Çok garip bir çıkmazdayım: Hayatım kördüğüm oldu, öyle kaldı. Nasıl ve neden mi? Çünkü benim şu lanet olası aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmam lazım. Tabii aklımda birkaç plan var ama bunları gerçekleştiremiyorum. Neden? Çünkü aile evinin ruhu gerginlikten, bedeni refahtan (Aslında "rahattan" yazacaktım ama her an diken üstünde olduğun, bir de üstünde sokakta birini kesseler dönüp bakmayacağım kadar çok saçma sapan gürültüye maruz kalınan bir mahallede olan bir yerde ne rahatı?) çürüten ortamında bu şeyleri -en azından daha etraflıca düşünüp olumsuz ögeleri zorla bulup çıkartıp kendi kendimin moralini bozup hevesimi bizzat kaçırtıncaya, kendim yapamıyorsam babama "Ben şunu yapacağım." deyip de ona bu işi yıkana, neticede yine hevesim kaçıncaya kadar- yapmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hayır bazen "Ulan keşke İznik'te kalsaydım." diye düşünüyordum, en azından şu Ejderin Mührü işinin peşine düşerdim* ama o iş ne ekonomik ne ruhsal ne de sağlıksal (evet, sağlıksal) açıdan sürdürebilir değildi. İznik'te yaşadığım ev, ev değildi çünkü; zindandı. Kış bitene kadar bozuk kombiyle yaşadım (kar yağarken ısınmak için balkona çıkmışlığım var amk, durumu oradan hesap edin), sonrasında da sözde tamir edilmiş olan kombi yüzünden bulaşıkları soğuk suyla yıkamak zorunda kaldım. Oç kombi ya asla ısınmıyordu ya kaynıyordu ya da iki gıdım sıcak su verip sonra buzu dayıyordu çünkü göt. Ben bir kere bu kombinin yavşaklığı yüzünden banyo yapamadım, banyo yapamadığım gibi o gün başka bir şey de yapamadım, üstüne bir de hastalandım amk. İznik'in çeşmelerinden, en azından benim kaldığım evin çeşmesinden, su yerine sıvı kireç aktığı gerçeğine girmiyorum bile. Ekonomik boyut kısmına da "küçük yer ve esnafın kazıkçılığı orantısı" diyorum, başka da bir şey demiyorum. Hep "büyükşehirlerde çok hayat pahalı, daha küçük şehirlerde daha ucuz" deniyor ama İznik, Gökçeada gibi aslında köy olması gerekirken hasbelkader ilçe olmuş yerlerin -özellikle de yemek satan- esnaflarını görünce İstanbul gibi bir yere bile şükredersiniz, söyleyeyim. Hani sonradan tüm ülkeye yayılan "pahalılıktan yenemeyen çiğköfte" var ya, işte onun çıkış yeri İznik. İznik'teki en ucuz gıdaydı üstelik! Birkaç zinciri, örneğin en eski dükkanlarından biri İznik'te olan Köfteci Yusuf'u, saymazsak tabii. Evet, ben İznik'te yaşarken Köfteci Yusuf'un köftesinden pahalı çiğköfte vardı. Sonra o pahalı çiğköfte tüm ülkeye yayıldı bildiğiniz gibi. Hah neyse, yani özetle İznik'te kalsam hiç olmazsa Ejderin Mührü olayına hemen müdahale edebilecektim, sorunlarımdan biri eksik olacaktı ama İznik'te kalmak da mümkün değildi. O hıyar korona olmasaydı Gökçeada'da kalabilirdim ama İznik'te kalmanın hiçbir sürdürülebilir yanı yoktu. Ulan konu nerelere gitti. Yani özetle aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmak zorundayım, sonuçta her şeyin sihirli bir şekilde yoluna girmesini umabilecek bir hayatım hiç olmadı ama aile evinden kurtulmadan da o bahsettiğim şeyleri yapamam. Hani teknik olarak yapabilirim de bir sike benzemez çünkü amına ko'du'mun aile evinde müezzin olacak piçin böğürtüleri duymazdan gelinirken benim adım sesim olay oluyor. Sikimin ucuyla iş yapacaksam hiç yapmam daha iyi amk. Hadi bu "işi minik minik ısırma" benim kararım olsa neyse ama bu bir zorunluluk. Dolayısıyla benim bu siktiğimin aile evinden kurtulabilmem için önce aile evinden