Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Aralık 2024 Salı

Amaç Duygusu Falan... Bir Şeyler İşte Ya.

Son yazdığım şeyde bayağı kötü bir ruh hâlindeydim (zaten anlaşılıyordur diye düşünüyorum). Yalnız bir şeyi gözden kaçırmışım: Ben annemin zoruyla -biraz da "Evde boş boş oturacağıma bari elimde bir meşgale olsun." düşüncesiyle- açık öğretime yazılmıştım. Sınav zamanı gelene kadar hiç haberim yoktu lan. Önce, ben geçenki yazıyı niye yazdım? Çünkü bok gibi hissediyordum. O niye?

1. Gündemin boktanlığından kafayı kaldıramamak. Hayır "Yeter be, bari dünya gündemine bakayım." desen -her ne kadar bizimkine kıyasla gül bahçesi sayılsa da- o da bok gibi.

2. Üniversiteyi bitirip (başka bir tanesini de yarım bırakıp) işsiz güçsüz aile evinde oturmak.

Ne değişti? Artık bir amaç duygum var. O niye? Kayıt yaptırdığımı bile unuttuğum açıköğretim bölümü, sağ olsun kaynak materyalleri PDF hâlinde sisteme yüklemiş. Her akşam bir bölümdür, bir ünitedir falan okuyorum. Gerçi çok da kolay olmuyor çünkü hem yaşlılıktan (Kimlikte 26 yaşındayım. Hissettiğim 100+. Şu hayatta görmediğim bir uzaylı istilası, bir de zombi salgını kaldı amk.) hem de aile evinde hayatta kalma mücadelesi vermekten beynim erimiş hâlde. Eskiden bir yandan müzik dinleyip bir yandan bir şey okuyup bir yandan da yemek yiyebilirdim. Şimdi altyazılı bir şey izlerken yiyemiyor, sözlerini bildiğim/anladığım bir müziği -ki çalma listemdeki müziklerin yaklaşık %95'i böyle- dinlerken okuyamıyorum. Televizyon sesinin akşamları odamda beraber yaşadığım fıskiyeyi (basbayağı havuzlar falan için olan fıskiye) delip geçen sesi için kulaklığa ve o kulaklıkta ses olmasına ihtiyacım var. Bu da zamanımı kısıtlıyor. Tabii onu çözmek nispeten kolay oldu, çalışacağım zaman açıyorum 5-6 tane sözsüz müzikten oluşan çalma listesini, onlar dönerken ben de yazana odaklanıyorum.

Yazdığım onca şeyi -daha doğrusu onca şeyden okunmaya değer olduğunu düşündüklerimi, ki yaklaşık %10'u falan ediyor- BuyMeACoffee'de yayınlama işi için daha önce 2025'i göstermiştim ama biraz daha beklemeye karar verdim. Ne kadar daha? Muhtemelen bahara, belki daha da fazlaya. Bilmiyorum. Karşıma herhangi bir fırsat çıkıp çıkmayacağına ve umudumu ne kadar yitireceğime bağlı. E-kitap yayınlama işine de baktım bu arada, alayı dolandırıcı. Amazon'un bir servisi var ama Türkçe sayfa bile açmamışlar, dolayısıyla ondan da pek sonuç alabileceğimi düşünmüyorum. Ha bir de BuyMeACoffee'de yayınlamak konusunda şöyle bir sorun var: Elimdeki şeylerin çoğu bölümlere ayrılabiliyor (ve zaten ayrılmış durumda), tabii bir de başından beri anca antolojiye dahil olabilecek olan kısa öyküler falan var ama belli bir noktadan sonra tüm hayal gücümü ve kalemimi adadığım projeden daha eski olmasına rağmen onun temeli olan SKvKC var. SKvKC, başından beri bütünlük içinde yazıldı, bölümlere ayrılamaz. Ayrılsa bile saçma durur. Bölümleri nereden kesebileceğimden emin değilim. Tabii yayınlamadan önce onu bir kez daha gözden geçirip muhtemelen üçüncü kez yeniden yazmam gerekecek ama yine de... Son sorun olarak da BuyMeACoffee'nin bana ne kadar hareket alanı açacağından emin değilim. Hani bir MS Word kadar özgürlüğüm olmayacaksa direkt PDF'e çevirip alttaki imzamsı şeyin altına link koymak daha mantıklı olur (bu fikir de yeni aklıma geldi, yazmadan önce hiç düşünmemiştim).

Tabii bir de geçen yazıda tamamen umutsuzdum, hayatımın sonuna kadar sülük olarak yaşamayı kabullenmiştim ama amaç duygusunun geri gelmesiyle lanet olası idealler, dünyanın en sikik duygusu olan umut ve hayatımı göz göre göre mahvetmem konusundaki en büyük itici güç olan "romantizm" de geri döndü. Romantizmden bahsettiğimde modern değil klasik anlamını kullandığımı, bunu "romantik komedi" gibi tür adlarını kullanmak dışında neredeyse hep yaptığımı tekrar açıklamam gerek yok sanırım. Daha da kesmediyse: https://eksiseyler.com/sanildigi-gibi-mum-ve-sarapla-alakali-olmayan-esasli-bir-sanat-akimi-romantizm. Hatta: https://tr.wikipedia.org/wiki/Romantizm. Bir de hazır romantizm demişken, "romantizm" derken tam olarak ne kastettiğimi ironik biçimde kendisi bir romantik komedi olan (yani klasik romantizmle neredeyse hiçbir alakası bulunmayan) ve Türkçe çevirisi aslında devam edecekken hükümetin yine iğneyi kendine, çuvaldızı Discord'a batırması sonucu yarım kalmak zorunda kalmış olan Houkago Kitaku Biyori'yi okuyarak anlayabilirsiniz.

Ha bak şimdi aklıma geldi, BuyMeACoffee'yi bir süre boşlamıştım (Çünkü bir haftalığına İstanbul'a gitmem gerekiyordu ve orada internet erişimim yok. Şaka gibi amk. Ama gerçek. Ve hiç komik değil.) ama yazıları olmasa bile fotoğraftır, bir ihtimal çizimdir falan oraya atmaya devam edeceğim (ama düzenli atar mıyım onu bilemiyorum).

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da kullanıyor. Ha bir de şöyle bir çabası var, ilginizi çekerse: buymeacoffee.com/xayali (ve https://panel.roniapp.com/invitesignup/MTU0NTAz)

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Halihazırda aldıysanız, düzeltme işini yaptıktan sonra bir şeyler ayarlayacağım. Eposta atın.)

22 Kasım 2024 Cuma

Bitti, Bırakıyorum... ha bir de Kitap Mitap (Daha Çok "Mitap")

Youtube'da bir düzen oturtmuşken Kick'e dönmek için içinden geçtim, Kick'te azıcık etkileşim aldıktan sonraki hafta da (içinde bulunduğumuz hafta oluyor) yayın açmadım. Neden? Canım istemedi. Bir de zaten kolay olmasını beklemiyordum (çünkü hayat kolay bir şey değildir, örneğin sadece bir asır önce su içebilmek için bile çok fazla çaba harcamak gerekiyordu ve bazı coğrafyalarda günümüzde bile böyle; ayrıca bugüne bugün rast giden, zorluk çıkarmadan hallolan tek bir işim olmadı) ama beklediğim yerlerden değil, hiç beklemediğim yerlerden vuruldum. Gerçi Kick/Twitch için apayrı bir planım var ama hiç de gerçekçi bir plan olmadığının fazlasıyla farkındayım. Bir de gerek sonbahar gerek aile evinde tıkılı kalmanın asla pek sağlam olmamış olan psikolojimi iyice aşağı çekmesi gerek ülkenin hâli (ve ülkenin hâlinin attan düşmüşten beter olması nedeniyle pek fark edemesek de tüm dünyanın 2012'den beri saçma sapan bir yere sürüklenişi -hani diyorum acaba "2012'de kıyamet kopacak" diyenler haklı mıydı, bitirdik de okeye mi dönüyoruz, sonuçta "kıyamet"in yıllar süren bir süreç olmayacağını kimse söylemedi-) gerek kendi hâlim (iş güç yok, para yok, sevgili... hiç olmadı ki) nedeniyle yataktan çıkmak için bir motivasyon bulamadığım zamanlar olduğundan (Youtube'da düzen oturtacağız diye haftada üç günlük motivasyonum vardı, o da kendi duyamadığım ve duymamak için odamda havuzlara koyulan fıskiyelerden bir tanesiyle yaşadığım "çevre seslerini" kayda ekleyen kulaklığın öncülüğünde bitirildi) Kick'miş, Youtube'muş -tabii bahsettiğim, muhtemelen asla gerçekleşmeyecek plan dışında- bırakıyorum (belki bir gün kafam atar da tekrar dönerim ama bu kez sırf zevk için yaparım). Sadece ailemin parasını sömürerek tüm gün okuyacağım, yazacağım, izleyeceğim, oynayacağım ve aylaklık edeceğim. Bana sülük olmaktan başka şans sunmazsınız, sülük olduğumdan şikayet etmemelisiniz. Ve iş gerçekten bir şey yapmak zorunda olduğum noktaya gelince de... Eh, o zaman mecburen bir şeyler yapacağım. O değil de motor ehliyetim olsa kuryelik yapardım, hiç olmazsa birilerinin işine yarardım ama motoru bırak, bana araba ehliyeti bile vermiyorlar (nedeninden bahsetmek istemiyorum).

Bir de geçenki yazıda kitaplar hakkında bir şeyler demiştim ama iki noktayı kaçırmışım.

1. O geri zekalı editöre göndermek için bir kopyaya ihtiyacım var. Niye göndereceğim? İntikam isteği. Hayatımda pürüzsüz giden tek şey Ejderin Mührü'nün yayımlanmasıydı ve hiç var olmasam herkesin daha mutlu olacağı şu sikik hayatımda elde ettiğim tek başarı da işi yazdıklarımı düzeltmek olduğu hâlde bozan, karakterin düşüncesiyle yazarın düşüncesi arasında bile ayrım yapamayacak kadar spekülatif kurgunun ne olduğundan bihaber bir editör tarafından elimden alındı. Hayatımda en yolunda giden şey, işte bu kadar yolunda gidiyor. Sonra "abartıyorsun" oluyor. Bu durum başına gelen kaç kişi var da abartıyorum amına koyayım?

2. Bu kitapları e-kitap olarak yayımlatma işine hiç bakmadım bile. O biraz daha kolay olabilir. Gerçi hâlâ salak editöre göndermek için bir kopyaya ihtiyacım var ama e-kitap olarak yayınlanırsa kendim sadece elimde tutmak ve ona göndermek için az sayıda bastırıp* link falan koyabilirim.

*Kitabı tamamen bu şekilde gerçek bir "kendiliğinden yayıncılık" işine sokmamın önündeki ilk engel bazı izinler almak gerekmesi ama o izinleri almak çok da zor değil, ikinci engelse kitabı burada pazarlamam gerekeceği gerçeği ve eğer kendimi/işimi pazarlayabilseydim zaten şu an bu hâlde olmazdım. Ayrıca sanatın "sektör" olarak tanımlanmaması gerektiğine inanıyorum (Bu sikik Fi hep başımı derde sokuyor... keşke Fe dom bir normie olsaydım.), o yüzden şansım olsa bile pazarlamazdım. Telif hakkı bir şeydir, herkesin eserini kafalarına göre mahveden birilerinden korumaya hakkı olmalıdır (Mesela Tolkien yaşasa Galadriel'in kulağını kontrol etmeye kim cüret edebilirdi? Amına koyayım elf dediğin -mecazi/ruhani anlamda- parlar ulan, gördüğün anda "Aha elf bu." dersin. Kulakla mulakla olmaz o işler. Tabii dizi ekibinin bunun asla farkında olmadığı, olsa da umursamadığı elflere insan muamelesi yapmalarından belli.) ama iş pazarlama, kazanç gibi şeylere geldiğinde işler değişir. Sanat sanat içindir, para için değildir. Ha "Sanattan para kazanılamaz mı?" Kazanılabilir tabii ama para kazanmak için sanat yapılmaz; çünkü o artık sanat olmaz. Örneğin sinema "7. sanat" olarak adlandırılır. Peki gişe filmlerinden kaçına gerçekten "sanat" diyebiliriz? Bu konudaki düşüncelerimi daha iyi anlamak için Filmograf'ın "Neden Efsane? Ruhların Kaçışı" videosunu izleyebilirsiniz bu arada. O videonun "Sinema sanat mıdır?" diye başlayan kısmı, gişe filmleriyle ilgili düşüncelerimi büyük oranda anlatıyor (gerçi ben gişe filmlerini hor görme eğilimindeyim ve zanaata da zaanatkara da saygım sonsuzdur, bu nedenle ne demek istediğimi tam olarak anlatsa da düşüncelerimi pek de yansıttığını söyleyemem).

