Geçenki yazıya bir düzeltme yapacağım: Kasr-ı Şirin antlaşması Kaçarlar döneminde değil Safeviler döneminde imzalanmış. Eh, pek bir şey değişmiyor gerçi; o da Azerbaycan zaten.
Hayatıma girip çıkan onca insan oldu, bunlar arasından kızgın ya da kırgın olduğum kimse olmadığını fark ettim. Evet, şimdiki aklım olsa yapmayacağım şeyler var bazılarıyla ilgili ya da tam aksine ikinci sefer düşünmeden yapacağım ama onları geri alsam şimdiki aklım olmazdı işte. Eh, ben pek zeki ya da akıllı biri sayılmam. Kayda değer bir yeteneğim de yok; azıcık yazabiliyor, azıcık çizebiliyorum ama bunlar değer görmekten çok uzaklar, zaten başka bir şey de yapamıyorum. Ben sadece takıntılı bir paranoyağım ve bazı şeyleri biraz merak ediyorum. Eh, takıntılı bir paranoyak bir şeyi merak edince o konuda derinlemesine bilgi edinmesi pek de uzun sürmüyor tabii. Geçen gün Türkçede çamçak denen kuksaların tarihçesini anlatıyordum anneme. Pazarda bir tane buldum, bayağı güzel bir şey. İlginç bir durum var: Gördüğüm, kah gerçek hayatta kah internette tanıdığım ne kadar eski tarz deri ürün (Ama eski derken gerçekten eski, hani "vintage" da değil tarihi eser artık), böyle modası geçmiş, artık pek üretilmeyen veya komple doğayla ilgili (toprak güveç ya da çamçak gibi) şeylerin hastası olan neredeyse herkes internetten alışverişi fiziksel alışverişe tercih ediyordu, "gamer"lar (Şuna oyuncudan başka bir karşılık bulun, oyuncu deyince dizi/film oyuncusu anlaşılıyor. Oyunbaz? Youtube kanalı vardı böyle, tam olarak karşılıyor aslında "gamer"ı. Türkçe oyun + Farsça baz, böyle oluşturulmuş kelimeler halihazırda dilde var zaten; beyzade mesela: Türkçe Bey + Farsça zâde, "hane" ile biten sözlerin hemen hemen tamamı vs bayraktar ve konumuzla birebir ilgili düzenbaz.) ve işini teknoloji üzerinden yapan bir kesimi tenzih edersek hemen en yeni çıkan şeyleri vs. almak isteyenler çoğunlukla fiziksel, eski usulde alışveriş seviyor. Enteresan bir tezat. Lan ne anlatıyordum ben, konu dağıldı yine. Şu kompozisyon notu konusunda dediğim (Boyna geriye referans veriyorum. Bölümler birbiriyle bağlantılı resmen aq.) "kalıpta kalamama" olayının mükemmel bir örneği işte. Hah, çamçak hakkında bir şey daha anlatacağım da kişilerden bahsediyorduk. Bunlar arasından kızgın ya da kırgın olduğum herhangi biri yok, tam aksine hepsiyle iletişim kurmam gerektiği için iletişim kurduğumu, onların hayat yolumda çeşitli hocalarım olduğunu düşünüyorum. Kadere bakış açım çoğu insana kıyasla farklı, kader kavramının kendisine inansam da "mutlak ve değiştirilemez" bir yazgı pek benim imanıma uymuyor. Bazen, bazı konularda biraz kaderci olmak lazım geldiği kanaatindeyim. Gerçi benim yoğun Tengrici etkili bir tasavvufçu gelenekten gelmemin de bunda etkisi olabilir. Bu arada bayağı o gelenekten geliyorum, bizzat bir mutasavvıfın soyundan geliyorum; gerçi kim olduğu tam belli değil; her ne kadar İstanbul'da medresede hoca olduğu söylense de ad ya da tarih belirsiz. Dağ başında keçi kılı çadırda yaşarken Bursa valisinin emriyle yerleşik hayata geçince sonuç bu oluyor. Yoğun Tengrici etkisi de o sebepten var zaten, bak ilginçtir aynı boydan, hatta oymaktan (aşiretten) olan yan köy (yan dediysem arada birkaç dağ ile düzlüklerde bir sürü köy daha var) ile benim asli kökenim (hoş benim asli kökenim dağdır, topraktır ya, konu o değil) arasında pek bir fark yok. Aynı Bursa valisi tarafından yerleşik hayata zorlanmışız (Ahmet Vefik Paşa, sana gıcığım oğlum), kıyafetler, semboller, çadırlar aynı (Eh, aynı yerdeki iki dağ başını mesken tutmuş aynı oymak arasında pek fark olmuyor haliyle.)... Bir de teyit için araştırma yaparken çok ilginç bir şeye denk geldim: Anne tarafıma adını veren kişi (Aynı yerden bu arada annemle babam, yok anne tarafının memleketi, yok baba tarafının memleketi vs. sıkıntısı olmaması acayip rahat bir şey.) söz konusu yan köyün Osmanlı kayıtlarında kurucusu kabul edilen kişi, yani isim ve unvan olarak birebir aynı. Hah, ben çamçağı anlatacaktım... Ya da yoruldum lan, anlatmıyorum. Belki bir ara anlatırım.