kurtulmam, hiç olmazsa bir iki ay tamamen kendi hâlime bırakılmam gerekiyor. Ama o da olmuyor. Tam kitabın heyecanlı bir yerindeyken kurt üzümleriyle ("goji berry") ilgili saçma sapan bir haber için rahatsız ediliyorum, bir de "Meşgulsen sonra geleyim?" sorusu alıyorum. E benim bütün odağım bozuldu ki ama, sen o bana bildirmesen hayatımda hiçbir şeyin değişmeyeceği o şeyi sonra okusan zamanımdan iki kat çalmış olacaksın? Nasıl kendi işime devam edeceğim ben o bozulmuş odakla, o bozulmuş inançsızlığın istekli askıya alınmasıyla? Bir kere işim yarım kesildiği için sinirim bozuldu zaten, bir daha ne yaptığım şeye odaklanabiliyorum ne başka şeye. Sonra da "Odağını mı bozdum?" sorusu geliyor. Madem biliyorsun şunları biriktirip akşam söylesene? Benim bu amk evinden bir an önce kurtulmam lazım ama bütün planlarım ya hayat denen şerefsizin karşıma çıkardıkları yüzünden (Bak şu başta bahsettiğim planlardan biri gece yapmayı gerektiriyor ama ben o işe "Tamam ulan, girişiyorum." deyip giriştiğim anda babamın gece üçe kadar ayakta kalası tutar. Babamın uyanık olduğu bir saatte hiçbir şey yapamayacağımı, nihayet gidip uyuduğunda da açlıktan hiçbir şey yapamayacak olup yemek yemem gerektiğini hiç belirtmiyorum bile.) ya da sikik hükümetin canı sıkıldıkça uyguladığı yasaklar yüzünden engelleniyor. Hayır yurtdışına da kaçsam kaçamam çünkü param yok. An itibarıyla vize almaya kalksam hiçbir ülkeden vize alamam, öyle bir durumum var (dün bir haftalık yemek alıp kredi kartının borçlarını ödedim, o da paramı sıfırlamaya yetti). Düşün yani hâlimi. Hayır Ejderin Mührü en azından olması gerektiği gibi yayımlanmış olsaydı "Tamam aga, işlerin düzeleceği falan yok. Bundan sonra sikmişim hayatı." deyip kafamı keseceğim ama nokta nedir, virgül nedir, sıralı cümle nedir bilmeyen bir editör tarafından bu hakkım bile elimden alınmış durumda. Yeter lan!
*O sırada araya saçma sapan şeyler girdiğinden editörün yediği boklardan çok sonra haberim oldu. Erkenden haberim olsa zaten kendisine okkalı bir mesaj döşer, bu işin peşini bırakmazdım; ama kitapları ancak iş işten geçtikten sonra okuyabildim çünkü orrrrrrospu çocuğu hayat bir başarım olmasına izin vermiyor. Şimdi ben şu konuyu etraflıca anlatayım: Bana bir koli kitap gönderdi bunlar (bunlar: editör alımında düşük zeka şartı aradığını düşünmek için geçerli sebeplerim olan götelek yayınevi), Ejderin Mührü ilk baskı. Ve onu göndermek için de tam olarak İznik'ten geçici olarak Balıkesir'e döndüğüm günü seçtiler (o geçici dönüş hâlâ devam ediyor bu arada, o zamandan beri Balıkesir'de sıkıştım kaldım). Sonra bir de İznik'in dışında (Gerçekten dışında. Az sonra bahsedeceğim bu dükkan var, bir iki metre sonra da "İznik'e Hoş Geldiniz" tabelası var.) bir su dükkanından koliyi teslim aldım. Ha bir de o sırada dükkana mal getiren biri hâlime acımasa tutma yeri bile olmayan o koliyi ta İznik'in göbeğindeki evime taşımak zorunda kalıyordum. "Ulan kıç kadar yer, ne kadar zor olabilir ki?" demeyin. Ülkedeki her yerleşim yeri gibi dağa bayıra kurulmuş olduğundan önce yokuş çıkmam, ardından inmem, sonra bir daha yokuş çıkmam gerekiyordu. Hani Ankara'ya gidene kadar Ankara'nın abartıldığını düşünüyordum, İznik'in öyle bir yokuşu var. İznik dediğin bir tane yokuştan ibaret zaten amk. Bir yol var, yokuş, etrafında da dükkanlar var. Aha İznik o kadar. Yokuşun sonunda da camiyle müze var. Benim ev de o müzenin arkasında kalıyor(du). Hah