Gerçi birkaç tuval alıp hepsine tek bir boyayla "ufukta kaybolan" bir çizdikten sonra bir "modern sanat" galerisi açıp parayı kırabilirim ("Şimdi bu mavi olan neyi temsil ediyor?" "Umudu." "Kırmızı?" "Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu." "Sarı?" "Maneviyatı." "Yeşil?" "Doğanın insan üstündeki..." Türkçede biz buna "osur osur ipe diz" diyoruz. Nasılsa sorgulayan yok amk, ezkaza bir tane çıkarsa da "Sen ne anlarsın?" diye cahil cühela muamelesi görüyor. Halbuki o tabloların hepsinin anlamı aynı, o da şu: "Burada yolunacak çok kaz var dediler. Eee, kimden başlayayım?"). Bunun önündeki en önemli engel, galeri açmanın halihazırda pahalı olması ve böyle bir organizasyona girişince işin içine şaraptır, kanepedir sokuşturmak gerekliliği (Evet biraz klişe ama halk bunu istiyor, ben ne yapayım? Klişe olmayan adamın hiçbir sanatsal değeri olmayan saçmalıkların önünde derin düşüncelere dalmış gibi görünmekle ne işi olur?). "Az önce ne diyordun, şimdi ne diyorsun?" diye sorabilirsiniz tabii, hakkınızdır; ama kaçırdığınız bir nokta var: Modern sanat, sanat değildir, sadece sanatın ne olduğunu pek de anlayamamış vizyonsuz zenginleri* yolmak için icat edilmiş "elegant" bir dolandırıcılık sistemidir. Bak yukarıda gişe filmlerinden bahsettim ya? Bir de "Fransız sanat filmi" diye bir mevhum var. Anlamı olmayan, yönetmenin rastgele sahneleri art arda dizmesinden ibaret filmler (her "düzensiz" film de böyle değil tabii ama hangi filmlerden bahsettiğimi anladığınızı sanıyorum). Bunlar illaki de Fransız yapımı olmak zorunda değil ama nedense böyle bir kalıp oluşmuş. Resim-sinema özdeşliğinden gidersek gişe filmi "shounen" mangadır, Fransız sanat (!) filmi de modern "sanat"tır. Arada da işte Rönesans sanatçıları (bunlar genelde ressam-heykeltıraş-biliminsanı-filozof hepsi bir arada olduğundan ayrıca saygıyı hak ettiklerini de belirtmek isterim), Picasso, Shirahama Kamome, Anno Hideaki, Wachowski kardeşler, Jaco Van Dormael, Christopher Nolan falan gibi gerçek sanatçılar var. Bu arada hiç müzisyen veya yazar örneği vermediğimi fark etmiş olabilirsiniz. Niye vermedim? Çünkü konuya film-resim ekseninden yaklaştık da o yüzden. Kendi kitap yayımlatmış biri olarak sizce edebiyatı** sanata dahil etmemem olası mı amk?

*Vizyonsuz zenginler beni kızdırıyor. Fakirin, orta hâllinin, memurun vs. vizyonsuzuna "Görmemiş ki, dünyası dar. Ne bilsin? Kendini geliştirmekten önce aç karnını doyurması gerekiyor (bkz. Maslow piramidi)." diyebiliyorsun ama zenginin, hele de kendi (çabasıyla) zenginleşmeyip zaten zengin olan bir aileye doğan birinin vizyonsuz olmak için hiçbir bahanesi yok. Tamamen kendi hıyarlığı.

**Bak oraya girince de "shounen" mangayla gişe filminin yanına Twilight falan gibi şeyleri ve kişisel gelişim kitaplarını sıkıştırabiliriz, müziğe gelince de keko "rap"i.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da kullanıyor. Ha bir de şöyle bir çabası var, ilginizi çekerse: buymeacoffee.com/xayali (ve https://panel.roniapp.com/invitesignup/MTU0NTAz)

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Halihazırda aldıysanız, düzeltme işini yaptıktan sonra bir şeyler ayarlayacağım. Eposta atın.)

14 Kasım 2024 Perşembe

Durum Raporu: Hayatın Saçma Sapan Zorlukları, Amerikan Seçimleri ve Yeni Yıl Kararları (Kasım Ayındayız Lan! Aralığı Bekleyemedin mi?)

Hayat önüme saçma sapan zorluklar çıkarmaya devam ediyor. Gündemin yoğunluğundan başımı kaldırabildiğimde -ki şu günlerde bu, hiç de kolay değil- kendimi iğrenç bir komedi dizisinin başkarakteri olarak görüyorum. Mahvolmuş ve aile evinde kalarak her geçen gün daha da mahvolan zihnimi biraz olsun korumanın yollarından biri. Sorun şu ki komik değil. Ben hiç gülmüyorum. Belki bilmiyorsunuzdur, Kick'te yayın açmaya başladım ben. Ama 3 mbps "upload" hızı yüzünden kasıyordu. Sonra "Tamam ulan, Kick gibi nispeten yeni bir platformda tutunmak daha kolaydı ama elimizdeki bu, ne yapalım?" diye Youtube'a döndüm. Kick'te 4 takipçi, Youtube'da tek bir abone olduğu -ve o da videoları izlemeye üşendiği- için bir yöntem aradım. 720p'ye düşürdüm, kasmadan güzel bir yayın yaptım. Ama programa uyamadım. Çarşamba günü de yayın yapmam lazımdı, yapamadım. Niye? Babam gecenin üçüne kadar uyumak bilmedi de ondan. Hayır hadi ben gececil bir canlıyım, sana ne oluyor? Haftaya (ya da sonraki hafta) da bir iş için İstanbul'a gideceğim, yine yayın aksayacak. Bu şekilde değil Kick'te, malum bir partinin gençlik kollarında bile tutunup ilerleyemezsin amk. Hayır "Sonrasında düzenli yayın yapacağım." diyeceğim ama aile evinde düzenli yayın yapmak imkansız. Çünkü pezevenk müteahhit duvarı nasıl inşa ettiyse televizyonun sesi benim odama salondan daha iyi yayılıyor. Bu yüzden garip bir fıskiyem var, hem televizyon sesini hem müezzin olduğunu iddia eden kargayı bastırıp odada camı çerçeveyi indirmeden hayatıma devam edebileyim diye. Eh ama o fıskiye, aynı zamanda o fıskiyeyi kapatmadan (yani ailem yatıp uyumadan) yayın da yapamayacağım video da çekemeyeceğim anlamına geliyor. Birkaç video çektim ama fıskiye açıkken bile arka planda televizyonun sesleri duyuluyor. Ben kendi kulağımla duymuyorum ama yavşak kulaklık duyuyor, bir de algılayıp "Bu da ses." diye kayda ekliyor. Göt. Neyse, öyle yani. Özetle şuralara bir gelip bakın:

buymeacoffee.com/xayali (özellikle galeri kısmına)

kick.com/xyaalii

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

https://panel.roniapp.com/invitesignup/MTU0NTAz

Amerikan seçimleri neydi lan öyle? Bu arada "Amerikan seçimlerinden sana/bize ne amk?"çı cahiller bir siktirip giderek "globalleşme" kavramı ve NATO neymiş öğreniversin çünkü  Kuzey Kore'de yaşamadığın sürece, hele de -her ne kadar içeride gerçek bir müttefikten yoksun olsan da- NATO ülkesiysen Amerika'da yaprak oynasa seni etkiliyor. Hatta Kuzey Kore'de yaşasan bile aslında etkileniyorsun, sadece Kim Jong-un sağ olsun haberin olmuyor. Ha ama bak "Ulan kim kazanırsa kazansın mızrak zaten bizim götümüze girecek. Amerikan seçimlerinden bize ne?" derseniz o zaman hak veririm. Amerikan seçimlerinde şunu görmüş olduk ki Almanlar değil ama Amerikalılar gerçekten bizi kıskanıyormuş lan. O'l'm bizdeki 2023 seçimlerini adım adım takip etti adamlar. Sonrasındaki tepkileri bile aynıydı. Ha onlar sömürge valisi yerine her ne kadar ayarsız ve dengesiz de olsa dünyayı şu sikik SJW teröründen kurtarma potansiyeli olan birini seçtiler, bir de utanmadan hâlâ şikayet ediyorlar, öyle kritik bir fark var. Sol liberallerin akılsızlıkları bitmiyor*, İran'da mollaların yönetime gelince ilk iş olarak solcuları asmasından da hiç ders çıkarmamışlar. Niye? Sol liberal tarih bilmez de ondan. Olsa zaten ya düz solcu olup emek piyasasından bahseder, işçi haklarını savunur (özellikle Türkiye'de adı konulmamış bir kölelik düzeni varken ve bu kölelik düzeninin en önemli ayağı "din kardeşlerimiz" ayağına millete kaktırılmış sayısı belirsiz çöl kaçkınıyken) ya düz liberal olup özgürlükten, insan haklarından bahseder (yine kölelik düzeni konusuna dönüyoruz) ya da başka bir şey olurdu, ne idiği belirsiz saçma sapan bir şey olmazdı.

*Gerçi adamlar da haklı, SJW terörü biterse mamaları kesilecek, piyasa işlerini beğenmeyen herkesi "homofobik ırkçı kadın düşmanı yobaz pislik" ilan eden beceriksizlerin elinden kurtulacak ve eskisi gibi güzel işler güzel, kötü işler kötü kabul edilecek. Mizah ve sanat yeniden özgür olacak.

Ayrıca birkaç karar aldım. Nedir? Şudur: Bu yılın sonuna kadar romanlarımı (en azından Ejderin Mührü'nün düzeltilmiş ve yenilenmiş ikinci sürümünü) yayımlatmak (veya en azından tefrika etmek -ki "tefrika" kelimesi de tıpkı "kanonik" gibi bayıldığım kelimelerden biri-) için bir fırsat bulamazsam BuyMeACoffee'de tefrika edeceğim. Neden?

1. Türk yayınevleri yamyam.

1,5. Yamyam olmalarının yanı sıra yerli fantastik yazarlara verdikleri değer sıfırın altında.

2. Yazmayı bir para kazanma aracı olarak görmüyorum, genel olarak "sanat, sanat içindir" anlayışındayım. Zaten yazarak para kazanmak istesem birbirinin aynısı olan milyar kişisel gelişim kitabından birkaç tane de ben yazıp paranın "yanına" koyardım ama ben iflah olmaz bir romantiğim (Romantizm dediğim mum, şarap, gül vesaire değil, "klasik romantizm" yani "insanın yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı duran bir akım". Babası da Victor Hugo.), "kişisel gelişim kitabı" kavramının kendisi midemi bulandırıyor (işte bunlar hep Fi fonksiyonu). Çünkü: https://eksiseyler.com/neyi-degistirdigi-mechul-olan-tartismali-yayinlar-kisisel-gelisim-kitaplari ve https://eksiseyler.com/travmalarina-kisisel-gelisim-kitaplariyla-cozum-arayanlar-neden-basarisiz-oluyor, hatta: https://eksiseyler.com/kisisel-gelisime-tapan-dusuk-maasli-plaza-calisani. Yani özetle dolandırıcılık ve umut tacirliği yapacağıma edebimle (ve edebî kaygılarımla) sürünürüm, daha iyi (hop, döndük mü yine klasik romantizm konusuna).

3. Yazmayı bir para kazanma aracı olarak görmüyorum. Peki niye yazıyorum?

A. Hayatta kalabilmek için. Darmadağınık düşüncelerimi toparlamaya yardımcı oluyor.

B. Birileri okusun diye. Sonuçta okunmasını istemesem roman, blog vs. değil, günlük yazardım veya yazdıklarımı yazdıktan hemen sonra yakardım.

Bu arada RoniApp'ten de biraz şikayet edeceğim çünkü bana devamlı "Eve asıl gelir getiren kişi siz misiniz?", "O zaman o kişinin mesleği ne?" gibi sorular sorup sonra "Ya bu ankete uygun değilmişsin, al sana katılım için 5 kuruş." diyen anketler çıkarıyor. Hayır bütün bu bilgileri daha kaydolurken vermemi geçtim, "eve esas gelir getiren kişi" olsam 30 TL (1 dolar etmiyor lan) kazanayım diye anket çözmekten medet umar mıyım amk? O şartlara uysam zaten sitenizde/uygulamanızda işim ne? Umurumda olmazsınız.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şunlara bir bakmanızı rica ediyor:

buymeacoffee.com/xayali

kick.com/xyaalii

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

https://panel.roniapp.com/invitesignup/MTU0NTAz

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

18 Ekim 2024 Cuma

Sezon Başı Anime Şeysi (Ney"s"i?)