Jouran'ın finali güzeldi, iyi bağladılar. Ha o "tutarsa devamını çekeriz, tutmazsa hesap sormuyorlar nasılsa zihniyetli Hollywood usulü korku filmi son sahnesi"ne girişmeselerdi iyiydi ama olsun. Tabii Jouran'ın finalini görmek için 9. bölüme falan kadar dayanmak gerekiyor, hikaye ilgi çekici, evren güzel ama serinin açılamama sorunu var. 5. bölüme kadar hikaye ve evren hakkında neredeyse hiçbir fikrimiz olmuyor. Bu bir film için iyi bir strateji sayılabilir bak, Netflix dizileri gibi bütün sezonu aynı anda yayınlanan yapımlar için de... Ama bunu haftalık yayınlanan bir şeyde kullanırsan dalga geçerler. Hige wo Soru'nun senarist, yapımcı, yönetmen vs. taifesi orijin hikayeyi ne kadar kazmaca anlattıklarını fark etmiş olacak ki son bölümde gerçekçilik ve his tavana çıktı; bir anda değil yavaş yavaş yaptıklarından göze de batmıyor. Bu arada bu nasıl anne lan? "Keşke seni hiç doğurmamış olsaydım." Doğurmasaydın o zaman yavşak, bana mı doğurdun? Hele "Senin yüzünden neler çektim, her yere dedikodu yayıldı" falan olayı... Bildiğin "El alem (Bu niye ayrı yazılıyor lan? El-Alem diye yazılsa bir derece.) ne der?" konseptiyle yaşıyor kadın. O kız senin yüzünden neler çekti, azıcık da onu düşünmeyi denesen? Zaten bu doğu toplumlarının en büyük sorunu "aman laf çıkmasın" anlayışı; zamanında Anadolu, Kafkasya ve İran coğrafyasında Nasreddin Hoca'nın "Bana ne?/O zaman sana ne?" fıkrasını içselleştirebilseydik en azından biz kurtulurduk (Yani, Uzakdoğulular için yapacak bir şey yok; anca anime karakteri paklar onları artık.). Yalnız Yoshida'nın yerinde ben olsam bardağı olmasa bile içindeki artık arpa çayı mı meyve suyu mu her neyse onu fırlatırdım. Hayır madem kızını zerrece umursamıyorsun evden kaçmış olması seni niye ilgilendiriyor da peşine hafiye takıyorsun? He, dedikodu var, doğru. Yalnız Sayu'nun abisi ilk geldiğinde "Aha bir şerefsiz daha." diye düşünmüştüm ama herif kral adam çıktı. O değil Hige wo Soru'nun 1 bölümü daha varmış, 12. bölümü görünce final diye atladım hemen. Bu 13 bölümlük anime siki de yeni çıktı, eskiden ya 12'ydi ya 24, nadiren 15, uzunsa 40'tan gittiği yere kadar; şimdi herkes 13 bölüm yapıyor, "kısa anime" standardı 12'den 13'e çıktı resmen. Ha eskiden de 10, 11, 13, 14, 25 falan bölümlük animeler vardı ama onlar kaideyi bozmayan istisnalardı. Vivy'nin sonunu da iyi bağladılar, baştaki "Yine mi bu konu ya?" düşüncesini aşabilirseniz sarıyor. Son zamanlarda çıkan seriler arasından finalinden tamamen tatmin olduğum tek seri Vivy oldu. Mesela Jouran'ın finali de iyiydi dediğim gibi ama tamamen tatmin edici değildi. Seven Knights Revolution'ın finali beklentimin üstündeydi. Tabii daha ilk bölümden animenin "Beni en ufak beklentin olmadan izle, yoksa üzülürsün." diye bağırması ve benim de bu tavsiyeye uymamla da ilgisi olabilir bunun, gerçi herhangi bir beklenti olmadan izlediğim halde finalinde olmayan beklentimi bile karşılayamayan da çok seri gördüm; en güncel örneklerden biri Gibiate. Super Cub'ın sonu da gayet iyi