neyse, ben sonra Balıkesir'den İznik'e ne zaman döndüm? "İznik'e dönmem artık..." deyip pılımı pırtımı toplamaya döndüğümde. Sonucunda da ta Balıkesir'e temelli dönüş yapana dek Ejderin Mührü'nün kontrol edilmesi kaldı. Kalınca da ne oldu? Ne geri zekalı editöre sövebileceğim bir numara var ne de yayınevine "Şu, antlaşmada belirttiğiniz süre bitti mi?" dışında bir şey soracak hâlim. "Bugüne kadar neredeydin?" derler çünkü. Ha gerçi demeyebilirdi de çünkü bahsettiğim soruya "Süre dolduysa bitmiştir." biçiminde süper-zeka (!) bir yanıt verdiler. Be göt, sence ben bunu anlamamış olabilir miyim? O sikik antlaşmaya "Süre dolmadan kaçarsan ebeni belleriz." anlamına gelecek maddeleri doldurmayı biliyorsun da sürenin bittiğine/bitmesinin yaklaştığına, benimle çalışmaya devam etmek isteyip istemediğinize vs. dair bir e-posta atmaya neden eriniyorsun, pezevenk? Daha fazla konuşmayacağım, yavşak yayınevine daha fazla defalarca küfrettim zaten. Blogda arayıp bulabilirsiniz.
Neyse, sonuç olarak şikayet edip durmak hiçbir şeyi çözmeyecek (zaten çözecek/çözüyor olsa gündemden bahsede bahsede bloğu haber sitesine çevirirdim), o yüzden şunlara bir bakın:
https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt
kick.com/xyaalii
O değil de şu yayın-kayıt falan işlerini ayarlayacağım diye teknoloji bilgim gelişti be. Bir de bunun dizüstüyle verimli olmayacağı açık, zaten bu evden de kurtulmak için bayağı bir bekleyeceğim gibi duruyor, o yüzden bilgisayar toplamayı düşünüyorum (kaç paraya denk gelir en ufak bir fikrim olmadığından aslında eskiden beri aile evinden kalıcı bir yere geçince toplama niyetim vardı ama şu aşamada öyle bir beklenti saçmalık, gerçi her halükarda ailemden aldığım parayla hayatta kalmaya çalıştığımdan kendim bir şeyler kazanmaya başlayana kadar o proje hâlâ proje aşamasında kalmaya devam edecek). Yalnız bilgisayar toplama işinde sadece yarı ciddiydim ama yayını telefondan takip etmek eziyet, hem OBS hem telefon gıcıklık yapıp duruyor, çift ekran olup yayını OBS'ten takip etmekten iyi bir seçenek yok ama bilgisayar toplama işi ne kadar sürecek, bana kaç para harcatacak, o esnada bir fırsat çıkar da bu evden siktirip gidersem o yarı-toplanmış bilgisayarı nereme sokacağım? Tabii bilgisayar toplamaya çalıştığım esnada bunun çük kadar odanın çeyreğini kaplamasını istemiyorsam bilgisayar masasının kullanılamaz hâle gelecek olması da var... Yine de telefondan yayını takip edip yazmak imkansız, bilgisayardan zaten takip edemem çünkü ne yapacağım, ikide bir oyunu alta atıp Kick'e/OBS'e mi bakacağım? Mikrofon açıp konuşuyor olsam yine kısmen sürdürülebilir ama izleyiciyle yazarak iletişim kurma sistemini kullanırken büyük çile. Kolay olmasını zaten beklemiyordum ama bu şekilde bir zorluk seviyesini de hiç beklemiyordum. Telefonun mal otomatik düzeltmesiyle uğraşırken (o sikik otomatik düzeltmeyi kapatmayı da bulamadım bu arada, mevcut telefonumda kapanmıyor lan, resmen saçmalık) OBS kafasına göre "yayın bitti" ekranına geçiyor (imleci iki saniye hareketsiz tuttum ya, hemen "Bitirdi herhalde..." diyor göt) falan... Sonradan aklıma geldi, şu anda tek ekranda iki ekran görebilme yöntemi arıyorum (yani tek ekranda iki masaüstü bölme) ama pek bir şey çıkacak gibi değil. Hayır bu yöntemi de kullanamazsam harbiden çekilmez bu, bilgisayar toplama işine girişene kadar ara vermem gerekir, bilgisayar toplamak da ne kadar sürüp ne kadara mal olur?