Nageki no Bourei wa Intai shitai'ın konusu biraz "Amaaan..." dedirtmişti ama çok eğlenceli lan. Herif yanlışlıkla level 8 olmuş -ki en yüksek ekibin leveli 7- amk ksdndksdl. Ama her ne kadar MC'nin siyahlı kızın aşkını hiç sallamaması komik olsa da aynı sebepten elemana biraz gıcık olmadım değil.

Rekiaku'yu izliyorum, eğlenceli de ama şu histen kurtulamıyorum: "Ulan biz bu animeyi çok değil, iki sezon önce izledik zaten?" Başkarakterin direkt Yumiella Dolkness (siyah saç + kara büyü, hatta animedeki okul kıyafeti bile o animedekiyle neredeyse aynı) olması da bu histe etkili tabii. Gerçi Akuyaku Reijou Level 99 gibi başladı ama her an HameFura'ya bağlayabilecekmiş gibi görünüyor. Yani sonuç olarak orijinallikten daha uzak olan çok az seri gördüm ama eğlenceli olduğu sürece izleyeceğim. Ve ilk bölüm bitmeden HameFura'ya bağladı bile. Şimdi otome oyunundaki MC'nin de Alicia'ya âşık olup hikayenin komple HameFura'ya dönüşmesini bekliyorum. Gerçi başkarakterin hikayeye 7 yaşında başlaması biraz garip oldu, özellikle de tüm erkek karakterler en az iki katı yaştaymış gibi görünüp bizimkine asılmakla hiçbir problemleri olmadığından. Bir "Ne?" diye kalıyorsun. O değil de Liz'in de gelmesiyle galiba tam HameFura'ya bağlayacak ama ben bu başkarakter diğerleriyle olan yaş farkıyla nasıl oyunun ana kötüsü olabildi, asıl onu merak ediyorum. Okul kaç yıl sürüyor lan o evrende? Neyse, ona da bir açıklama getirdiler sonuç olarak ama yine de şu yaş farkı saçmalığına girişmeseler iyiydi. Hayır hikayeye de en ufak bir katkısı yok.

O değil de Re:Zero'nun yeni sezonu çok hoş başladı. Anastasia'nın bunları Japon atasının kurduğu şehre götürdüğü ark galiba. Yani anime tekrar "Ne oluyor amk? Oha o da mı öldü! Lan, lan... Subaru nasıl öldü şimdi?" döngüsüne girmeden bir önceki "rahatlatıcı" ve yeni karakterleri, önemli olayları vs. tanıtıcı ark. Aradaki çoğu sezonu izlemedim -kısmen üşengeçlikten, kısmen de o kısımların zaten novelini okumuş olduğumdan- o yüzden hikayede tam neredeler onu tespit edemiyorum. Bu sezonu izleme sebebim de novelin Türkçe çevirisinin uzun zaman önce duraklatılmış olması (gerçi geri başlamış da olabilir ama kaçta kaldığımı da hiç hatırlamadığımdan... yani...), yani belli bir kısımdan sonrası hakkında benim de hiçbir fikrim yok. Bu arada evet, tam olarak o şehirmiş ama adını unuttuğumdan sanki azıcık spo vermiş gibi oldum. Bölüm 1.30 saat, koymuşlardır herhalde. Koymadılarsa da zaten bu aslında "lore" bilgisi değil, sadece fanon. Bu arada evet, tamam, bu bölümden bahsettiler. Rahatladım. "Boş konuşmacı" Regulus da geldi... Biz animede çoktan görmemiş miydik la bunu? Bu kadar geç mi geliyordu? O değil de Sirius amma boş yaptı ya. Bunun konuşmasına zor dayandıysam Regulus'un sahnelerinde havale geçireceğim herhalde. Zaten noveli okurken de Regulus konuşurken telefonu fırlatıp atasım geliyordu. Bir de Emilia'nın memeler ne öyle, kafam kadar çizmişsiniz? Bu ne gereksiz bir ekleme aq? Novelde (en azından WN'de) boyutlar Rem>Emilia>Ram şeklinde bu arada ama animatörler Emilia'ya anlamsız bir "buff" vermiş. Hayranların %90'ı Remci ve bu sezon Rem neredeyse görünmüyor, göründüğünde de zaten baygın diye herhalde. Çünkü anlamsız değişiklik için bulabildiğim tek mantıklı açıklama bu.

Ao no Hako da spor animesi sevmememden mütevellit biraz önyargılı yaklaştığım bir seriydi ama romantik komedi sonuçta. O sikik taglar yanılttı ama beni. Türkanime'de spor var, romantizm var, komedi? Taglara koymamışlar. MAL'da desen yine aynı. Benim de romantik dram animeleriyle pek parlak bir geçmişim yok. Bu arada arkadaşının MC'nin yüzüne acı gerçekleri yüz ifadesi değişmeden çarpması ljsdnl. Muhtemelen -yalnızlığımdan dolayı bazı krizlere girmek pahasına- izlerim ama yine de 3-5 bölüm sonra karar vereceğim. Evet, "bir tanıdığımızla kalacağım" cümlesini duyduğum anda izlemeye karar verdim. Çünkü o tanıdığın kim olduğu gayet bariz, ki bölüm bitmeden de görürüz diye düşünüyorum. Ve evet, böyle olacağı belliydi. Başka türlü olduğu kurgu âleminde görülmüş mü aq? Ama ayrıca kesin izleyeceğim anlamına da geliyor.

Acro Trip. Kalite namına hiçbir şeye sahip olmayan D-sınıfı ("dandik" anlamında jasnolsd) "mahou shoujo". Bayılırım. Gerçi beni daha çok başkarakterin sessiz sakin duruşu çekti ama olsun. Ve o duruşunu büyülü kız için bozduğu sahne de muhteşemdi. Çok eğleniyorum lan lkswaml. Bu arada başkarakterle "çilek kızın" ilk karşılaşmasını gördüğüm anda bunun "ecchi olmayan Mahou Shoujo ni Akogarete" olma ihtimalini düşündüm ve anime de sağ olsun beni yanıltmayıp son hızda o ihtimale doğru gidiyor. Sorun değil gerçi, hatta sıradan bir mahou shoujo serisi olmasından daha iyi karşılarım. Mazoşist kötü adam da çok iyiymiş jkskenskelefs.

Loner Life in Another World'ün mangasını okuyordum ve animesini tabii ki izleyeceğim. Gerçi böyle dedim ama Isekai Nonbiri Nouka gibi bir fiyaskoyla karşılaşırsam direkt bırakırım. İlk bölüm gayet iyiydi, böyle devam ederse süper olacak. Ve sonunda... Sonunda doğru düzgün bir uyarlama! Kafasına göre sahne atan senaristlerden bıkmıştım lan.* Çok iyi geldi. 

*Uzumaki'de de Kirie'nin mallıklarını komple animeden çıkarmışlar mesela. Mangada sevgilisi bin defa "Bak bu sikik kasabada anormal şeyler oluyor, tamam kasabadan çıkmayınca fark etmek zor ama gel kaçalım." dediği hâlde "Bi' şey olmaz yea..." kafasında takılıyordu. Daha ilk bölümde eleman "Bu şehir sarmallar tarafından ele geçirilmiş." dedikten sonra Kirie'nin -kanalizasyon borusundaki girdapları göre göre- "Bence abartıyorsun" demesinin animeye koyulmamasından böyle olacağı belliydi. Hatta mangada bir kısımdan sonra kasaba halkının her şey normalmiş gibi davranmasına katlanamayıp "Ya bir gidin ya, başınıza ne gelirse müstahak..." gibi bir kafaya girmemek için özel çaba harcamak gerekiyor.

NegaPosi Angler çok güzel başladı. Bu arada taglarda sadece dram var ama komedram bu, hatta direkt kara komedi. Ya da ben kara mizah gruplarında takıla takıla kafayı yedim, hayatım da bok gibi olduğundan artık önüme gelen neredeyse her şeyi taşağa vuruyorum, o da olabilir. Bu arada evet, kesinlikle komedram. Orijinal anime, MAL'da dram da dahil hiçbir tagı yok. Birkaç güne eklenir oraya "drama, comedy" diye. Adındaki "negative, positive"den de belli zaten. Bu arada farklı bir anlamı var mı bilmiyorum ama "angler" fener balığı demek. Bir balıkçılık animesi için -başka bir anlamı daha olsa bile, ki olup olmadığına şimdi bakacağım- çok hoş bir seçim. Farklı bir anlamı daha varsa iki katı hoş bir seçim çünkü bir nevi tevriye yapmış oluyorlar. "Olta balıkçılığı" anlamı da varmış bu arada, ki bu kesinlikle ad konusundaki tüm övgülerimi geri çektiriyor. O değil de son yıllarda tekrar orijinal animeler moda oldu, uzun zamandır LN uyarlaması dışında pek bir şey görülmüyordu ama geçen Pon no Michi vardı (Bu arada bu animeyi izleyince fark ettim ki mahjong okeymiş, daha doğrusu okey mahjongmuş. Garip...), bu sezon da bu var. Orijinal animelerin bir zararı da önceden duyurulmadıkça -hatta bazen duyurulsa bile- teması, konusu, etiketleri vs. için bitmesini olmasa bile en azından yarısına gelmesini beklemek zorunda kalmanız. Bu arada nerede balıkçılık animesi bulsam izliyorum ve iki temel sebebi var: İlki, balıkçılık animelerinin sayısının çok az olması -ki bu durum aslında mantıkla açıklanabiliyor, Yuru Camp'in tek ünlü kampçılık animesi olmasıyla ve hiç akvaryumculuk/akvaristlik animesi (Shiroi Suna no Aquatope sayılmaz, o şehir akvaryumunu konu alıyor. Ben daha küçük çaplı ve tropikal şeylerden bahsediyorum. Ama Shiroi Suna no Aquatope da zaten tek bir örnek, ikincisi yok dikkat ettiyseniz.) olmamasıyla tamamen aynı sebepten bu durum yaşanıyor- ikincisi de birçok sebepten sık sık yapmasam da benim de balık tutmaktan hoşlanıyor olmam.

Sword Art Online Alternative: Gun Gale Online orijinal SAO'dan daha iyi (en azından yazarın tecavüz fetişine maruz kalmıyoruz), kapışırsa anca ilk sezonun ilk yarısı Alternative'le kapışır, o kadar. Gerisi zaten çöp. Alternative'in ikinci sezonunun çıkması da bunu kanıtlıyor.

Dandadan. Yine nevi şahsına münhasır (Türkçe: türü kendine özgü, yani türünün tek örneği, başka bir deyişle "numunelik") Japon psikopatlığının güzide örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. "Gintama biraz fazla abartılırsa ne olur?" sorusunun cevabı gibi anime aq awjbjsm. Muhtemelen izleyeceğim ama yine de 3. bölümden önce karar vermeyeceğim.

Amagami-san Chi no Enmusubi klasik "Yeni taşındığım yerde meğerse X kız/oğlan da yaşıyormuş, hepsi de nedense* daha ilk bölümden bana âşık oldu. (X=1'den daha büyük olan herhangi bir doğal sayı ama 3-5 olma olasılığı %90, direkt 3 olma olasılığı %99)" serisi. Bunlardan çok bir şey beklememek lazım. Ama hepsini de izliyorum. Sonuçta yapacak daha iyi bir işim yok. Ayrıca miko sevdam hakkında konuşmak istemiyorum (Ayrıntı isteyen Ejderin Mührü'nü okuyabilir. Tabii düzeltilmiş ve yenilenmiş versiyonunu yayımladıktan sonra. O zamana kadar blogdaki yarım ve hikaye iskeletiyle temel olay akışı büyük oranda aynı kalmış olsa da birçok kısmı da roman versiyonunda değiştirilmiş netrom versiyonuyla idare edebilirsiniz.). O değil de 2009/2010 yapımı bir ecchi-komedi izliyormuş gibi hissediyorum lan ssnnls. Çok eğlenceli. Gerçi tamamen böyle devam ederse ne kadar katlanılabilir olur emin değilim; herkesin pek bir sevdiği Seto no Hanayome'ye beş bölüm bile dayanamamıştım, Megami no Café Terrace'ın da ilk sezonunu zar zor bitirip ikinci sezona "Niye ikinci sezon yaptınız ki aq? Hakikatten bu kadar tuttu mu bu?" tepkisi verdikten sonra üçüncü bölümde "Ya bir s... git ya!" deyip kapatmıştım. Gerçi geçen kötü CGI'lı Mirai Nikki'den başka bir şey olmayan Kamierabi'nin ikinci sezonunun çıktığını görüp daha da şaşırdım. Bu arada Mirai Nikki bugün çıksa küfür yerdi. Sırf eski olması -ve yandere olarak bilinen karakter arketipini kodlaması- nedeniyle hâlâ konuşuluyor, biliniyor ve övülüyor. Amagami-san Chi no Enmusubi'ye dönersek hikayenin Kyoto'da geçmesine de hiç şaşırmadım. İşin içinde miko varsa mekan Kyoto'dur arkadaş. Tokyo'da Şinto tapınağı yok (!) çünkü (Bir de sanki kendisi de miko karakterini Kyotolu yazmamış gibi konuşuyor ya...). Gerçi genel olarak baktığımızda Animerando'da Tokyo'ya daha çok onmyoujiler bakıyormuş gibi bir durum var. Hani "Şintoistler siz Kyoto'yu alın, Taoistler de Tokyo'yu alsın. Budist sen dur şimdi durduğun yerde, bir de seninle uğraşmayalım." gibi algılanıyor dışarıdan bakan biri için. O değil de herife bak, üç tane tanrıçayla tanıştı (biri de tsundere), hâlâ diyor ki "Tapınak, omamori falan bunlar boş iş yea..." Pezevenk! Neyse, sakinim. 26 yıldır yalnız olmanın böyle zararları var. 