bitti. Zaten bir yol hikayesinin sonu maksimum böyle olmalı, standart bölümlü bir son da yeterliydi benim için; hatta daha iyi bile olabilirdi ama Eniwa karakterini biraz daha fazla görmüş olmaktan memnuniyetsiz değilim. Bu tür serilerde esas yan rolü ana karakterden daha çok severim genelde, mesela Yuru Camp'ta hemen hemen herkes gibi ben de Rin'i Nadeshiko'ya kıyasla daha çok severim ama 2. yan rol Eniwa, ha esas yan rol Reiko'yu her halükarda ana karakterden çok seviyorum o ayrı bir konu. İki istisna olarak Kino no Tabi'de ve Majo no Tabitabi'de başkarakteri daha çok seviyorum ama ikincide zaten 2. karakterin Saya mı yoksa adını unuttuğum hoca mı olduğu bile belli olmayacak şekilde iki karakteri de inanılmaz az görüyoruz. Kino no Tabi'de de 2. karakter motor (Bildiğin motor, tekerleği falan var.) ama bu ana karakterden daha az sevilmesi için bir gerekçe değil. O değil de "Shii-chan motorun sepetine sığar." esprisi birkaç kez tekrarlayınca "Suyunu çıkardınız ama artık ha, ilk iki seferde güldük yeter." demiştim amma ve lakin ciddi ciddi hikayede kullandılar; o yüzden vurgulamışlar demek ki. Senaristler (Veya yazar. Bu seri bana inanılmaz ranobe uyarlaması hissi veriyor. Bu arada baktım, gerçekten ranobe uyarlamasıymış. Dedim oğlum, anlıyorum artık şıp diye seri orijinal mi manga mı yoksa ranobe uyarlaması mı, oyun uyarlaması mı; işte karakterler kız mı erkek mi... Tabii bu cinsiyet ayrımı anime izlemiyorsanız ya da yeni başladıysanız, dolayısıyla bin tane "trap" ve "reverse trap" karakterle muhatap olmadıysanız size pek marifet gibi gelmiyor olabilir. Siz zahmet etmeyin, ben kendim övündüğüm şeyi sikerim.) Çehov'cu çıktı. Fruits Basket, Fruits Basket... 3 sezonluk serinin sonuna geldik nihayet. Sondan bir önceki bölüm epey tatmin ediciydi, gerçi orijin hikayeyi son bölümden bir önceki bölüme saklayan zihniyet hakkında çok iyi şeyler hissetmiyorum ama öyle yapmalarının sebebini iyi bağladılar en azından, o yüzden laf etmiyorum. Shadow's House'un son bölümü daha gelmedi ama manga okuyanlar anime orijinal son yaptıklarını söylüyor, son 2 bölümde ayrılmış mangadan. Buradan da 2. sezon çıkarmaya niyetli olmadıklarını anlıyoruz, Ao no Exorcist gibi hikayenin yarısını anime orijinal anlatıp sonra ikinci sezonu mangadan koptuğu yerden anlatanları da gördüğümüz için 2. sezona niyetlilerse de çıkarmasınlar mümkünse, o zaman mangaya uygun son yapsaydınız. Fruits Basket'e dönelim: Başlangıçtaki Yuki-Machi kısmında etraftaki herkesin işi gücü bırakıp izlemesi ama sadece sahne arkasında durmaları, esas duygusal kısma odaklanabilmen bir romantik komedinin iyi olduğunun göstergesidir. Gerçi bu romantik komedi-dram, üstüne bir de SoL şeklinde garip bir seri olduğundan zaten ne yapsa göze batmıyor. O sahne ayarını tutturması zor olan bir sahnedir ama; iyi kotarmışlar. Kyou, birader, nasıl aynı anda hem o kadar romantik hem o kadar odun bir evlenme teklifi edebiliyorsun? Touru kabul etti de Kyou'nun tam olarak ne kastettiğini anladığını çok sanmıyorum saf kızımızın. Ulan bu da 13 bölüm olacakmış, eski köye yeni âdet getiren yapımcılar yüzünden bunda da atladım 12'ye final diye. Neyse.
