir taraftan gönlümü yaralarlar derken bir yandan da "Bana küfrettiriyorsunuz amk." demeye getiriyor.) / Ancak şarap eşliğinde nazikçe/hafifçe sikerim (Divan edebiyatı olunca tabii... Halk edebiyatı olsa şimdiye çocuğu vardı.) bu şekilsiz (Kelime uydurmak, üstelik bunu Arapça, Farsça ve Türkçeyi birbirine katarak yapmak divan edebiyatının temelidir.) işi." Yalnız hem göz hem kulak kafiyesi var burada ("Lam, Ye" diye bitiyor iki dize de), dikkat. Hatta al sana halk edebiyatı: "Batuoğlu der ki: Behey ko'duğumuŋ evlâdı biz né ederiz böyle, bol iş nécedir bre?" Daha başta üç dize daha var da konumuz o değil gshadfhasd. İyice ne hale geldik yav. Yalnız tam Translate oldum dikkat ettiysen, günümüz Türkçesinden divan diline çevirdiğimi divan dilinden günümüz Türkçesine bambaşka çevirdim.

*1: Bu arada buradaki "Ü" muhtemelen aslen "Ve" diye okunuyordu. Divan şairleri bunu tek bir Vav ile yazdığı ve üstüne bir üstün yerleştirme zahmetinde bulunmadığından zamanında Osmanlıcası kıt biri "yuvarlak ses" olarak anlamış, en mantıklısı da Ü gelmiş (Bana Û gelirdi), öyle kalmış. Harekeler klasik Arapçada olmayan şeyler, günümüzde bile gündelik Arapçada kullanılmıyorlar; Osmanlı, tıpkı alfabeyi miras aldığı Selçuklular ve onların alfabelerini temel aldığı Persler gibi sesli harflerden bazılarını sessiz harflerle, bazılarını da halihazırda sesli olan Elif ile ikame ettiğinden harekelere pek ihtiyaç duymasa da lüzum görüldüğünde veya süsleme amaçlı kullanılmıştır harekeler. "Ah" kelimesi yazılırken Elif'in üstüne bir med konulurdu ("Ah" şu şekilde yazılırdı: آه), "Eşşek" adlı mizah dergisinde şedde kullanılmıştır örneğin. Divan-ı Lügatit Türk'ün yazıldığı zamanlar hem Türkler Uygur alfabesini kullanmaya devam ettiği hem de Klasik Arap Alfabesi, Arap kökenli Fars alfabesinin aksine zaten aslında var olmayan, sonradan icat edilip sadece Kuran'da kullanılmış harekeler dışında ses belirtecine sahip olmadığından (Ayn ve Elif sadece cümlenin başında kullanılıyordu sesli olarak, cümle ortasında ve sonundaki işlevleri daha ziyade uzatma, kısaltma gibi şeylere yönelikti.) Kaşgarlı Mahmut, harekeleri kelimelerin doğru okunuşları için kullanmıştır.