*Nedense: (erkek karakterler için) Aslında çok iyi biriyim de nezaket işini pek beceremiyorum. Hafif de bir tsunderelik var, biliyo'n mu? Ha bir de aşırı zekiyim, öyle böyle değil. Ülkenin en prestijli üniversitelerinden birine gidiyorum (veya birini hedefliyorum). Yalnız fakirim, en iyi ihtimalle orta hâlliyim, gerçi iş kızlardan birine bir şey almaya gelince para önemli değil ama sonuçta zengin değilim yani. Zaten zengin olsam niye milletin yanında beleşçilik yapayım aq? Kendime ev tutarım. -Anime Terimleri Sözlüğü, 2024 baskısı (Editör: Erdem Ö. Hayalî). Biriniz de farklı türde bir karakter olun amk! Kadın karakterler biraz daha farklı oluyor ve bu tipte animelerden "reverse harem" olanlar çok az sayıda olmasına rağmen karakterler çok daha çeşitli, hoş onlarda da genelde nezaket+hamaratlık (genelde tsunderemsi bir tomboylukla) öne çıkıyor ama en azından erkek başkarakterler seri üretim gibi değiller.

Kabushiki Gaisha Magi Lumiere ilginç bir anime ve bunu daha izlemeden söylüyorum. Taglarında hem "shounen" hem de "shoujo" olan bir "mahou shoujo" animesini tanımlayabilecek çok da fazla kelime yok zaten: İlginç, garip, tuhaf, enteresan, acayip... Böyle gidiyor. Konuda zaten yazıyordu ama "mahou shoujo"ya şirket yaklaşımı beklediğimden daha eğlenceli. Zaten konuyu olmadık yerinden tutan serilere bir zaafım var. Mesela isekailanmışsın, neredeyse ölümsüzsün; cehennem kurtlarına köpek muamelesi yapacak, kimse korkudan yuvasının yanından geçemediğinden "kapı bekçisi" olarak anılan bir ejderhaya köprü altında köpeköldüren için dilenen şarapçı muamelesi çekecek, şeytan yiyen örümceğe "Zabuton" (yer minderi) adını koyacak, "kan emici prenses" olarak bilinen ve tek rakibi soykırımcı bir melek grubunun lideri olan bir vampirden "Çok sert davranıyorsun!" (tabii o cümlenin başında bulunma hâlindeki gizli bir kelime daha var) diye trip yiyecek kadar güçlüsün (her ne kadar kendin ne kadar güçlü olduğunun pek farkında olmasan da) ama senin tek istediğin çiftçilik yapmak. Sırf amaçları için bile izlenir yani. Hani kötü yaparlarsa da en azından ne yapmamak, nasıl işlememek lazımmış onu görürüz. Ve tabii bunlardan bahsedilmişken şu link de verilmese olmaz: FRP dünyasında üretim süreci. Yalnız gyaru büyülü kız da ayrı güldürüyor ajllmesl.

Kinoko Inu son zamanlarda gördüğüm en şizofrenik anime. Dandadan'dan bile daha uçuk bir kafanın ürünü. Hani ciddi ciddi mangakanın bir Amsterdam gezisinde falan mantar yiyip sonra bu seriyi yazmaya/çizmeye karar verdiğini düşünüyorum. Harbi bayıldım.

"A Terrified Teacher at Ghoul School!" ("youkai" için "ghoul" ne sikik bir çeviri lan... gerçi başka türlü de çevrilemez, yine "ghost"tan falan iyi ama...) çok iyi lan. "Iruma yetişkin olsaydı ne olurdu?" gibi bir fikrin uygulamaya geçirilmişi wksweslleşsd. O değil de bizim MC korkak hadi ama bileğindeki tespihe de mi hiç dikkat etmemiş? Belli ki ailenin bu taraklarda bezi var, sen de ondan koluna Budist tespihi takıyorsun... O değil de adam sırf seifuku fetişi için öğretmen olmuş saabkasö. Hacı tamam seifuku fetişine hak veriyorum da sırf bunun için öğretmen olmak biraz aşırıya kaçmak değil mi? Hayır üniversite falan okuyorsun ya çünkü... Ulan ya... O değil de herif Abe-no-Seimei'in soyundan geliyormuş lan. Tabii öyle demediler, zaten daha ilk bölümden demezler de ama çok belli yani. Gerçi hiç demeyip sırf "dâhi bonusu" için de tutabilirler.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şuna bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

10 Ekim 2024 Perşembe

Durum Raporu: Özgüven ve Discord (Tek Paragraf Gibi Oldu ama Aslında İki...)

"Özgüven" bayağı garip bir kelime esasen. "Özgüven eksikliği" daha da garip bir tanımlama. Neden mi? Çünkü özgüven, adının işaret ettiğinin tam tersi biçimde, dışsal kaynaklıdır. Eğer ailenizden ve yakın çevrenizden güven görmeyip tam aksine güvensizlik gördüyseniz bilinçaltı "Ulan ben güvenilecek insan değilim demek ki..." gibi bir düşünce geliştirip kişiliğin kalanını onun üstüne inşa eder. Bu açıdan travma veya benzer bir durumdan kaynaklanabilecek ve kırk yaşında bile oluşabilecek olan özgüven kaybıyla küçük yaşlardan gelen kronik özgüven eksikliğini de ayırmak gerekli tabii, her ne kadar klinik olarak böyle bir ayrımın var olup olmadığını bilmesem de. Hah neyse, kronik özgüven eksikliği öyle bir şeydir ki dünyaya hâkim olsanız yine özgüven inşa edemezsiniz (bkz. imposter sendromu). En fazla özgüven görünümlü, narsisizm soslu bir kendini koruma kalkanı yapabilirsiniz ama o da bambaşka sorunlara sebep olur. Çocukluktaki yakın çevreden kaynaklanan özgüven eksikliğinden kurtulmanın tek yolu da birinin size güvenmesidir. Onun da işe yarayıp yaramaması, yarasa bile ne kadar yaradığı sizin özgüven eksikliğinizin ve buna neden olan çocukluk (0-5 yaş ama 10-12'ye kadar yolu var) travmalarınızın ne kadar derinde kemikleşmiş, "öz"ünüz tarafından benimsenmiş (Pezevenk iyi şeyi benimsemez ama! Düşmanım mısın ulan sen? Hayatta kalma içgüdüsü böyle bir şey değil aga... Harbi değil.), ağır ve sayıda olduğuna, o size güvenen kişilerin sayısına ve onlara (en azından onlardan birine) karşı ne hissettiğinize vs. göre değişir. İşte o yüzden özgüven garip bir kelime. İnşa için dışsal kaynaklara ihtiyaç duyuyor, "öz"den gelmiyor, hatta "öz"le en ufak bir alakası bile yok. Bu açıdan "kendine güvenmek" her ne kadar lafı uzatmak gibi gelse de aslında özgüvenden çok daha doğru, anlatmak istediğini gerçekten anlatan bir tabir. Misal bir "özsaygı" öyle değil, o gerçekten ve tamamen içten geliyor; ama özgüven dediğim gibi tamamen dışsal kaynaklı bir şey. Dışsal kaynaklı/destekli olmayınca da iyice sapıtıyor, psikiyatri tarafından "narsisizm" olarak adlandırılacak hâle geliyor.

Discord yasaklandı bildiğiniz gibi. Niye? Muhtemelen "dostlar alışverişte görsün" şeyi... İnstagram veya Twitter gibi ülkenin %90'ından fazlası kullanıyor olmadığından, Paypal gibi Discord'a da belirsiz bir zamana kadar elveda diyebiliriz. Amk biri sokakta birini bıçakladı diye ekmek bıçağını yasaklamakla aynı mantık lan bu. Discord'u kapattın, ne oldu? O panelciler bilmem neciler şimdi Telegram'a* veya benim de bilmediğim ama içlerinden birkaçının illa bildiği daha da beter platformlara geçip iyice izini kaybettirmez mi? Eee, olan arkadaşıyla iki el oyun atıp sikik gündemden biraz olsun uzaklaşmaya çalışana oldu (aslında böyle deyince tam da amaçlarına ulaşmışlar gibi geldi ama neyse...). Bu arada bu Discord yasağının da sırf yerli (İnsanı "yerli" ve "milli" kelimelerinden tiksindirdiniz be!) bir alternatifi parlatmak için olduğunu düşünenler de var ve Paypal için de İnstagram için de yasak gelir gelmez alternatifin zaten hazır biçimde piyasaya çıktığını düşününce... O kesimle yatıp kalktığını gizlemeyen bir sahibi olan Exxen varken Netflix nasıl varlığına devam edebiliyor, ben asıl ona şaşırıyorum. Gerçi Acun diğerlerinin çoğu gibi mal olmadığından -daha doğrusu halkı iyi tanıdığından- "Şimdi Netflix'i yasaklayıp sonra bununla çıkarsak ebemizi bellerler. Rica edeceğim dokunmayın, ben hallederim." demiş olabilir. Bir de yine konuyla bağlantılı olarak bir şey daha diyeceğim: Daha önce "incel" ne demek tam anlayamadığımdan bahsetmiştim, bana has bir kafa karışıklığı değilmiş, onu fark etmiş olduk. Hayır çünkü sevgilisi olan/olmuş herif neye göre, hangi tanıma göre incel oluyor (Açılımı bile "isteği dışında bekar" amk, sevgilisi olan/olmuş "incel" mi olur? Oksimoron lan bu.), ben anlamadım gitti. O değil de yıllardır korku filmleri izlerim, psikopat psikopat animeler izlerim (her ne kadar "şekerden yapılmış" serileri daha çok sevsem de), seri katil hikayeleri ("hikaye" dediysem kurgu değil, gerçek seri katillerin gerçek hikayeleri) okurum vs. Gözümü kırpmadan Visitor Q izlemiş adamım, düşünün; ama bu son olayın bırak videosunu izlemeyi, ayrıntılarını okumaya/dinlemeye bile cesaret edemedim. Ha bir de "animeden etkilenmiş yea" diye mal mal konuşanları şunu okumaya (orada bahsedilen "geçen yazı" da bu bu arada), daha da kesmezse Cem Yılmaz'a başvurmaya davet ediyorum. Öyle animeden, oyundan, şundan bundan etkilenip sokakta adam kesilmez. Etkilenilip kesiliyor olsa ben şimdi ya İnterpol tarafından aranıyordum ya da dağ başında elimde mızrakla avlanıyordum. Burada bunu yazdığıma göre ikisi de olmadığını fark etmişsinizdir. Ha sen zaten manyaksındır, kurguda gördüğünü uygulamaya geçirirsin. O kurgunun sorunu değil ki, tamamen senin şahsi sorunun. Hayır bir de bizim TV dizilerinde bu sahnelerin âlâsı yokmuş gibi konuşuyorlar ya, en komik olanı da o. Sen televizyonlarda komediyi pratikte yasak hâle getir, içinde tecavüz ve şiddet olmayan dizi çekme, sonra "Animeden etkilenmiş yea..." he mi? Sizin mallığınızdan etkilenmiş olmasın? Ha bak bir de yok "şeriat olsa böyle olmazdı", işte "Kemalist yasalar yetersiz yea" diye sikik sikik konuşanlar da var, sanki ülkeyi 22 yıldır babam yönetiyor amk. Hayır sen olan yasayı uyguluyor musun da eksik buluyorsun? Hangi yasaya göre aralarında tecavüze yeltenme ve gasp da olan bilmem kaç yüz suç kaydına sahip kişi dışarıda geziyor da "tweet" atan müebbet yiyor mesela? "Kemalist" yasada var mı böyle bir şey? Olan yasayı bir doğru düzgün uygulayın bakalım da eksiği gediği var mı, varsa nerelerinde var ve düzeltmek için ne yapılabilir onu o zaman konuşuruz. "Kemalist yasalar" mı neden oldu 5$ veren herkesin 85 (84,98) milyonun aile sicil no.suna kadar öğrenebilmesine, yoksa sizin şahsi beceriksizliğiniz mi? Bu arada daha önce "bu kadar şey beceriksizle açıklanamaz" demiştim ama mesela bu durum da beceriksizlik dışında bir şeyle açıklanamaz. Çünkü bilinçli yapsan dikkat çekmeyecek sayıda, dikkat çekmeyecek kadar aralarda yaparsın. Burada dümdüz bu ihtimali hiç düşünmemişler, belli yani. Gerçi "Nasılsa ne yaparsak yiyorlar aq..." gibi bir rehavetin ürünü de olabilir; çünkü ben arkamda böyle destekçiler (ve karşımda böyle bir "muhalefet") olsa çoktan tanrılığımı ilan etmiştim amk (gerçi "Allah'ın vasıflarını üstünde toplayan lider" falan olayı da vardı, belki etti de halka açıklama gereği duymadı, bilemeyiz).