Sonny Boy çok güzel başladı. Zaten en sevdiğim iki hikaye çeşidinden biri "Vay amk n'oluyor lan burada?" hikayeleri, bir diğeri de yol hikayeleri. Anime, film, dizi, kitap... Her türlü bu iki hikaye çeşidini seviyorum. Yalnız bu sıralar "Vay amk n'oluyor lan burada?" hikayeleri de yol hikayeleri de inanılmaz arttı, eskisi gibi her yeri sırf "ecchi" olması için yapılmış "ecchi" animelerle doldurmuyorlar ("Ecchi" hikaye açısından gerekebilir, mesela "ecchi" olmadan Kore wa Zombie Desu ka'nın hikayesi ve komedisi mümkün olmazdı; bahsettiğim "Biz durduk yere ekrana çıplak anime kızı koyamayız, saçma olur. O zaman bunu bir anime kisvesi altında sunalım." motivasyonuyla yapılan, konu, karakter tasarımı [Kişilik ve geçmiş anlamında, yoksa çizim desen maşallahı oluyor "ecchi" serilerin kadın karakterlerinin genelde. Erkek karakterde o da yok ama çizerler de haklı, kim bakıyor "ecchi" esas erkeğinin nasıl göründüğüne de özen gösterecekler?] vs. hak getire seriler ile Highschool DxD ile güzelim evreni, konusu ve karakterleri "ecchi" uğruna heba edilen seriler. Bu arada DxD'nin konusu gerçekten güzel, tamam "Ben konusu için izliyorum." diyenin yalancıyı sikmedikleri için böyle dediği bariz ama konu hakikatten güzel.); mesela güncel örneklerden ilk örnek için Shadow House ve Sonny Boy, ikinci örnek için Super Cub. Bu arada Nozomi harbi efsane karakter, bu tür animelerde esas kızlar genelde bölüm uzatmaktan başka pek bir işe yaramazlar (Her ne kadar kendisini sevsem de Zankyou no Terror'un Lisa'sı buna mükemmel bir örnek.) ama burada hikayenin tam ortasında ve hikayeyi esas taşıyan kişi, en azından ilk bölüm için. Ha hikayeyi taşıyan yan karakterler sık görülen bir olgudur ama "Vay amk n'oluyor lan burada?" serileri hakkında ders olarak okutulabilecek Monogatari serisinin esas kızı Shinobu'yu Bake serisinde neredeyse görmüyoruz bile, uzunca zaman boyunca da Arararagi'nin (dilim sürçtü) sapıklığını ve artık insan olmadığını vurgulamakta kullanılıyor sadece. Bak Sonny Boy'un bir artısı (her ne kadar mal Türkanime kitlesi bu konuya epey laf etmiş olsa da) eski tarz çizimlere sahip olması, yeni tarz ışıltılı çizimlerle kanser kitlenin kucağına atarlardı bu seriyi. Çizimler aşırı eski tarz olmadığından ve günümüzün daha orantılı çizimleriyle oranladıktan göze de batmıyor. Bir GTO gibi saçma sapan bir sahnede uzun bir sahnede yuvarlak yüzler görmüyoruz mesela. Bu arada GTO efsanedir, çizim eski falan diye zırıldamayın, gidin izleyin. Josee to Tora to Sakanatachi bildiğimiz romantik komedi-dram anime filmlerinden. Bu filmlerde genelde ilk yarım saat evreni ve karakterleri tanıtalım ama öyle çok da tanıtmayalım, ileriye de bir şeyler kalsın diye geçtiğinden sıkıcı olur, bunda su gibi akıyor. Dramı ağzımıza ağzımıza vurmak yerine romantik komediye ağırlık vermeleri dram sevmeyen benim için bir artı ama dram için izleyenler için eksi olacaktır. Filmin çoğunu yüzümde salak bir sırıtışla izledim lan! Bu arada "Keşke film değil de seri olsaydı." diye bir yorum gördüm bununla ilgili, inanılmaz katıldığım bir düşünce. Şöyle 12 (Hadi 13 olsun, sizi mi kıracağım.) bölümlük bir seri olsa Clannad, Angel Beats, Ano Hana gibi serilerin yanına adını altın harflerle yazdırırdı (Kami-sama ni Hatta hi film değil seri olmasına rağmen kendi eliyle itti o şansı, o yok bu listede.). Şimdi mi? Bu tür filmlerden bahsediyorsak henüz türün ilk örneklerinden sayılabilecek Hotarubi no Mori e'nin seviyesine çıkabilecek bir iş çıkmadı. En yaklaşanlar Kimi no Na wa, Koe no Katachi ve Nakitai Watashi wa Neko wo Kaburu idi, bir de önceden inanılmaz beklenti oluşturup kendi ayağına sıkan Tenki no Ko var işte. Tenki no Ko, Kimi no Na wa'nın da gazıyla coşturdukça coşturdu, sonra millet "Bu muydu?" dedi. Halbuki o kadar beklenti oluşturmasalar Kimi no Na wa seviyesinde görürdü millet gerçekten, şu an bir aşağıda benim için. Bu film (Josee diye başlayan işte) de