Hahahaha... Hah... Ha... Sahte Kahramanlar ve Kara Cadı okunmuyor lan. gshajasgjdsa. Lan yazdığım bütün saçmalıklar içinde bir cevher bu, basılı olarak görmek istediğim tek işim. Sonunu doğru düzgün bitirebilip de memnun olduğum tek işim. Ejderha ve Mühür'den de memnunum ama o henüz bitmedi, çok başka planlarım var onun hakkında ki o planlardan başka cins cins fikirler de aklımdan geçiyor şu aralar. Hatırlanmasını, geride kalmasını istediğim tek işim. Yazdığım bazı şeyleri bizzat kendim imha ettim, çoğu zaten yarım bile denemeyecek kadar az; sadece başlangıçları var. Bir kısmı da... Gün yüzü görmesi gerekmediğini düşündüğüm şeyler, azıcık eli yüzü düzgün olanları Sweek'e ekleyecek olsam da. Tekrar fark ettim ki benim işim hikaye anlatmak değil, evren kurmak. Bir ortağa ihtiyacım var, neyse. Öyle biri olmayacak. Büyük ihtimalle yapayalnız öleceğim ve cesedim ancak kokmaya başlayınca bulunacak. Keşke bir kızın elini tutmadan ölmeseydim. Neyse, konumuz bu değil. Konumuz ne? SKvKC. Lan basılı tek bir eserim olsa bu olurdu. Aylarımı verdim lan buna, başka hiçbir şey yazmadım bununla uğraşmak için ki normalde çoğu şeyi tamamlayamamamın bir sebebi de aklıma gelen her fikir için en azından başlangıç yapmaya çalışmaktır. Nice fikirler, eklemeleri görmezden geldim lan bu doğru düzgün olsun diye. Ama okunmuyor. Okunmuyor ya, inanılır gibi değil. İki okunma, bir beğenme var; okunmaların ikisi de benim yanlışlıkla okumamdan, beğeni de... Okumadığı şeyin nesini beğendi merak ediyorum. Kısa Kısa diye ta fi tarihinde yazdığım (aşırı) kısa korku hikayeleri antolojisi vardı; o okunuyor ("Okunuyor" dediğim de 6 kişi mi ne), SKvKC okunmuyor. Hayır buradan "Neden okumuyorsunuz lan?" yazsam ne olacak, blogda mı yayınladım da buradan soruyorum onu? İnanılır gibi değil ya. Hatırlanmasını, geride kalmasını istediğim en öncelikli, belki de tek şeye zerrece ilgi gösterilmiyor. Neyse, Ejderha ve Mühür eli yüzü düzgün bir iş de en azından o okunuyor; ama kalan her şeyi yakıp tek bir şeyi geride bırakacak olursam SKvKC'yi seçerdim, ha ileride onu geçebilecek bir iş çıkarırsam başka ki SKvKC'yi ondan daha fazla kasmadan geçebilecek bir şey yazabilecek kadar yetenek yok bende. Niye okunmuyor lan bu? Sinirim bozuldu. Hayır burayı da 2 kişi okuyor, buradan milletin aklını çelecek bir şeyler yazsam neye faydası olacak? O tanıtım mı acaba "Bu ne ya?" dedirtti millete? Öyle olabilir mi? O tanıtımı arka kapak yazısı için planlamıştım, tanıtım kısmına koyunca ağır mı oldu ki? E ama o kısım onun için değil mi zaten? Beni çıldırtmak mı istiyorsunuz lan siz? Niye Kısa Kısa gibi sokuk, yarısını yayınlayıp kalanını "Bu ne amk?" diye sildiğim, cümle yapıları kısmi katliama uğramış (Eski işlerimdeki imlaya baktıkça kendimi boğazlayasım geliyor. Hayır o kadar beter haldeler ki düzeltilemiyorlar bile çoğunlukla.) bir iş okunuyor da SKvKC okunmuyor lan? Neyin peşindesiniz siz? Komplo mu lan bu? Niye yapacağım her şeye yapacağım sırada bir engel çıkıyor? Hadi engel çıkmıyor, aha böyle ortada mal gibi dımdızlak kalıyorum. Sikerim ama böyle aşkın ızdırabını, yeter ya. Yoruldum ben artık, bir şey de düzgün gitsin. Yıl-dım. Bir de "Engel olarak gördüğünüz şeyleri kaldırın." diyor, bunu yapacaksam benim ya intihar etmem ya da dünyayı yok etmem gerekiyor. Hep o Veyda denen piç (SKvKC'nin başkarakteri) yüzünden oluyor herhalde, nasıl bir uğursuzsa SKvKC'nin de okunmasına engel oluyor it oğlu it. Fark etmiş olabileceğiniz gibi Veyda SKvKC'de en az sevdiğim karakter, kitap içindeki birtakım şerefsiz karakterleri bile daha fazla seviyorum. Başkarakterini seven bir insan değilim ben, Ejderha ve Mühür'deki Utpa'ya da gıcığım mesela. Lan niye benim bile yarısından fazlasını okumaya katlanamayıp attığım şeyler okunuyor da SKvKC okunmuyor, bana bunun cevabını verin. Uğruna birkaç yılımı feda ettiğim, nice içinden cevher çıkabilecek veya -en azından- yeni yeni fikirler doğurabilecek fikri hiç yazmadan çöpe attığım şey, sonlar konusundaki basiretsizliğimi kırdığım, yazdığım geri kalan her şeyin yok edilip sadece onun kalmasını bile isteyebileceğim kitap okunmuyor. Basılı olsa da okunmazdı, bunu bilmek daha da sinirimi bozuyor.

Kedi, köpek ve gelinciklere mikroçip taktırma zorunluluğu gelmiş. Öncelikle şunu belirteyim: Hayvan kimliği ve hayvanlar için kimliği böyle taşıyacak bir şey gerekliydi, bu açıdan olumlu bir gelişme. Yalnız benim kafamı "Gelincik" ayrıntısı karıştırıyor. Bu ülkede gelinciklerin evcil hayvan olarak beslenebildiğini bilen kaç kişi var ki, nereden aklınıza geldi la gelincik? Ha gelincikler kemirgenler gibi değil, kedi-köpek gibi dolaşıyorlar o yüzden onlara da lazımdı, bu doğru ama biri "Evinde gelincik var." diye ihbar etse bakanlık ceza yazar lan muhtemelen, hiç yasaya da bakmaz "Bunlar beslenebiliyor mu, nedir?" diye; nereden aklınıza geldi ki gelincik durduk yere? Yasal statüleri nedir mesela? Sürüngenlerin yasal statüsü hâlâ belirsiz örneğin; tutulabiliyorlar mı, tutulamıyorlar mı, CITES mi gerekiyor (E ama evcil "morph"lar CITES alamıyor doğada zaten olmadıkları, ev üretimi oldukları aşikar olduğu için?) belli değil. Bence gelinciklerin de yasal statüsü böyledir, "Yaban hayvanı" kapsamındadırlar yani büyük ihtimalle ki feretler için bu saçmalığın daniskası -ki biri beslemek amaçlı doğadan gelincik yakalamaya kalkmadığı sürece beslemek için bulabileceği tek gelincik çeşidi de feret zaten- ama "black pastel ball python" için de öyle olmasına rağmen onların durumu bu. "Pitonda niye saçmalık?" diye mi soruyorsunuz? Doğada öyle bir piton yok çünkü, tamamen beslemek amaçlı üretilen bir çeşit de ondan. O sebeple CITES de alamıyor. Aha bak, feret der demez "Feret üretilen eve baskın." diye haber çıkıyor. Beslemesi yasadışı ama illa besliyorsan da mikroçip taktır mı diyorsunuz, ne diyorsunuz?

"Size kötü hissettiren insanları hayatınızdan çıkarın." Ulan bu geyik de yıllardır bitmedi ha. Bana kötü hissettiren insanlar sıralı tam liste: 1-Bizzat kendim, 2-Babam. Hadi taşınır maşınırız da kendimi nasıl hayatımdan çıkarayım lan? Bitmedi "Pozitifler için pozitifçe davranış" sikikliğiniz. Biz dünyanın ne kadar iğrenç olduğunun farkında olanlar bunlara "Bir siktir git amk, küfrettirme beni şimdi durduk yere." şeklinde yaklaşıyoruz.