*Telegram'ı bilmeyen için şöyle anlatayım: Dolandırıcı, sapık ve kumarbaz yuvası. Bir de kriptocular var tabii. Son olarak da Whatsapp sözleşmesi olayı sırasında geçip geri dönememiş kendi hâlinde garip bir azınlık ve o taraklarda bezi olmasa da internetin bugünkü yankı odasıyla alakası olmayan gerçek/ilk hâlini hatırlıyor olduklarından anonimliğe değer veren, muhtemelen Telegram'da kalanların hepsinden daha eski olan bir topluluk var. Bir de Öcalan'la oturup konuşsan daha az terörize olacağın, Gabar Dağı'ndan (o değil de dağın resmî adı Küpeli Dağ'mış lan, ilk defa duyuyorum) bağlandıklarından ciddi şekilde şüphelendiğim tipler var. Telegram'a bir askerî operasyon çekilse (Sanal askerî operasyon da nasıl olacaksa artık...) PKK da IŞİD de biter amk. Aha bak bu kadar. Başka bir şey yok Telegram'da. Ha yok, yok, bir de ekmeğinde (!) olanlar var: Uyuşturucu ticareti, fuhuş, silah kaçakçılığı, hepsi orada amk. İnfaz videosu satan var lan, "şimdi Deep Web'e kadar uğraşmaya gerek yok, ben buradan hallederim" demiş herif. Bu panel işinin ticareti de büyük oranda Telegram'dan dönüyor zaten. Ben de ne kadar pis şey varsa hâkimim amk, zaten kendimi sevmezdim, bir paragraf yazacağım diye iyice tiksindim. Nereden biliyorum lan ben bunları? Ha tabii hayatında bunlarla işi olmamış biri olan benim bile bildiğimi polis bilmiyorsa/bulamıyorsa zaten kapatsınlar teşkilatı, yerine çay ocağı açsınlar amk. Bak o Discord odaları muhabbeti benim için de -ve bu şeyleri bildiği iyi bildiğim, internetin karanlık yüzüne aşina olan başka birçok kişi için de- şok oldu, dolayısıyla o konunun şimdiye kadar ortaya çıkmamış olmasına laf edemem. Ama çay ocağı lafından önce söylediklerime ederim. Asıl konuya dönersek Telegram'ı bilmeyene şöyle de anlatılabilir bak: İnci Sözlük'ü -ama şimdiki ölü İnci'yi değil, zamanında haber kanallarını trollemişlikleri olan İnci'yi- bildin mi? Hah, onu onla çarpıp üstüne aklına gelen her türlü pisliği boca et. Ne çıktı, 4chan'deki /b/ mi çıktı? Hah, şimdi ondan "para etmeyecek" şeyleri (özellikle de trollüğü) ayıkla, yasal durumu sallantıda olan (hani yasadışı değil ama tam yasal da değil, en güzel örneği kriptopara) ve düpedüz yasadışı olan ne kadar ticaret varsa ekle. İşte sana Telegram.

O değil de özellikle işin içine siyaset girince bazen şanslı olduğumu hissediyorum. Çünkü doğduğum büyüdüğüm ortamda AKP'lisi de var (gün geçtikçe muhalifliğe kayıyor, tabii muhalif dediysem YRP/Saadet vs. tarzında), CHP'lisi de var, MHP'lisi (eskinin MHP'lisi tabii, şimdinin İYİP'lisi/MP'lisi) de var, TKP'lisi de var(dı), muhtemelen bir tek HDP'li yoktu ama HDP sempatizanı var(dı), biliyorum. Bu kadar "çeşitlilik" arasında büyümenin bana katkısı oldu mu? Herhangi bir partinin kemik kitlesinin ("kemik kitle" diyorum bak; ehvenişerden, alternatifsizlikten vs. oy verenleri demiyorum) %80 oranında koyun olduğunu gösterdi. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, ki zaten daha önce de söyledim: Bu ülkede ortalama bir AKP'liyle ortalama bir CHP'li arasında da ortalama bir İslamcıyla ortalama bir solcu arasında da zihniyet açısından en ufak fark yoktur. Birbirlerini yemedikleri zamanı ülkeye zerre katkısı olmayacak, aksine zararı olacak şeyleri birbirlerine rağmen desteklemekle geçirirler (bkz. mülteci mahlaslı kaçak görünümlü işgalciler, asıl garip olan bunlardan kemik kitle içindeki ağır şeriatçılar ve Türklerin aksine bunları köle gibi çalıştırabildiği için varlıklarından memnun olan kodamanlar haricindeki AKP'lilerin de şikayetçi olması). O yüzden bu konulardan bahsederken nereye basmamam (ve tabii yeterince can sıkmak isteyen "gemileri yakmış" bir ruh hâlindeysem basmam) gerektiğini, neyi dersem kimden nasıl linç yiyeceğimi, birçok güruh için "sınır"ın tam olarak neresi olduğunu da iyi biliyorum. Gündemden pek bahsetmek istememe sebebim de aynı zaten; birinin sınırından kaçınmaya çalışırken öbürünün sınırına çarpıyorsun, sonra ikisi de birbiriyle dalaşmayı bırakıp senin üzerine çullanıyor. Sorun çözüldü mü? Kim siker sorunu, hıncımızı çıkarmak daha önemli. Ülkenin içine yarı-zorunlu olarak savrulduğu yankı odası cehennemini de bu yüzden kolayca fark edebiliyorum. Ortalama İslamcıyla ortalama solcuyu birçok konuda anlaştıklarına, anlamsızca fazla sayıda ortak görüşleri olduğuna hayatta ikna edemezsin bu arada. Çünkü herif karşı görüşü hiç duymamış, duysa da dinlememiş ki. Kendi görüşü ona karşı görüş hakkında ne anlattıysa o kadarını biliyor. Halbuki gerçeğin kafasındakiyle alakası yok.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şuna bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

2 Ekim 2024 Çarşamba

Durum Raporu: Kaligrafi vs. TDK, Anime (Aslında Uzumaki, Azıcık da Ririsa), 26 Yıllık Radikal Fikirler

Bak şimdi, TDK kaligrafi (ve eski adı olan, günümüzde kısaca "hat" dediğimiz hüsnühat) için "güzel yazı sanatı" diye bir karşılık veriyor. Bu tanım değil, bayağı "biz kaligrafi/hat için bir ad bulalım; biri Fransızca, öbürü Arapça, böyle olmuyor" diye bulunmuş bir karşılık. Yalnız tek kelimeyi üç kelimelik, tanım benzeri bir ifadeye çevirme dandikliğini yaparken tabii ki kaligraf/hattat için ne diyeceğimizi görmezden gelmişler ("kaligraf" kelimesinin varlığını da kabul etmiyorlar bu arada). Kaligrafiye aslında tanımından (hüsnühatta doğrudan doğruya çevirisinden) ibaret olan "güzel yazı sanatı" adını vermişsin aferin ama bunu yapan sanatçıya (kaligraf/hattat) ne diyeceğiz, "güzel yazı sanatçısı" gibi dandik bir unvana (Bu kelime de TDK'nin garezine uğrayanlardan. Başta ünvandı, sonra unvan oldu, şimdi yine ünvan yapmışlar. Kafanıza göre oynamasanıza lan şu kelimelerle! Canınız mı sıkılıyor?) bizi niye mahkum ediyorsunuz? İlla karşılık bulacaksan tek, olmadı iki kelimelik karşılık bul (bkz. konuya nereden yaklaştığınıza göre bir veya iki kelime olarak sayabileceğiniz, TDK'nin -şimdilik- tek kelime kabul ettiği "bilgisayar"), tanımı neden karşılık diye sunuyorsun?

Uzumaki'nin siyah beyaz olduğunu görünce "Hacı hiç uyarlamasaydınız, gidip mangadan okurduk?" demiştim ama o kasvetli, rahatsız edici, sinir bozucu havayı daha iyi yansıtmış. Renkli olsa bu kadar yansıtamazdı bence. Ama en azından önemli karakterler renklendirilebilirdi diye düşünüyorum, hani Durarara'daki gibi, mesela Kirie malının (Kirie'ye neden mal dediğimi mangayı okuyanlar anladı, animeyi izleyenler de birkaç bölüme anlar) saçları ve kıyafetleri renklendirilebilirdi. Arka plan ve genel çizimler, figüranlar falan siyah-beyaz kalabilirdi, hatta Kirie'nin teni, gözü falan da boyanmayıp sadece kıyafetleri ve/veya saçları boyanabilirdi ama tercih tabii ve vurucu bir tercih. Ha animasyon dandik, bazı kısımlarda bildiğin kukla gösterisi gibi, o ayrı. Daha önce "2.5-jigen no Ririsa'da niye harem tagı var ki aq?" demiştim. 13. bölüm itibarıyla şunda karar kıldım: "Harem"den kastedilen erkek MC'nin değil, Ririsa'nın haremi. "Reverse harem" yani. Gerçi bu animenin durumunda daha çok lez harem. Düzeltiyorum: Lez tsundere harem.

26 yıl boyunca bu ülkede, aklım erdiği zamanlardan beri bu hükümetle yaşamak zaman içinde bazı radikal kararlar geliştirmemi sağladı. Öncelikle "askeri vesayet": Normal şartlara sahip bir ülkede ordunun görevi sadece ülkeyi korumaktır, siyasete karışmaz ama Türkiye gibi (burada gibi kelimesini hangi anlamda istiyorsanız o anlamda alın) ülkelerde askeriye, siyasilerin üstünde Demokles'in kılıcı görevi yapmalıdır ki ülke "din kardeşlerimiz", "ensar-muhacir" vs. adı altında topsuz tüfeksiz işgale uğramasın. İkincisi düşünce özgürlüğü. Düşünce özgürlüğü tanımında bir gariplik var esasen; çünkü bunun düşünebilen insana verilmesi gerekir. Ama son yıllarda (burada da "son yıllar"ı canınızın istediği yıldan itibaren sayabilirsiniz) düşünce özgürlüğü adı altında hayatında bir an bile düşünme ihtiyacı duymamış yüzlerce tipin saçmalamalarına maruz kalıyoruz. Sonra "Devlet fabrika mı açar mk?" konusu. Şimdi şöyle ki sen hard liberal bir ekonomiysen evet, devlet fabrika açmaz tabii ama hard liberal bir ekonomide Paypal da yasaklanmaz (Paypal yasağının bayrak taşıyanı Çin'i hangi parti yönetiyor, bir bakın bence. İpucu: Kısaltması ÇKP.). Devlet fabrika açmazsa ben açayım diyenin önüne de bin türlü engel çıkarıyorsunuz (ha "birtakım tanıdıklarınız" varsa hiçbir engel çıkmıyor, sit alanına bile fabrika kurabiliyorsunuz, o ayrı bir konu), sonra "Ehonomi aslında çoh eyi de dış minnaklar, marketler falan şaapıyo'..." gibi cümle bitmeden kendinizle çelişiyorsunuz. Yani özetle devlet fabrika açar amk. Niye açmasın? Samsung bugünlere devlet desteği olmadan mı geldi sanıyorsunuz? Öyle olsa Kore ordusu için bedavaya tank üretir mi lan adamlar? Samsung'u telefoncu sanan gerizekalı Apple fanboylarla da hiç uğraşamam. Dediklerimi anlayabilecek kadar zeki olsa zaten Apple fanboy olmazdı. Asıl konuya dönersek devletin fabrika açmadığı yerde de özel teşebbüsler engellenmez, herkes kafasına göre şirket kurar, tutan tutar, tutmayan da batar. Buna en güzel örnek de ben de dahil bu ülkenin (ve sadece bu ülkenin de değil, Avrupa dahil dünyanın geri kalanının) %90'ının farklı farklı sebeplerden garip bir imrenme-iğrenme ilişkisi  ("sevgi-nefret ilişkisi" tabirinin nefret kısmı bir bakıma doğru ama sevgi çoğu durumda burada aslolan duyguya pek yakın değil) içinde olduğu ABD'dir. Mark Zuckerberg'e "Ofis sandalyesi alacaksın yalnız. Öyle 'Ben işimi internetten hallediyo'm ya, ne ofisi?' anlamam ben." dense Facebook bugün Facebook olur muydu? Bu arada "Facebook öldü." safsatasına da hiç girmeyin, bir tek bizim ülkede genç ve orta yaşlı normieler için öldü. Kaç tane kara mizah grubunda hâlâ çatır çatır paylaşım yapılıyor, o kapalı gruplarda değilseniz bilemezsiniz tabii. BGY öldü mü sizce amk? Ondan mı "En komik 'tweet'ler" listelerinde mutlaka en az bir BGY paylaşımının ekran alıntısı oluyor? O değil de ben konunun buralara gelmesini beklemiyordum, aslında farklı bir şeyden bahsedecektim. Ne diyecektim lan ben? Hah, hatırladım: Bir de tabii devletin fabrika açmadığı ülkelerde eşek, ne eşeği lan bildiğin fil yüküyle vergi ve haraç (hayır, yanlış yazmadım) da alınmaz. O kadar vergiyle sıfırdan ülke kurulurdu amk, bir zahmet ya girişimcinin önünü ottan boktan vergi alıp tıkama ya da kendin teşebbüslerde bulun. 