Tenki no Ko ile hemen hemen aynı yerde. Yalnız benim bu filmde esas üzüldüğüm karakter Josee ya da Tsuneo değil de (ha onlara da üzüldüm tabii ama) Mai oldu. Lan kız sırf ana karakterler bir araya gelsin diye bile bile kendini ateşe atıp kötü karakter olarak anılmaya razı (Koe no Katachi'nin Naoko'su dümdüz şerefsizdi mesela, hiç bu tarz bir motivasyonu, arka planı yoktu; varsa da filmde vermediler. Mai'ın motivasyonunu da söylemediler ama seslendirme, çizim tarzı, iç ses ile diyalogun seyirciye verilen ve verilmeyen kısımları ve tabii ki müzik çok şey anlatır; bunu vermenin tek yolu dümdüz söylemek değildir yani. Zaten o yüzden animasyon tek sınırın bütçe olduğu bir dünyadır. O "peşini bırak" sahnesinde ben de sövdüm, o ayrı.) hem de kendisi de severken, var mı ötesi? Bu arada bu animede bir kaz daha gördük ki erkek ana karakterin kankası harbi adamdır, kraldır, efsanedir. Öl dersen ölür, saçmalarsan yüzüne yumruk atar. Bu hep böyle olagelmiştir (Berserk diyenin ağzına Guts'ın kılıcıyla vururum, bir durun zaten ortalık karışık.), değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Tamam, şimdi "E ama Berserk? Ama Griffith? Ama Casca'ya olanlar?" diyebilirsiniz.
Bu arada düzeltmeler iki oldu: Otoyomegatari'nin Türkçe çevirisi Ankara kısımlarında bitmiyormuş, daha Antalya mantalya varmış, unutmuşum oraları. Ama iyi haber yine de yeni bölümün atılmış olması. Kan davası kısmındaki karakterlerin kıyafetlerine bu kez özellikle dikkat ettim, net Kafkaslar. En azından bilmem kaç yıldır dağlarda saklanmayan öyle. Yeni çevrilmiş kısımlarda da Anisler ve Talas'ın aynı dilin farklı biçimlerini konuştuklarını açıkça belirttiklerine göre çıkarımım doğru; Pers ya da başka bir İrani/Farisi halktan değiller, İran Türklerindenler. O değil mangaka detaycılığı arşa çıkarmış bu yeni çevrilmiş bölümlerde, adam 19. yüzyıl İran alfabesiyle "Fatıma" nasıl yazılır onu öğrenmiş lan hikaye için. Gerçi İran olsun Osmanlı olsun Arap harfleri kullanan devletlerin en büyük sorunlarından biri kendi okunuş kurallarına uygun olmasa bile Arapça kelimeleri aslı gibi yazmaları, bu yüzden Osmanlıca yazılarda Osmanlı alfabesinde aslında olmayan "ة" gibi şeylerle ya da Ramazan kelimesinin "Dad" ile yazılması gibi şeylerle karşılaşabiliyoruz (Gerçi "dad" pelteğe yakın okunduğundan Türkçede hiç kasılmadan dad içeren her kelime Z ile geçmiş ama konu o değil.); haliyle Arapça kelimenin Arapça yazılışıyla 19. yy. İran ya da Osmanlıdaki yazılışı aynı. Osmanlıca ya da Farsça kurallarıyla (zaten hemen hemen aynılar) "Hüseyin" kelimesini okumak imkansızdır mesela, "Hasîn" falan diye okunması gerekir okunuş kurallarına bakarsak. Gerçi bunu Latin'de de sürdürüyoruz, Vilyım yerine William yazıyoruz (Hani W-V farkı? Arkadaşım koymamışlar işte, onun için de o harf kullanılıyor. Ona bakarsan da İA da I değil kapalı bir Æ'ye benzer tuhaf bir sesle okunuyor esasında. Yeni harf mi uydurayım şimdi? Ha uydururum, uydurmuşluğum da vardır ve günlük hayatta bir kısmını hâlâ kullanıyorum ama bu alfabe böyle işte, bence yetersiz ama bu haliyle bile hiçbir kelimeyi doğru yazamayanlar var, daha karmaşığı, fonetik ayrımların daha keskin olduğu hali mahvederdi ülkeyi. Manyağım oğlum ben, beni çıldırtmayın. Niye gaza geldim lan şimdi durduk yere böyle?).