Bir de bak aklıma ne geldi, aslında şöyle ufak bir dükkanın olacak (kitapçı, plakçı -evet, plakçı- falan tarzı), 3-4 tane devamlı müşterin olacak, öyle gün boyu boş boş takılacaksın. Ama işte mevcut ekonomide halihazırda zengin değilsen, yattığın yerden (veya en azından dükkandan ayrılmanı gerektirecek "mesai" gibi kavramları olmayan bir şeyden) para kazandığın bir şey yoksa öyle bir şey yapmak mümkün değil. Ha gerçi herhangi bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde (en azından henüz) çok da mümkün değil ama mevcut TR şartlarında doğrudan imkansız. Hazır bu konu açılmışken bir önceki yazıda komünizme biraz haksızlık ettiğimi fark ettim. Çünkü Türkiye'nin mevcut yönetimi kapitalist de değil komünist de değil liberal de değil, "karma" desen hiç değil. Vergi alırken komünist ama hak/hizmet verirken kapitalist, kaçak göçmene, yüzden fazla sabıkası olan suç makinesine, kendilerine kale inşa edip para bastıran tarikatlara liberal ama yasalara uyup hayatını yaşamaya, kendi işine bakmaya çalışan sade vatandaşa karşı faşist* olan saçma sapan, her ideolojinin en sıkıntılı, en aksayan, ne zaman o ideolojiyi maymun etmek isteyen birinin çıksa direkt oradan dem vurup "yumuşak karnını deştiği" yönünün alınıp birleştirildiği bir sistem var. Daha önce de söyledim, bu kadar şey beceriksizlikle, salaklıkla, iş bilmezlikle vs. açıklanamaz. Onunla açıklanabilecek aşamayı çoktan geçti. Bu kadar rezil bir sistem ancak durumun kasıtlı olarak bu hâle getirilmesiyle açıklanabilir, daha düşük ihtimalle de keçi, katır, deve gibi inadıyla meşhur toynaklılara rahmet okutan bir inatla ama bir dağ keçisi bile bu aşamaya gelmeden vazgeçip işi bilenleri dinlerdi.
*Bu kelimeyi de içi (başta gerizekalı solcular, gerizekalı liberaller ve onlardan daha zeki olmasalar da bu iki güruhu kuyruğuna takmayı başarabilen terör sempatizanları tarafından) itinayla boşaltılmış olduğundan kullanmayı hiç sevmem ama durumu daha iyi tanımlayan başka bir kelime de yok. Ayrıca evet, siyasi görüş, ideoloji, memleket/bölge, etnisite, oy verdiği parti, yaş/kuşak vs. yani özetle herhangi bir bağımlı veya bağımsız değişken fark etmeksizin toplumun istisnasız her kesiminin %80'i malın önde gideni. Dolayısıyla solcunun da sağcının da %90'ının ta amına koyayım, size bir şey olmasın -ve evet, %80'inin değil %90'ının çünkü %80'inin süzme mal olması kalanın tamamının deha olduğu anlamına gelmiyor.
Bak şimdi, "tarih tekerrürden ibarettir" lafı genelde geyik olarak veya daha küçük, daha kişisel meseleler için kullanılır ama 1. ve 2. Dünya Savaşları, bunun kanıtı gibidir. Dolayısıyla olası bir 3. Dünya Savaşı'nda herhangi bir devletin (tamam, birkaçı hariç herhangi bir devletin) elinde bir tür rehber ve yol haritası oluşturmaya yetecek bilgi var.
1. İşler iyice kızışmadan savaşa girme, girersen de Almanların yanında girme.