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şuna bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

19 Eylül 2024 Perşembe

Shoushimin Series'in Finaline Sövmeye Geldim, Gideceğim...

Shoushimin Series'in finalinden geliyorum: Ben senin yapacağın finali sikeyim... Bu pezevenk (serinin ranobesinin yazarı olacak Honobu Yonezawa) Hyouka'da da aynı boku yedi. Bütün oklar ana çifti göstersin ama finalde bir sik olmasın. Biz bu 10 bölümü (Hyouka'da 12 bölümü) ne bok yemeye izledik lan o zaman? Aga hayır işin içine romantizm sokmayacaksan o zaman romantik altmetin kurma lan! Yürü git dümdüz gizem yap! Üstümüze bir ton "Yapacaklar mı, Yapmayacaklar mı?" atıp sonra "Hani serinin ana karakterleri olan -ve sadece arkadaş olduklarını iddia eden- çift var ya? Onlardan olmadı ya..." diyemezsin amk. Bu resmen kendi hikayeni sabote etmektir. Hayır Hyouka'da en azından belirsiz bitti, bunda -sevgili olmadıkları hâlde- ayrıldılar, sonra o bölüme kadar görmediğimiz iki karakter (biri erkek MC'ye öbürü kadın MC'ye âşık, aman ne orijinal...) çıktı. İşin kötüsü iki karakter de -kendilerini pek tanıma fırsatımız olmamış olsa da- kötü karakterler değil, gayet sevilebilir karakterler gibi duruyorlar. Ha gerçi Hyouka gerek o dönem animelerin fazla kazandırmayıp (çünkü çoğu zaman maliyetleri kazancının birkaç katıydı) sırf manga/ranobe reklamı olsun diye yapıldığı, bu yüzden uzun soluklu shounenler ve en popüler shoujolar haricindekilerin çoğunlukla ister istemez yarım kaldığı bir dönemde çıkması, gerek farklı sebeplerden gerçekten yarım kaldı, devam etseydi belki abimiz olması gereken, başından beri işaret edilen sonu yapacaktı -Soushimin Series gibi malca bir final yerine belirsiz bitmesinin de sebebi oydu- ama bugünkü çağda sezonu 12 bölümlük animeyi yirmi sezon yapıp hâlâ para kazanabiliyorsunuz (bkz. Monogatari serisi). Hayır çünkü böyle son olmaz, bunu bir yere bağlaman gerek. Ya bak hadi ayrılsınlar öyle bitsin, yine söverdim ama bu kadar da tepki vermezdim. Asıl tepkim amk bölümünü ikisine de âşık başka bir karakter vereceğin noktaya kadar ilerletip sonra bitirmeye. Bu ne lan? Bak mesela MakeIne muhtemelen üç kadın ana karakterden biriyle, çok büyük ihtimalle de mavi saçlıyla bitecek (ve böylece kaybeden mavi saçlı karakter [ayrıca 1, 2, 3, 4] klişesini yerle bir edecek, ki bu serinin bütün olayı zaten "çocukluk arkadaşı kaybeder" gibisinden romantik anime klişeleriyle oynamak) olsa da hiçbir kızla bitmezse, hatta her kız başkasını bulsa ona laf etmezdim. Neden? Çünkü MakeIne seri öyle bir seri, hikaye başından beri buna izin verecek biçimde kuruldu. Ama sen bize on bölüm boyunca evren içinde bile her görenin "randevu" olarak tanımladığı şeyler yapan karakterler hakkında "Ayrıldı ya onlar... gerçi zaten çıkmıyorlardı ama olsun." dersen ebeni... neyse.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şunlara bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

https://kick.com/xyaalii

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

29 Ağustos 2024 Perşembe

Durum Raporu: Aile Evi Kördüğümü, Tarih-Tekerrür Geyiği, Anime, V-W-B falan...

Çok garip bir çıkmazdayım: Hayatım kördüğüm oldu, öyle kaldı. Nasıl ve neden mi? Çünkü benim şu lanet olası aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmam lazım. Tabii aklımda birkaç plan var ama bunları gerçekleştiremiyorum. Neden? Çünkü aile evinin ruhu gerginlikten, bedeni refahtan (Aslında "rahattan" yazacaktım ama her an diken üstünde olduğun, bir de üstünde sokakta birini kesseler dönüp bakmayacağım kadar çok saçma sapan gürültüye maruz kalınan bir mahallede olan bir yerde ne rahatı?) çürüten ortamında bu şeyleri -en azından daha etraflıca düşünüp olumsuz ögeleri zorla bulup çıkartıp kendi kendimin moralini bozup hevesimi bizzat kaçırtıncaya, kendim yapamıyorsam babama "Ben şunu yapacağım." deyip de ona bu işi yıkana, neticede yine hevesim kaçıncaya kadar- yapmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hayır bazen "Ulan keşke İznik'te kalsaydım." diye düşünüyordum, en azından şu Ejderin Mührü işinin peşine düşerdim* ama o iş ne ekonomik ne ruhsal ne de sağlıksal (evet, sağlıksal) açıdan sürdürebilir değildi. İznik'te yaşadığım ev, ev değildi çünkü; zindandı. Kış bitene kadar bozuk kombiyle yaşadım (kar yağarken ısınmak için balkona çıkmışlığım var amk, durumu oradan hesap edin), sonrasında da sözde tamir edilmiş olan kombi yüzünden bulaşıkları soğuk suyla yıkamak zorunda kaldım. Oç kombi ya asla ısınmıyordu ya kaynıyordu ya da iki gıdım sıcak su verip sonra buzu dayıyordu çünkü göt. Ben bir kere bu kombinin yavşaklığı yüzünden banyo yapamadım, banyo yapamadığım gibi o gün başka bir şey de yapamadım, üstüne bir de hastalandım amk. İznik'in çeşmelerinden, en azından benim kaldığım evin çeşmesinden, su yerine sıvı kireç aktığı gerçeğine girmiyorum bile. Ekonomik boyut kısmına da "küçük yer ve esnafın kazıkçılığı orantısı" diyorum, başka da bir şey demiyorum. Hep "büyükşehirlerde çok hayat pahalı, daha küçük şehirlerde daha ucuz" deniyor ama İznik, Gökçeada gibi aslında köy olması gerekirken hasbelkader ilçe olmuş yerlerin -özellikle de yemek satan- esnaflarını görünce İstanbul gibi bir yere bile şükredersiniz, söyleyeyim. Hani sonradan tüm ülkeye yayılan "pahalılıktan yenemeyen çiğköfte" var ya, işte onun çıkış yeri İznik. İznik'teki en ucuz gıdaydı üstelik! Birkaç zinciri, örneğin en eski dükkanlarından biri İznik'te olan Köfteci Yusuf'u, saymazsak tabii. Evet, ben İznik'te yaşarken Köfteci Yusuf'un köftesinden pahalı çiğköfte vardı. Sonra o pahalı çiğköfte tüm ülkeye yayıldı bildiğiniz gibi. Hah neyse, yani özetle İznik'te kalsam hiç olmazsa Ejderin Mührü olayına hemen müdahale edebilecektim, sorunlarımdan biri eksik olacaktı ama İznik'te kalmak da mümkün değildi. O hıyar korona olmasaydı Gökçeada'da kalabilirdim ama İznik'te kalmanın hiçbir sürdürülebilir yanı yoktu. Ulan konu nerelere gitti. Yani özetle aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmak zorundayım, sonuçta her şeyin sihirli bir şekilde yoluna girmesini umabilecek bir hayatım hiç olmadı ama aile evinden kurtulmadan da o bahsettiğim şeyleri yapamam. Hani teknik olarak yapabilirim de bir sike benzemez çünkü amına ko'du'mun aile evinde müezzin olacak piçin böğürtüleri duymazdan gelinirken benim adım sesim olay oluyor. Sikimin ucuyla iş yapacaksam hiç yapmam daha iyi amk. Hadi bu "işi minik minik ısırma" benim kararım olsa neyse ama bu bir zorunluluk. Dolayısıyla benim bu siktiğimin aile evinden kurtulabilmem için önce aile evinden kurtulmam, hiç olmazsa bir iki ay tamamen kendi hâlime bırakılmam gerekiyor. Ama o da olmuyor. Tam kitabın heyecanlı bir yerindeyken kurt üzümleriyle ("goji berry") ilgili saçma sapan bir haber için rahatsız ediliyorum, bir de "Meşgulsen sonra geleyim?" sorusu alıyorum. E benim bütün odağım bozuldu ki ama, sen o bana bildirmesen hayatımda hiçbir şeyin değişmeyeceği o şeyi sonra okusan zamanımdan iki kat çalmış olacaksın? Nasıl kendi işime devam edeceğim ben o bozulmuş odakla, o bozulmuş inançsızlığın istekli askıya alınmasıyla? Bir kere işim yarım kesildiği için sinirim bozuldu zaten, bir daha ne yaptığım şeye odaklanabiliyorum ne başka şeye. Sonra da "Odağını mı bozdum?" sorusu geliyor. Madem biliyorsun şunları biriktirip akşam söylesene? Benim bu amk evinden bir an önce kurtulmam lazım ama bütün planlarım ya hayat denen şerefsizin karşıma çıkardıkları yüzünden (Bak şu başta bahsettiğim planlardan biri gece yapmayı gerektiriyor ama ben o işe "Tamam ulan, girişiyorum." deyip giriştiğim anda babamın gece üçe kadar ayakta kalası tutar. Babamın uyanık olduğu bir saatte hiçbir şey yapamayacağımı, nihayet gidip uyuduğunda da açlıktan hiçbir şey yapamayacak olup yemek yemem gerektiğini hiç belirtmiyorum bile.) ya da sikik hükümetin canı sıkıldıkça uyguladığı yasaklar yüzünden engelleniyor. Hayır yurtdışına da kaçsam kaçamam çünkü param yok. An itibarıyla vize almaya kalksam hiçbir ülkeden vize alamam, öyle bir durumum var (dün bir haftalık yemek alıp kredi kartının borçlarını ödedim, o da paramı sıfırlamaya yetti). Düşün yani hâlimi. Hayır Ejderin Mührü en azından olması gerektiği gibi yayımlanmış olsaydı "Tamam aga, işlerin düzeleceği falan yok. Bundan sonra sikmişim hayatı." deyip kafamı keseceğim ama nokta nedir, virgül nedir, sıralı cümle nedir bilmeyen bir editör tarafından bu hakkım bile elimden alınmış durumda. Yeter lan!