Şu "Makineler işimizi elimizden alacak" kaygısı hakkında tekrar konuşacağım. Düşüncelerim değişmedi: Hâlâ bunun sadece yapılması gerektiği için yapılan ve başka fırsatı ya da belirli bir amacı olmayanlar dışında kimse tarafından yapılmak istenmeyen işlerden kurtaracak bir şey olduğunu ve insanlara -bilhassa yazılım ve öznel alanlarda- daha çok iş kalacağını düşünüyorum. Ama öyle olmasa bile, yani makineler gerçekten insanlara herhangi bir iş bırakmazsa bile bunu aşmanın son derece kolay bir yolu var: Devlet eliyle kurulmuş/kurdurulmuş şirketlerin hisseleri (Ekonomi konusunda pek bir şey bilmem daha önce de dediğim gibi, yani kastettiğim tam olarak hisse olmayabilir; kastettiğim geliri -ve tabii gideri- oranına uygun şekilde paylaştıracak bir şeyler. "Herkes 1 lira verse" olayındaki gibi ama şirket kârından pay ayrılıyor.) halka bölünebilir ve böylece bir insan, sırf belli bir devletin vatandaşı olduğu için biraz da olsa para kazanabilir. Hem zaman zaman tartışılan (Gündemi olmayan Kuzey Avrupa ülkelerinde tartışılan, bizim gibi doğu toplumlarının çok daha öncelikli sorunları ve altı bin yıldır çözüme hâlâ kavuşturulamamış tonla tartışması var.) "vatandaşlık maaşı" işi de devletin sırtına yük olmadan çözülür; zira bilinir ki doğu toplumlarında (Bu arada ne derseniz deyin Türkiye bir doğu toplumudur, bir Korelinin günlük hayatından seçeceğiniz herhangi bir şeyin bir Alman'ın günlük hayatından seçeceğiniz herhangi bir şeye daha yakın olma olasılığı çok yüksektir. Kore'yi duyunca egzantrik geldiği için onu seçtim bu arada.) devletin sırtındaki yük eninde sonunda toplumun tepesine binip onu mahveder. Aslında nedeni biraz da oldukça ironik bir şey: Doğu toplumlarında halk, devletten Batı toplumları gibi aristokrasi ve benzeri şeylerle ayrılmamıştır. Batıda hüküm için soyunuzu kanıtlamanız gerekir (aristokrasinin getirisi) ama doğuda kafanıza göre kendi kendinizi hükümdar ilan edebilirsiniz (Binlerce yıllık iç savaşlar ve göçebe ile yarı göçebe kültürlerin getirisi; Çin bu bakımdan daha ziyade Batılı gibidir çünkü onlar başından beri yerleşikti, Babilliler için de aynısı geçerli. Perslerin durumu karmakarışık, bugün bizim doldurduğumuz doğuyla batı arasında sıkışıp kalma rolü uzun asırlar boyu onlara aitti. Hayır onlar soydan da kaybediyor, biz en azından "Sizinle ne alakamız var ki?" diye artistlik yapabiliriz gerekirse ama Perslerin öyle bir şansı da yok. Yahudiler ise [Bu arada şu konuya bir açıklık getirelim artık: Yahudi: Hz. Yakup'un -İbranice: Yakov/Yakob-, özellikle de Yakup oğlu Yehuda'nın soyundan gelenler; Musevi: Hz. Musa dinine, yani Tevrat'a/Tanah'a tabi olanlar.] esasen yerleşik olsalar da önce Mısır'dan çıkış sonra Babil sürgünü falan derken göçebeden hallice yaşadılar tarih boyunca.). Arap toplumunda ilk gerçek devlet yapılanmasını kuran Muhammed bin Abdullah (Hz. Muhammed) halktandı, dönemin ileri gelen ve şehirde sözü geçenlerinden dahi değildi. Tarihin gördüğü en büyük komutanlardan Cengiz Han basit bir savaşçının oğluydu, Osmanlı öylesine, rastgele bir uç beyliğinden sivrildi, Japonya'yı birleştiren Oda Nobunaga bir askeri valinin oğluydu, bugün Kore'ye Kore dememize neden olan Goryeolu Taejo tüccarın oğluydu vs. vs. Büyük İskender'in babası kraldı mesela, buradan farkı ayırt edin. Yani özetle aslında bu durumun böyle olmasının temel sebebi eski çağlarda batıda soy anlamında ciddi bir kanıtınız yoksa sizi çarmıha germeleri, doğudaysa başarınızı ispatlarsanız soya ihtiyaç duymadan size hizmet edecek, davanıza yoldaş olacak birilerini bulabilmenizdi. Buna bir örnek olarak Cengiz Han'ın ilk oğlu Cuci, büyük ihtimalle Cengiz Han'ın kanını taşımıyordu (Yani, o dönemlerde kadın kölelerle [cariye "kadın köle"den ziyade "seks kölesi" gibi bir anlam taşıyor Türkçede, orijinal