2. İtalya'yı izle. İtalya ne zaman taraf değiştirir, onun yanında savaşa gir. Ha tabii İsviçre gibi "Tarafsızım ben!" deyip hava sahana giren her uçağı düşürmek, karasularına giren her gemiyi batırmak da bir seçenek ama herhangi bir Türk veya Slav devleti böyle bir durumdan İsviçre gibi elini kolunu sallayarak çıkamaz, "Tarafsızlık demek öbür tarafı desteklemektir." diye malca bir gerekçeyle yaptırımlardan ebesi bellenir (bkz. "Ekmee garneynen alıyoduh garneynen!"). İsviçre de Cermen (=Avrupalı=Aryan) olmasa aynı durumu yaşardı zaten. Nasıl, Nazilere karşı savaşan "kahraman"ların aslında onlardan pek de farklı görüşlere sahip olmaması iyi hissettiriyor mu? Almanya'ya bile neredeyse hiç yaptırım uygulanmamış (savaş suçları mahkemesi yaptırım değildir), aksine ekonomik olarak destek verilmiş olmasını geçiyorum çünkü onun esas sebebi ikinci bir Hitler'in doğuşunu engellemekti (İtilaf devletleri -başta da Fransa olacak ayarsız- 1. Dünya Savaşı'ndan sonra gaza gelip Almanya'yı pratikte tasfiye eden Versay Antlaşması'nı dayatmasalardı Hitler bırak iktidar olmayı, siyasete bile atılmazdı).
3. Polonya'yla işin olmasın. Canı sıkılanın işgal ettiği ettiği ülkeden hayır mı gelir? "Fransa ya, canım çok sıkılıyor, ne yapsak?" "Polonya'yı işgal et?" "Daha dün ettim ya, canım istemiyor." Şaka gibi değil mi? Ama değil.
Bir de bu sezonun romantik animelerinden tekrar bahsedeceğim. Gimai Seiketsu'yla Koi wa Futago bilmem-ne'yi "Bu sezonun romantik animeleri çok yorucu!" yazısını yazdıktan sonra bıraktım. Kesinlikle çekilebilir değillerdi. RoshiDere'yi izlemeye devam ediyorum ama cidden dünyanın en saçma sapan harem serisi. Yani çünkü sonunda Kuze'nin Alya'yla olacağı gayet bariz, hikayenin başlığında adı geçen karakter yerine başkasıyla bitse taşlarlar lan o yazarı? Bak mecaz ya da mübalağa kullanmıyorum, ciddi ciddi recmederler diyorum, kelimenin gerçek anlamıyla. Japonlar şimdi Amerikan baskısıyla falan uysal duruyor ama herifler psikopat, 2. Dünya Savaşı'ndan biliyoruz, bu psikopatlıklarının hâlâ geçmediğini de Visitor Q gibi filmleri veya son dönemlerde çıkan herhangi bir ağır dram animesini (mesela Tengoku Daimakyou'yu, gerçi bu "ağır dram" değil ama olsun) izleyerek rahatlıkla anlayabilirsiniz. Hadi Yuki şımarık kız kardeş, o tamam, standart bir karakter arketipi (Alya'dan da Masha'dan da iyi bu arada); ama Alya'nın ablasının Kuze'nin küçükken oynadığı kız olmasına ne gerek vardı? Bak Masha kötü veya gereksiz bir karakter demiyorum, kesinlikle harika ve hikayeye katkısı yüksek olan bir karakter, tek derdim kitabın adına Alya'nın adını vermişken sırf "Çocukluk arkadaşı kazanamaz ki hacı?" bahanesine sığınmak için Kuze'ye Rusça öğreten kızı Alya yerine varlığından haberimiz olmayan ablası yapmanın, bir de görünce tanıyamadığı çocukluk arkadaşına hâlâ âşık olduğunu bizzat ona söyletmenin -hem de bunu Alya'yla konuşurken ve açıkça Kuze x Alyacı olduğunu göstermişken söyletmenin- resmen katliam olması. Ayrıca daha önce "O kız kesin Alya, değilse beni..." demiştim (böyle dememiştim ama böyle anlatmak daha zevkli) ama o zaman Alya'nın bir ablası olduğunu bilmiyorduk, o yüzden sayılmaz. Aslında bu "kasıtlı olarak bilgi gizleme" işinin bir anlatım tekniği olarak (İngilizce) bir adı da var ama hiç Tv Tropes'u kurcalamakla falan uğraşamayacağım (sonradan hatırladım: domates sürprizi, gerçi bu durumda daha çok aynadaki domates), şu an ya Serial Experiments Lain* izlemek ya da Sherlock Holmes okumak (Baskervillelerin Köpeği) daha çok ilgimi çekiyor. Sezon başında nelerden bahsettim nelerden bahsetmedim net hatırlamıyorum, yine de hiç