*O sırada araya saçma sapan şeyler girdiğinden editörün yediği boklardan çok sonra haberim oldu. Erkenden haberim olsa zaten kendisine okkalı bir mesaj döşer, bu işin peşini bırakmazdım; ama kitapları ancak iş işten geçtikten sonra okuyabildim çünkü orrrrrrospu çocuğu hayat bir başarım olmasına izin vermiyor. Şimdi ben şu konuyu etraflıca anlatayım: Bana bir koli kitap gönderdi bunlar (bunlar: editör alımında düşük zeka şartı aradığını düşünmek için geçerli sebeplerim olan götelek yayınevi), Ejderin Mührü ilk baskı. Ve onu göndermek için de tam olarak İznik'ten geçici olarak Balıkesir'e döndüğüm günü seçtiler (o geçici dönüş hâlâ devam ediyor bu arada, o zamandan beri Balıkesir'de sıkıştım kaldım). Sonra bir de İznik'in dışında (Gerçekten dışında. Az sonra bahsedeceğim bu dükkan var, bir iki metre sonra da "İznik'e Hoş Geldiniz" tabelası var.) bir su dükkanından koliyi teslim aldım. Ha bir de o sırada dükkana mal getiren biri hâlime acımasa tutma yeri bile olmayan o koliyi ta İznik'in göbeğindeki evime taşımak zorunda kalıyordum. "Ulan kıç kadar yer, ne kadar zor olabilir ki?" demeyin. Ülkedeki her yerleşim yeri gibi dağa bayıra kurulmuş olduğundan önce yokuş çıkmam, ardından inmem, sonra bir daha yokuş çıkmam gerekiyordu. Hani Ankara'ya gidene kadar Ankara'nın abartıldığını düşünüyordum, İznik'in öyle bir yokuşu var. İznik dediğin bir tane yokuştan ibaret zaten amk. Bir yol var, yokuş, etrafında da dükkanlar var. Aha İznik o kadar. Yokuşun sonunda da camiyle müze var. Benim ev de o müzenin arkasında kalıyor(du). Hah neyse, ben sonra Balıkesir'den İznik'e ne zaman döndüm? "İznik'e dönmem artık..." deyip pılımı pırtımı toplamaya döndüğümde. Sonucunda da ta Balıkesir'e temelli dönüş yapana dek Ejderin Mührü'nün kontrol edilmesi kaldı. Kalınca da ne oldu? Ne geri zekalı editöre sövebileceğim bir numara var ne de yayınevine "Şu, antlaşmada belirttiğiniz süre bitti mi?" dışında bir şey soracak hâlim. "Bugüne kadar neredeydin?" derler çünkü. Ha gerçi demeyebilirdi de çünkü bahsettiğim soruya "Süre dolduysa bitmiştir." biçiminde süper-zeka (!) bir yanıt verdiler. Be göt, sence ben bunu anlamamış olabilir miyim? O sikik antlaşmaya "Süre dolmadan kaçarsan ebeni belleriz." anlamına gelecek maddeleri doldurmayı biliyorsun da sürenin bittiğine/bitmesinin yaklaştığına, benimle çalışmaya devam etmek isteyip istemediğinize vs. dair bir e-posta atmaya neden eriniyorsun, pezevenk? Daha fazla konuşmayacağım, yavşak yayınevine daha fazla defalarca küfrettim zaten. Blogda arayıp bulabilirsiniz.

Neyse, sonuç olarak şikayet edip durmak hiçbir şeyi çözmeyecek (zaten çözecek/çözüyor olsa gündemden bahsede bahsede bloğu haber sitesine çevirirdim), o yüzden şunlara bir bakın:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

kick.com/xyaalii

O değil de şu yayın-kayıt falan işlerini ayarlayacağım diye teknoloji bilgim gelişti be. Bir de bunun dizüstüyle verimli olmayacağı açık, zaten bu evden de kurtulmak için bayağı bir bekleyeceğim gibi duruyor, o yüzden bilgisayar toplamayı düşünüyorum (kaç paraya denk gelir en ufak bir fikrim olmadığından aslında eskiden beri aile evinden kalıcı bir yere geçince toplama niyetim vardı ama şu aşamada öyle bir beklenti saçmalık, gerçi her halükarda ailemden aldığım parayla hayatta kalmaya çalıştığımdan kendim bir şeyler kazanmaya başlayana kadar o proje hâlâ proje aşamasında kalmaya devam edecek). Yalnız bilgisayar toplama işinde sadece yarı ciddiydim ama yayını telefondan takip etmek eziyet, hem OBS hem telefon gıcıklık yapıp duruyor, çift ekran olup yayını OBS'ten takip etmekten iyi bir seçenek yok ama bilgisayar toplama işi ne kadar sürecek, bana kaç para harcatacak, o esnada bir fırsat çıkar da bu evden siktirip gidersem o yarı-toplanmış bilgisayarı nereme sokacağım? Tabii bilgisayar toplamaya çalıştığım esnada bunun çük kadar odanın çeyreğini kaplamasını istemiyorsam bilgisayar masasının kullanılamaz hâle gelecek olması da var... Yine de telefondan yayını takip edip yazmak imkansız, bilgisayardan zaten takip edemem çünkü ne yapacağım, ikide bir oyunu alta atıp Kick'e/OBS'e mi bakacağım? Mikrofon açıp konuşuyor olsam yine kısmen sürdürülebilir ama izleyiciyle yazarak iletişim kurma sistemini kullanırken büyük çile. Kolay olmasını zaten beklemiyordum ama bu şekilde bir zorluk seviyesini de hiç beklemiyordum. Telefonun mal otomatik düzeltmesiyle uğraşırken (o sikik otomatik düzeltmeyi kapatmayı da bulamadım bu arada, mevcut telefonumda kapanmıyor lan, resmen saçmalık) OBS kafasına göre "yayın bitti" ekranına geçiyor (imleci iki saniye hareketsiz tuttum ya, hemen "Bitirdi herhalde..." diyor göt) falan... Sonradan aklıma geldi, şu anda tek ekranda iki ekran görebilme yöntemi arıyorum (yani tek ekranda iki masaüstü bölme) ama pek bir şey çıkacak gibi değil. Hayır bu yöntemi de kullanamazsam harbiden çekilmez bu, bilgisayar toplama işine girişene kadar ara vermem gerekir, bilgisayar toplamak da ne kadar sürüp ne kadara mal olur?

Bir de bak aklıma ne geldi, aslında şöyle ufak bir dükkanın olacak (kitapçı, plakçı -evet, plakçı- falan tarzı), 3-4 tane devamlı müşterin olacak, öyle gün boyu boş boş takılacaksın. Ama işte mevcut ekonomide halihazırda zengin değilsen, yattığın yerden (veya en azından dükkandan ayrılmanı gerektirecek "mesai" gibi kavramları olmayan bir şeyden) para kazandığın bir şey yoksa öyle bir şey yapmak mümkün değil. Ha gerçi herhangi bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde (en azından henüz) çok da mümkün değil ama mevcut TR şartlarında doğrudan imkansız. Hazır bu konu açılmışken bir önceki yazıda komünizme biraz haksızlık ettiğimi fark ettim. Çünkü Türkiye'nin mevcut yönetimi kapitalist de değil komünist de değil liberal de değil, "karma" desen hiç değil. Vergi alırken komünist ama hak/hizmet verirken kapitalist, kaçak göçmene, yüzden fazla sabıkası olan suç makinesine, kendilerine kale inşa edip para bastıran tarikatlara liberal ama yasalara uyup hayatını yaşamaya, kendi işine bakmaya çalışan sade vatandaşa karşı faşist* olan saçma sapan, her ideolojinin en sıkıntılı, en aksayan, ne zaman o ideolojiyi maymun etmek isteyen birinin çıksa direkt oradan dem vurup "yumuşak karnını deştiği" yönünün alınıp birleştirildiği bir sistem var. Daha önce de söyledim, bu kadar şey beceriksizlikle, salaklıkla, iş bilmezlikle vs. açıklanamaz. Onunla açıklanabilecek aşamayı çoktan geçti. Bu kadar rezil bir sistem ancak durumun kasıtlı olarak bu hâle getirilmesiyle açıklanabilir, daha düşük ihtimalle de keçi, katır, deve gibi inadıyla meşhur toynaklılara rahmet okutan bir inatla ama bir dağ keçisi bile bu aşamaya gelmeden vazgeçip işi bilenleri dinlerdi.

*Bu kelimeyi de içi (başta gerizekalı solcular, gerizekalı liberaller ve onlardan daha zeki olmasalar da bu iki güruhu kuyruğuna takmayı başarabilen terör sempatizanları tarafından) itinayla boşaltılmış olduğundan kullanmayı hiç sevmem ama durumu daha iyi tanımlayan başka bir kelime de yok. Ayrıca evet, siyasi görüş, ideoloji, memleket/bölge, etnisite, oy verdiği parti, yaş/kuşak vs. yani özetle herhangi bir bağımlı veya bağımsız değişken fark etmeksizin toplumun istisnasız her kesiminin %80'i malın önde gideni. Dolayısıyla solcunun da sağcının da %90'ının ta amına koyayım, size bir şey olmasın -ve evet, %80'inin değil %90'ının çünkü %80'inin süzme mal olması kalanın tamamının deha olduğu anlamına gelmiyor.

Bak şimdi, "tarih tekerrürden ibarettir" lafı genelde geyik olarak veya daha küçük, daha kişisel meseleler için kullanılır ama 1. ve 2. Dünya Savaşları, bunun kanıtı gibidir. Dolayısıyla olası bir 3. Dünya Savaşı'nda herhangi bir devletin (tamam, birkaçı hariç herhangi bir devletin) elinde bir tür rehber ve yol haritası oluşturmaya yetecek bilgi var.

1. İşler iyice kızışmadan savaşa girme, girersen de Almanların yanında girme.

2. İtalya'yı izle. İtalya ne zaman taraf değiştirir, onun yanında savaşa gir. Ha tabii İsviçre gibi "Tarafsızım ben!" deyip hava sahana giren her uçağı düşürmek, karasularına giren her gemiyi batırmak da bir seçenek ama herhangi bir Türk veya Slav devleti böyle bir durumdan İsviçre gibi elini kolunu sallayarak çıkamaz, "Tarafsızlık demek öbür tarafı desteklemektir." diye malca bir gerekçeyle yaptırımlardan ebesi bellenir (bkz. "Ekmee garneynen alıyoduh garneynen!"). İsviçre de Cermen (=Avrupalı=Aryan) olmasa aynı durumu yaşardı zaten. Nasıl, Nazilere karşı savaşan "kahraman"ların aslında onlardan pek de farklı görüşlere sahip olmaması iyi hissettiriyor mu? Almanya'ya bile neredeyse hiç yaptırım uygulanmamış (savaş suçları mahkemesi yaptırım değildir), aksine ekonomik olarak destek verilmiş olmasını geçiyorum çünkü onun esas sebebi ikinci bir Hitler'in doğuşunu engellemekti (İtilaf devletleri -başta da Fransa olacak ayarsız- 1. Dünya Savaşı'ndan sonra gaza gelip Almanya'yı pratikte tasfiye eden Versay Antlaşması'nı dayatmasalardı Hitler bırak iktidar olmayı, siyasete bile atılmazdı).

3. Polonya'yla işin olmasın. Canı sıkılanın işgal ettiği ettiği ülkeden hayır mı gelir? "Fransa ya, canım çok sıkılıyor, ne yapsak?" "Polonya'yı işgal et?" "Daha dün ettim ya, canım istemiyor." Şaka gibi değil mi? Ama değil.