anlamı direkt "kadın köle" olsa da] ve zaten köle yapılacak kadın savaş esirleriyle birlikte olmak normaldi, doğuda da batıda da öyleydi ve doğuda, yani Merkitlerin memleketinin olduğu yerde normalin de ötesinde neredeyse bir kural ve hak gibiydi -zaten batıda savaş alanında kadınların olması daha nadir ve neredeyse bütünüyle "barbar" olarak anılanlara özgüyken doğuda, özellikle de İran, Sibirya ve ikisi arasındaki arenada daha alışıldıktı- ırzına geçilen köleler -ve tabii eğer savaş alanında öldürmeyi ihmal ettiyseniz geride kalan aileleri, sevdalıları, nişanlıları vs.- dışında kimse sizi bunun için suçlamazdı ve evliyseniz veya nişanlınız varsa bile bu aldatma olarak görülmezdi.) ama herkes ona ilk prens olarak davrandı ve Orta Asya'yı miras alan o oldu. Bu daha önce dediğim hilafet durumunda da aynı şey var: Kafanıza göre kendi kendinizi papa ilan ederseniz aforoz edilirsiniz ve bütün Hristiyan alemi (Protestanlar bile) sizi avlamak için birleşir ama kendi kendinizi halife, mesih, mehdi, deccal vs. ilan ederseniz sadece karşıtlarınız değil takipçileriniz ve siyasi destekçileriniz de olacaktır. Siyasi destekçi? Mevcut halifelerin biri ya da birkaçıyla mücadele içinde olanlar mesela, üstelik bu kişi büyük ihtimalle o mücadele içinde olduğu halifeyle aynı mezheptendir.
Umut Sarıkaya'nın "delirmekten korkmak" ve "parayı çok seven yaşlı" temalı bir karikatürü vardır, tek bir karikatür, evet. İnsan neden delirmekten korkar ki? Devamlı kaygı üreten bu korkak aklım olmasaydı çok daha mutlu olurdum eminim. Bir kadın çizip ona aşık olarak kalbimdeki boşluğu doldurma imkanı bulurdum en azından. Veya ne bileyim, belki dizi karakterleri ve anime kızları falan... Bu arada ehliyet vermiyorlar bana, psikolojik bozukluktan mı prim yapsam diye ciddi ciddi düşünüyorum. Hayır, bu aptalca bir düşünce, üzgünüm. Bir şeyleri prim için kullanabilecek olsam çoktan yapardım ve muhtemelen bu halde olmazdım. İçinin bomboş olması... Çok acıtıyor. Sartre saat 3.00'ın herhangi bir şey yapmak için ya çok geç ya da çok erken olduğunu söyler, aynısının gece uyumamış 23 yaşında ebedi bir yalnız için 6.00 için de geçerli olduğunu çoğunlukla görmezden geliyoruz. Sevimli ve anlayışlı bir kızla evlenip iki çocuk yapmak istiyorum, bir oğlan bir kız veya iki kız. Bunun dışında, istediğim pek çok şey daha var; pek çoğu bundan çok daha kolay gerçekleşebilecek şeyler: Mesela emrime kara alevden oluşan kurtlardan bir ordu verilmesi ya da ışınlanmanın bir an önce icat edilmesi gibi. Aaah, neyi zorluyorum ki? Betondan yapıldığı halde her nasılsa her çıtın tüm apartmanda duyulacağı geri zekalı apartman dairesinin tekinde ardımda hiçbir iz bırakmadan, yapayalnız öleceğim ve cesedimi ancak kokmaya başlayınca bulacaklar. Daha fazla zorlamayıp bir kabulgan olması umuduyla dişi kedi sahiplenmek önümdeki en mantıklı seçenek gibi duruyor şu an, kayanın tekine de ismimi kazırım artık. Uğraş, uğraş, uğraş... Hatırlanmak bir mesele, ardında bir şey bırakmak daha büyük bir mesele. Ardımda bir şey bırakabilirsem ismime ihtiyaç kalmaz. Fırsat yok, amaç yok, anlam yok. Ot gibi yaşayıp ot gibi öleceğim. Tamam, Azrail; sen haklıydın. İyi bir şeyler olmayacaksa neden beni hâlâ bekletiyorsun? Yanıldım, tamam mı? İyi olacağını sanmıştım ama olmuyor. Hiçbir şey değişmeyecek, asla iyi bir şey olmayacak; neden olsun ki? Bir şeyden eminim, ayrıca bu emin olduğum çok az şeyden biri: Nietzche mutlu öldü. Aklını yitirdikten sonra, eminim ki artık bütün o saçmalıklarla, kaygıyla ve çoğu hep beyinsiz