bakasım yok. Yalnız 2.5-Jigen no Ririsa'ya "Hareme ne gerek vardı ki?" demiştim ve evet, yokmuş. Niye taglarında harem var lan bunun? Tamam Ririsa'nın bir "rakibi" var ama bu durum bu animeyi harem yapmaya yetiyorsa Ao Haru Ride'a da harem tagı koymamız gerekir. O karakteri de zaten bir iki bölüm mü ne gördük, sonra kayboldu. Bak anime manime demişken Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'yi izlerken aklıma geldi de hiç ayrı paragraf ayırmayayım diye buraya ekliyorum: "Japon vizyonsuzluğu" diye bir şey var, harbiden katlanılmaz bir şey. Zengin vizyonsuzluğundan da beter. Herifler pirinç pişirme makinesi kullana kullana tencereyle pilav pişirmeyi unutmuş lan! "Gazlı ocakla pilav yapamam." diyor herif. Tek yapman gereken pirinci suya koyup haşlamak! Zaten pilavı ekmek/katık niyetine tüketen insanlarsınız, yağ mağ koymuyorsunuz, koyarsanız bir tuzla şeker koyuyorsunuz ama genelde onları da koymuyorsunuz. Kavurma falan da yok (yakimeshi hariç ama o da Japonlarca pilav olarak görülmüyor zaten), dümdüz pirinci dümdüz suya koyup haşlayacaksın ya! Ne kadar zor olabilir ki? Bunun için -hem de bu yemek her gün üç öğün tükettiğiniz bir şeyken- niye koskoca ülke bir tane makineye mahkum oldunuz lan, distopyanın kaçıncı seviyesi bu? Döner mi ki illa makine gerektirsin aq ya! Hatta makine olmadan da döner kılıklı bir şey yapabiliyorsunuz ama dönmediği için teknik olarak "döner" olmuyor, en fazla "dönmez" olur. Gerçi Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'deki çeviri hatasıymış, adam tavayla pilav yapamayacağından kapaklı tencere almayı kastediyormuş da bir Japon yapımında karşılaştığım ilk "Ama makine olmadan nasıl pilav yapacağım ki?" sahnesi bu olmadığından dediklerimin hâlâ arkasındayım. Ayrıca evet, pilav yan yemektir. Bir de TenSura'yı artık takip edemiyorum. Olaylar o kadar hızlı ve hem birbirinden hem bağlamdan kopuk gerçekleşiyor ki artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Hayır bu anime ilk bölümlerde kısmen SoL'dü, o yüzden o dönemde bu tür bir şey insanı rahatsız etmiyordu, zaten olması gerekendi ama şu an bir yandan da lineer bir hikaye anlatımı içindeler... Yani yazar mı bu kısımları yazarken sıkıldı da animatörlerin yapabileceği çok bir şey yoktu yoksa anime yapımcılarının beceriksizliği mi, acayip merak ediyorum doğrusu.
*O değil de adamlar 1998 yılında yapılmış animede açık açık "yapay zeka" terimini kullanıyor, MetaVerse'den -başka bir adla da olsa- bahsediyor (gerçi o konular Deep Web'i de andırıyor, ikisinin karışımı gibi, daha doğrusu "MetaVerse'in Deep Web'i" gibi), 50 tonluk da olsa sıvı soğutma sistemi gösteriyor, hatta başta belki bir miktar gerçeklik payı olsa bile -çünkü Ruslarda bu işe girişecek manyaklık hakikatten var, koca ülke "hacker"lıkla geçiniyor lan, zaten alayı da animeci; Telegram'ı, VK'yı falan kuran insanlardan bahsediyoruz burada- sonrasında iyice şehir efsanesine, "satanizmin satanizm olduğu yıllar"a dönmüş, ilgisiz (ya da daha kötüsü, gereğinden ve haddinden fazla, özgürlüğü ve bireyselliği kısıtlayıcı seviyede, çocuğun hayatını yaşamasına izin vermeyecek ölçüde "ilgili") ailelerin tüm suçu var bile olmayan bir şeye atma çabasıyla çorba edilmiş "mavi balina oyunu" ("Challenge"ı oyun diye çeviren hıyar kimse kafam girsin bu arada, sonra millet bilgisayar oyunu sandı amk. Niye? Çünkü amaç zaten öyle sanmalarıydı. "Challenge" için hâlâ tam bir Türkçe karşılık yok, doğru ama oyun hiç değil amk, en uygun çeviri "kapışma", hatta yerine göre "müsabaka".) tarzı bir şey ile Şövalyeler adlı bir tür "pre-Anonymous" (evet, o Anonymous) bile var amk.
Bir de anime manime dedim de aklıma geldi, W Türkçede başından beri çok az bulunup Türkiye Türkçesinde zamanla pratikte kaybolmuş bir ses olduğu için biz bu sesi genelde V ile ikame ediyoruz. Halbuki dillerinde W olup V olmayanlar bu sesi B'ye benzetiyor. İlk örnek Japoncadan: Japoncada W var ama V yok, V demeleri gerektiği zaman ne diyorlar dersiniz? W mu? Hayır, B diyorlar. Kaşgarlı Mahmut da Divan-ı Lügatit Türk'te V (ڤ) sesini anlatırken (Bu arada elimdeki Divan-ı Lügati't Türk'te anlamsız bir biçimde "و" V, "ڤ" de W olarak transkript edilmiş ama aslında tam tersi olması lazım, harfin hangisi olduğunu anlamak için Arap harfleriyle yazılışına bakmam gerekecekse transliterasyonun ne anlamı var?) hiç Arapçada bulunan W (و=Vav=Wâw) sesini falan işe karıştırmadan "B ile F arası" olarak tanımlıyor (Niye? Çünkü Arapçada da V yok ama W var; öte yandan onlar Japonların aksine V'yi W'ya çeviriyor: Çevirme->Şawarma.) Bu arada Kaşgarlı'nın W sesi hakkındaki beyanı Türkçede az bulunduğu yönünde, günümüz Türkiye Türkçesinde de dediğim gibi zaten pratikte kaybolmuş durumda. Bu sese son darbeyi Arap alfabesinin vurduğunu düşünüyorum. Osmanlıcada V-W ayrımı yapılmadan ikisi de Vav ile yazılıyordu, Selçuklular zaten geride iki satır bile Türkçe bırakmayıp her halt için Farsça kullanmış olduğundan neyi nasıl yazdıklarıyla ilgili en ufak bir fikrimiz bile yok (Türkçeden Farsçaya veya Farsçadan Türkçeye geçen kelimeler ve özel isimler gibi istisnalar var tabii, bir de Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe fermanı), sadece Osmanlıcanın imla kuralları temelde Farsçayla aynı olduğundan Selçukluların da aynı şekilde yazdığını varsayıyoruz (-ruz derken insanlık olarak, genel bir durum yani). İşin daha garip tarafı V-W ayrımı eski Uygur alfabesinde de yok, V/W için tek bir harf var. Genelde W olarak transkript ediliyor çünkü Türkçede W, aslında V'den daha eski bir ses: V, aslı B olan harflerden dönüşmüşken (V'nin aslında W'den çok B'ye benzediğine bir başka örnek) W, Arapçadan ve daha az miktarda Farsçadan geçen kelimelerle dile yerleşti. Orhun alfabesinde V için de W için de ses yok, V ile olan kelimeler (okunuşlarının V ile olup olmadığını bilmiyoruz elbette, genel olarak o dönemde B diye okunduğu varsayılıyor ama telaffuzun değişirken alfabenin yerinde sayması neredeyse her dilde hep gerçekleşen bir şey) B ile yazılıyor, W sesi direkt yok (varsa da nasıl/neyle yazıyorlar bilmiyoruz ama günümüzde V'ye dönüşmüş az sayıda G örneği var, bunların G>Ğ>W>V dönüşümü geçirdiğini düşünmek mantıksız değil çünkü W, Türkiye Türkçesinde var olan sesler arasında en çok da Ğ'ye benziyor). Bütün bu durumun sebebi V'nin B gibi açıkça sessiz harf olması, oysa W öyle değil, daha çok üflerken çıkarılan sese benzeyen (Ğ örneğini boşuna vermedim), fonetik çalışmalarda falan sessiz harfler yerine U'nun falan yanına atılan bir ses (Ğ de I'nın yanına atılıyor ve I da U türevi seslerle aynı grupta sınıflandırılıyor bu arada, hatta Japoncadaki U ve Türkçedeki I da aslında aynı ses kabul ediliyor ama Japoncadaki "yuvarlanmış" versiyonu). Bu konuda da Türkçedeki "vur-" örneği var, günümüzde açıkça V ile, değil mi? Halbuki bu kelimenin aslı "ur-" (İstanbul Türkçesi dışında hâlâ çoğu yerde "ur/wur" deniyor zaten), zamanla "ur>ūr>wur>vur" dönüşümü olmuş, o son dönüşümün de yine Osmanlı alfabesi kaynaklı olması muhtemel çünkü Vav harfini sadece V ve W için değil O, Ö, U, Ü ve Û için de kullanıyorlardı. O neden? Çünkü Farsçada da öyle. Türkçe derslerinde Osmanlıca için "Arapça, Farsça, Türkçe karışımı" denmesi iyi açıklanmadığından milletin kafası karışıyor ama olay bu: Kelimeler ve dilbilgisi Türkçe, imla Farsça, harfler Arapça. Gerçi harfleri de Farsça sayabiliriz çünkü Persler Farsçada olup Arapçada olmayan P (Pers>Fars), Ç (Çevirme>Şawarma) gibi sesler için yeni harfler ekledi, Osmanlılar da o harfleri direkt alıp "Bizde de bu sesler var." diye kullandı. Hatta Farsçada Türkçede de Arapçada da olmayan uzun E için Ye (ى) harfi kullanıldığından "Bizde bu E yok ama kapalı E (Ė) var." deyip onu da öyle yazmaya başladılar, gerçi onun sebebi Ė'nin Orhun alfabesinden beri hep diğer iki E (açık ve normal) yerine I-İ ile gruplandırılmasından kaynaklanan bir alışkanlık da olabilir de onu geçiyoruz. Hah neyse, o "karışım" olayı da bu; tabii divan edebiyatında falan biraz daha karışıktı ama halkı bırak, saraydaki vezir, padişah falan bile günlük hayatta öyle konuşmuyordu. Öyle konuşsalar kimse bir sikim anlamaz çünkü. Emri anlamayan hizmetkar/asker/vezir neyi yerine getirecek, kafasından uydurduğu şeyi mi? Neyse, ur>vur konusuna dönersek Vav-Vav-Ra diye yazdığınız şeyi vur/wur (u'yu o, ö, ü ile de değiştirebilirsiniz), ūr/ûr (ū/û'yu ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz), vūr/wūr (ū'yu û, ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz) diye ve birçok başka şekilde de ("vavar" veya "our" mesela) okuyabildiğiniz için herkes de kafasına göre okuyup geçiyordu hâliyle. Bak bir de V'nin F'ye dönüşümü de Türkiye Türkçesi ağızlarında yaygındır, "vur" kelimesinin "ur-" kadar yaygın olmasa da bir başka yerel telaffuzu da "fur" biçimindedir. Niye? Kaşgarlı'nın açıklamasına dönüyoruz: "V, B ile F arası bir sestir." Japoncada Türkçede ve birçok dilde olan F sesiyle aynı F sesi yok, F sesinin üflerken çıkarılan sese benzeyen ve o eylemi zaten o yüzden "üflemek" diye adlandırdığımız "yuvarlak/yarı-sesli (Ğ, W gibi)" bir F sesi var. Yine de İngilizceye sıçrayan "pilaf" kelimesine bakıyoruz: Bu kelimenin aslı Farsça olup "pilâv" (evet, uzun A ile), İngilizceyeyse muhtemelen Hint dillerinden biri üzerinden geçmiş. Farsçada kelimede V olduğu için biz gidip aynen V'yle devam ettirmişiz ama İngilizcede V, nedense F'ye dönmüş. Dönmeyebilirdi ya da W'ye dönebilirdi ama gidip F'ye dönüyor; çünkü F aslında V'ye W'dan çok daha yakın bir ses (İngilizcede bu üç ses de var). Bu arada pilav (pardon, "pilaf"), İngilizceye direkt Türkçe üzerinden geçmiş lan.
Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya
ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî
mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan
yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış
yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog”
kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.
Ha bir de şunlara bir bakmanızı rica
ediyor:
https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt
https://kick.com/xyaalii
*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım
kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla
dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü
lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık
o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık”
diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini
yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)