Bir de bu sezonun romantik animelerinden tekrar bahsedeceğim. Gimai Seiketsu'yla Koi wa Futago bilmem-ne'yi "Bu sezonun romantik animeleri çok yorucu!" yazısını yazdıktan sonra bıraktım. Kesinlikle çekilebilir değillerdi. RoshiDere'yi izlemeye devam ediyorum ama cidden dünyanın en saçma sapan harem serisi. Yani çünkü sonunda Kuze'nin Alya'yla olacağı gayet bariz, hikayenin başlığında adı geçen karakter yerine başkasıyla bitse taşlarlar lan o yazarı? Bak mecaz ya da mübalağa kullanmıyorum, ciddi ciddi recmederler diyorum, kelimenin gerçek anlamıyla. Japonlar şimdi Amerikan baskısıyla falan uysal duruyor ama herifler psikopat, 2. Dünya Savaşı'ndan biliyoruz, bu psikopatlıklarının hâlâ geçmediğini de Visitor Q gibi filmleri veya son dönemlerde çıkan herhangi bir ağır dram animesini (mesela Tengoku Daimakyou'yu, gerçi bu "ağır dram" değil ama olsun) izleyerek rahatlıkla anlayabilirsiniz. Hadi Yuki şımarık kız kardeş, o tamam, standart bir karakter arketipi (Alya'dan da Masha'dan da iyi bu arada); ama Alya'nın ablasının Kuze'nin küçükken oynadığı kız olmasına ne gerek vardı? Bak Masha kötü veya gereksiz bir karakter demiyorum, kesinlikle harika ve hikayeye katkısı yüksek olan bir karakter, tek derdim kitabın adına Alya'nın adını vermişken sırf "Çocukluk arkadaşı kazanamaz ki hacı?" bahanesine sığınmak için Kuze'ye Rusça öğreten kızı Alya yerine varlığından haberimiz olmayan ablası yapmanın, bir de görünce tanıyamadığı çocukluk arkadaşına hâlâ âşık olduğunu bizzat ona söyletmenin -hem de bunu Alya'yla konuşurken ve açıkça Kuze x Alyacı olduğunu göstermişken söyletmenin- resmen katliam olması. Ayrıca daha önce "O kız kesin Alya, değilse beni..." demiştim (böyle dememiştim ama böyle anlatmak daha zevkli) ama o zaman Alya'nın bir ablası olduğunu bilmiyorduk, o yüzden sayılmaz. Aslında bu "kasıtlı olarak bilgi gizleme" işinin bir anlatım tekniği olarak (İngilizce) bir adı da var ama hiç Tv Tropes'u kurcalamakla falan uğraşamayacağım (sonradan hatırladım: domates sürprizi, gerçi bu durumda daha çok aynadaki domates), şu an ya Serial Experiments Lain* izlemek ya da Sherlock Holmes okumak (Baskervillelerin Köpeği) daha çok ilgimi çekiyor. Sezon başında nelerden bahsettim nelerden bahsetmedim net hatırlamıyorum, yine de hiç bakasım yok. Yalnız 2.5-Jigen no Ririsa'ya "Hareme ne gerek vardı ki?" demiştim ve evet, yokmuş. Niye taglarında harem var lan bunun? Tamam Ririsa'nın bir "rakibi" var ama bu durum bu animeyi harem yapmaya yetiyorsa Ao Haru Ride'a da harem tagı koymamız gerekir. O karakteri de zaten bir iki bölüm mü ne gördük, sonra kayboldu. Bak anime manime demişken Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'yi izlerken aklıma geldi de hiç ayrı paragraf ayırmayayım diye buraya ekliyorum: "Japon vizyonsuzluğu" diye bir şey var, harbiden katlanılmaz bir şey. Zengin vizyonsuzluğundan da beter. Herifler pirinç pişirme makinesi kullana kullana tencereyle pilav pişirmeyi unutmuş lan! "Gazlı ocakla pilav yapamam." diyor herif. Tek yapman gereken pirinci suya koyup haşlamak! Zaten pilavı ekmek/katık niyetine tüketen insanlarsınız, yağ mağ koymuyorsunuz, koyarsanız bir tuzla şeker koyuyorsunuz ama genelde onları da koymuyorsunuz. Kavurma falan da yok (yakimeshi hariç ama o da Japonlarca pilav olarak görülmüyor zaten), dümdüz pirinci dümdüz suya koyup haşlayacaksın ya! Ne kadar zor olabilir ki? Bunun için -hem de bu yemek her gün üç öğün tükettiğiniz bir şeyken- niye koskoca ülke bir tane makineye mahkum oldunuz lan, distopyanın kaçıncı seviyesi bu? Döner mi ki illa makine gerektirsin aq ya! Hatta makine olmadan da döner kılıklı bir şey yapabiliyorsunuz ama dönmediği için teknik olarak "döner" olmuyor, en fazla "dönmez" olur. Gerçi Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'deki çeviri hatasıymış, adam tavayla pilav yapamayacağından kapaklı tencere almayı kastediyormuş da bir Japon yapımında karşılaştığım ilk "Ama makine olmadan nasıl pilav yapacağım ki?" sahnesi bu olmadığından dediklerimin hâlâ arkasındayım. Ayrıca evet, pilav yan yemektir. Bir de TenSura'yı artık takip edemiyorum. Olaylar o kadar hızlı ve hem birbirinden hem bağlamdan kopuk gerçekleşiyor ki artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Hayır bu anime ilk bölümlerde kısmen SoL'dü, o yüzden o dönemde bu tür bir şey insanı rahatsız etmiyordu, zaten olması gerekendi ama şu an bir yandan da lineer bir hikaye anlatımı içindeler... Yani yazar mı bu kısımları yazarken sıkıldı da animatörlerin yapabileceği çok bir şey yoktu yoksa anime yapımcılarının beceriksizliği mi, acayip merak ediyorum doğrusu.

*O değil de adamlar 1998 yılında yapılmış animede açık açık "yapay zeka" terimini kullanıyor, MetaVerse'den -başka bir adla da olsa- bahsediyor (gerçi o konular Deep Web'i de andırıyor, ikisinin karışımı gibi, daha doğrusu "MetaVerse'in Deep Web'i" gibi), 50 tonluk da olsa sıvı soğutma sistemi gösteriyor, hatta başta belki bir miktar gerçeklik payı olsa bile -çünkü Ruslarda bu işe girişecek manyaklık hakikatten var, koca ülke "hacker"lıkla geçiniyor lan, zaten alayı da animeci; Telegram'ı, VK'yı falan kuran insanlardan bahsediyoruz burada- sonrasında iyice şehir efsanesine, "satanizmin satanizm olduğu yıllar"a dönmüş, ilgisiz (ya da daha kötüsü, gereğinden ve haddinden fazla, özgürlüğü ve bireyselliği kısıtlayıcı seviyede, çocuğun hayatını yaşamasına izin vermeyecek ölçüde "ilgili") ailelerin tüm suçu var bile olmayan bir şeye atma çabasıyla çorba edilmiş "mavi balina oyunu" ("Challenge"ı oyun diye çeviren hıyar kimse kafam girsin bu arada, sonra millet bilgisayar oyunu sandı amk. Niye? Çünkü amaç zaten öyle sanmalarıydı. "Challenge" için hâlâ tam bir Türkçe karşılık yok, doğru ama oyun hiç değil amk, en uygun çeviri "kapışma", hatta yerine göre "müsabaka".) tarzı bir şey ile Şövalyeler adlı bir tür "pre-Anonymous" (evet, o Anonymous) bile var amk.

Bir de anime manime dedim de aklıma geldi, W Türkçede başından beri çok az bulunup Türkiye Türkçesinde zamanla pratikte kaybolmuş bir ses olduğu için biz bu sesi genelde V ile ikame ediyoruz. Halbuki dillerinde W olup V olmayanlar bu sesi B'ye benzetiyor. İlk örnek Japoncadan: Japoncada W var ama V yok, V demeleri gerektiği zaman ne diyorlar dersiniz? W mu? Hayır, B diyorlar. Kaşgarlı Mahmut da Divan-ı Lügatit Türk'te V (ڤ) sesini anlatırken (Bu arada elimdeki Divan-ı Lügati't Türk'te anlamsız bir biçimde "و" V, "ڤ" de W olarak transkript edilmiş ama aslında tam tersi olması lazım, harfin hangisi olduğunu anlamak için Arap harfleriyle yazılışına bakmam gerekecekse transliterasyonun ne anlamı var?) hiç Arapçada bulunan W (و=Vav=Wâw) sesini falan işe karıştırmadan "B ile F arası" olarak tanımlıyor (Niye? Çünkü Arapçada da V yok ama W var; öte yandan onlar Japonların aksine V'yi W'ya çeviriyor: Çevirme->Şawarma.) Bu arada Kaşgarlı'nın W sesi hakkındaki beyanı Türkçede az bulunduğu yönünde, günümüz Türkiye Türkçesinde de dediğim gibi zaten pratikte kaybolmuş durumda. Bu sese son darbeyi Arap alfabesinin vurduğunu düşünüyorum. Osmanlıcada V-W ayrımı yapılmadan ikisi de Vav ile yazılıyordu, Selçuklular zaten geride iki satır bile Türkçe bırakmayıp her halt için Farsça kullanmış olduğundan neyi nasıl yazdıklarıyla ilgili en ufak bir fikrimiz bile yok (Türkçeden Farsçaya veya Farsçadan Türkçeye geçen kelimeler ve özel isimler gibi istisnalar var tabii, bir de Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe fermanı), sadece Osmanlıcanın imla kuralları temelde Farsçayla aynı olduğundan Selçukluların da aynı şekilde yazdığını varsayıyoruz (-ruz derken insanlık olarak, genel bir durum yani). İşin daha garip tarafı V-W ayrımı eski Uygur alfabesinde de yok, V/W için tek bir harf var. Genelde W olarak transkript ediliyor çünkü Türkçede W, aslında V'den daha eski bir ses: V, aslı B olan harflerden dönüşmüşken (V'nin aslında W'den çok B'ye benzediğine bir başka örnek) W, Arapçadan ve daha az miktarda Farsçadan geçen kelimelerle dile yerleşti. Orhun alfabesinde V için de W için de ses yok, V ile olan kelimeler (okunuşlarının V ile olup olmadığını bilmiyoruz elbette, genel olarak o dönemde B diye okunduğu varsayılıyor ama telaffuzun değişirken alfabenin yerinde sayması neredeyse her dilde hep gerçekleşen bir şey) B ile yazılıyor, W sesi direkt yok (varsa da nasıl/neyle yazıyorlar bilmiyoruz ama günümüzde V'ye dönüşmüş az sayıda G örneği var, bunların G>Ğ>W>V dönüşümü geçirdiğini düşünmek mantıksız değil çünkü W, Türkiye Türkçesinde var olan sesler arasında en çok da Ğ'ye benziyor). Bütün bu durumun sebebi V'nin B gibi açıkça sessiz harf olması, oysa W öyle değil, daha çok üflerken çıkarılan sese benzeyen (Ğ örneğini boşuna vermedim), fonetik çalışmalarda falan sessiz harfler yerine U'nun falan yanına atılan bir ses (Ğ de I'nın yanına atılıyor ve I da U türevi seslerle aynı grupta sınıflandırılıyor bu arada, hatta Japoncadaki U ve Türkçedeki I da aslında aynı ses kabul ediliyor ama Japoncadaki "yuvarlanmış" versiyonu). Bu konuda da Türkçedeki "vur-" örneği var, günümüzde açıkça V ile, değil mi? Halbuki bu kelimenin aslı "ur-" (İstanbul Türkçesi dışında hâlâ çoğu yerde "ur/wur" deniyor zaten), zamanla "ur>ūr>wur>vur" dönüşümü olmuş, o son dönüşümün de yine Osmanlı alfabesi kaynaklı olması muhtemel çünkü Vav harfini sadece V ve W için değil O, Ö, U, Ü ve Û için de kullanıyorlardı. O neden? Çünkü Farsçada da öyle. Türkçe derslerinde Osmanlıca için "Arapça, Farsça, Türkçe karışımı" denmesi iyi açıklanmadığından milletin kafası karışıyor ama olay bu: Kelimeler ve dilbilgisi Türkçe, imla Farsça, harfler Arapça. Gerçi harfleri de Farsça sayabiliriz çünkü Persler Farsçada olup Arapçada olmayan P (Pers>Fars), Ç (Çevirme>Şawarma) gibi sesler için yeni harfler ekledi, Osmanlılar da o harfleri direkt alıp "Bizde de bu sesler var." diye kullandı. Hatta Farsçada Türkçede de Arapçada da olmayan uzun E için Ye (ى) harfi kullanıldığından "Bizde bu E yok ama kapalı E (Ė) var." deyip onu da öyle yazmaya başladılar, gerçi onun sebebi Ė'nin Orhun alfabesinden beri hep diğer iki E (açık ve normal) yerine I-İ ile gruplandırılmasından kaynaklanan bir alışkanlık da olabilir de onu geçiyoruz. Hah neyse, o "karışım" olayı da bu; tabii divan edebiyatında falan biraz daha karışıktı ama halkı bırak, saraydaki vezir, padişah falan bile günlük hayatta öyle konuşmuyordu. Öyle konuşsalar kimse bir sikim anlamaz çünkü. Emri anlamayan hizmetkar/asker/vezir neyi yerine getirecek, kafasından uydurduğu şeyi mi? Neyse, ur>vur konusuna dönersek Vav-Vav-Ra diye yazdığınız şeyi vur/wur (u'yu o, ö, ü ile de değiştirebilirsiniz), ūr/ûr (ū/û'yu ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz), vūr/wūr (ū'yu û, ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz) diye ve birçok başka şekilde de ("vavar" veya "our" mesela) okuyabildiğiniz için herkes de kafasına göre okuyup geçiyordu hâliyle. Bak bir de V'nin F'ye dönüşümü de Türkiye Türkçesi ağızlarında yaygındır, "vur" kelimesinin "ur-" kadar yaygın olmasa da bir başka yerel telaffuzu da "fur" biçimindedir. Niye? Kaşgarlı'nın açıklamasına dönüyoruz: "V, B ile F arası bir sestir." Japoncada Türkçede ve birçok dilde olan F sesiyle aynı F sesi yok, F sesinin üflerken çıkarılan sese benzeyen ve o eylemi zaten o yüzden "üflemek" diye adlandırdığımız "yuvarlak/yarı-sesli (Ğ, W gibi)" bir F sesi var. Yine de İngilizceye sıçrayan "pilaf" kelimesine bakıyoruz: Bu kelimenin aslı Farsça olup "pilâv" (evet, uzun A ile), İngilizceyeyse muhtemelen Hint dillerinden biri üzerinden geçmiş. Farsçada kelimede V olduğu için biz gidip aynen V'yle devam ettirmişiz ama İngilizcede V, nedense F'ye dönmüş. Dönmeyebilirdi ya da W'ye dönebilirdi ama gidip F'ye dönüyor; çünkü F aslında V'ye W'dan çok daha yakın bir ses (İngilizcede bu üç ses de var). Bu arada pilav (pardon, "pilaf"), İngilizceye direkt Türkçe üzerinden geçmiş lan.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şunlara bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

https://kick.com/xyaalii

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)