olmuş, öyle olmaya da devam edecek toplumla uğraşmak zorunda kalmadığı için rahatlamıştır. Artık kendimi suçlamak bile verimsiz geliyor, başa dönüp yeniden toplumu mu suçlamalıyım yoksa edebimle intihar mı etmeliyim emin değilim. Belki de Tinder falan yükler ya da İnstagram'da millete ateş emojisi atarım, ne bileyim? Hava çok güzel bu arada. Ölmek için muhteşem bir gün. Daha çok işimiz var, mesela bir üç saat daha amk dünyasında hayatta kalmak için şart olan parayı bulamayacağımdan yakınacağım. Paraya dokunmadan yaşayabilmek için öyle bir ortamı alıp kurabilecek kadar paranız olması gerekmesi hayatın en temel çelişkilerinden biri ve kapitalizmi ayakta tutan temellerden de biri, buna yeterince önem atfedilmiyor gibi. Cehennem kapısında epey itirazım, önerim ve almayı talep edeceğim pek çok hak olacak. Cidden, bu dünyadan epey alacaklıyım. İtiraz ve önerilere gelince; komedi malzemesi olarak kullanılmamla, dünya hayatı denen amk şeyindeki bir ton anlamsız angaryayla ve beni böyle yarak kürek bir dünyaya göndermenin iyi bir fikir olduğunun Tanrı tarafından düşünülmesiyle ya da bana böyle bir beden verip sonra onu sağlam çıkamayacağı ve kendi başına ayrılamayacağı yerlere atmanın nahoş bir tavır olduğuyla ilgili olacaklar. Zaten cehennemliğim, fırsatım varken en azından intikamımı talep edeceğim. Ve eğer alırsam, şansımı doğru düzgün bir dünya için zorlayacağım. İçinde benimle evlenmeyi kabul edebilecek birinin bulunduğu ve doğasının ırzına geçilmemiş bir dünya için. Ayrıca el becerisi ve bazı şeyleri kolayca halletmeyi sağlayacak parmak şıklatma tarzı büyü için. Bu arada bu olayı başımıza kim sardı merak ediyorum, büyüye inansanız da inanmasanız da tarihte hiçbir büyücü böyle bir güç iddiasında bulunmamıştır, aslında epey karışık şeylerle uğraşıyorlar. Şu yukarıda dediğim paranoyak merakı konusu işte, bir şeyi merak edersem böyle oluyor ve o konuya zerrece merakım yoksa üç bin kere de anlatsanız aklımda kalmıyor. Örnek: Geometri. Hazır yeri gelmişken, bilmediğin bir konuda hikaye yazamazsın; tamamen sıfırdan bir fantastik evren kuracaksam sıkıntı yok ama Ejderha ve Mühür'ü yazmak için illaki araştırma yapacaktım, önceden yapıp kendi kendimi cinci hoca ilan edebilecek kadar "geleneksel büyü bilgisi ve muska yazıcılığı" birikimim olmasaydı yani. Al bunu Hogwarts'a ders olarak koy. Bu arada kastettiğim bunun tamamen gelenek ve inanç üzerine bir birikim olması, bilim doğası gereği doğaüstünü reddeder, zaten reddetmek zorundadır da yoksa her şey hakkında "Allah'ın takdiri" der ve zerrece bir gelişme, yeni bilgi elde edemeyiz. Ben bu konuyu yani din-bilim ayrımını düşmanlık veya karşıtlık olarak görmüyorum bu arada, sadece doğaları gereği farklı alanlara yoğunlaşmak zorundalar; ezkaza aynı veya benzer bir şey üzerine çalışmaları denk geldiğinde de o yüzden kavga çıkıyor. Aslında temelde din, felsefenin içinde bir alan veya biraz fazla sistematik bir felsefe olarak yorumlanabilir; dolayısıyla da bunlar sadece farklı yollardır, farklı düzlemlerdedir. Çakışmazlar çünkü zaten aynı şey üzerinde çalışmazlar. Bence bu konuda en güzel tavır Newton'a aittir: Oturup günahlarının listesini yapacak kadar mütedeyyin olan Newton, eğer "Bu havaya atılan niye asılı kalmıyor da düşüyor?" sorusuna "Tanrı öyle yaratmış, karıştırma." deseydi -ki diyebilirdi, kilise görevi yapmışlığı vardır kendisinin- bugün ne yerçekimini bilecektik ne de kütle çekim kanununu; haliyle Hubble Uzay Teleskopu da asla var olmayacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder