Bu kılıç/bıçak yapımcıları harbi manyak ha. Yok, eskileri diyorum, şimdikileri değil. Biri kılıcı at idrarında soğutur (Moğollar, Tatarlar ve büyük ihtimalle Selçuklu ile Erken-Orta Osmanlı), öbürü soğan suyuna sokar (Osmanlı dönemi Bursa ve İstanbul), biri bıçağa balık yağıyla (Zanaat içinde böyle dense de aslında balina, hatta yunus yağı; büyük ihtimalle mutur olduğunu tahmin ediyorum.) su verir (Sürmene), biri safir mafir sallar çeliğe (Şam ve Hint-İran bölgesi), teki "Böyle yeterince afili değil, şunu ters çevirelim." deyip dışbükey kılıçlar icat eder (Denizli/Yatağan. Muğla/Yatağan değil, hayır. Bu arada bu cümle kurulurken kopis gibi çok daha eski dışbükey kılıçların ve kukri gibi geleneksel [evet, kukri modern dünyaya ait değildir; geleneksel bir bıçaktır] dışbükey bıçakların olduğu gerçeği ile söz konusu kopisin muhtemelen yatağanın doğrudan atası olması ihtimali -ki epey yüksek olduğunu düşünüyorum zira hem coğrafi hem şekilsel uygunluk söz konusu- ihmal edilmiştir.), biri yok zerdeçal, karanfil, tarçın bilmem ne ile kılıç suyunu ecza dolabına çevirir (Memlük, Selçuklu ve Erken-Orta Osmanlı dönemi Bursa)...
Sabage-bu'ya başladım da efsane lan. Hayır ben zaten "yuri" göndermesine sahip SoL komedi bağımlısıyım ama bu seri harbi efsane. O dış ses yeter hgawadsj. Bu arada söz konusu dış ses bu tür animeleri izleyip laf eden mallara (Lan sevmiyorsan niye ısrarla bu tarz seriler izliyorsun? Silah mı dayıyorlar başına? 12 bölümlük animenin 9. bölümüne yazılan yorum "Bunun niye animesini yapıyorlar, ne mangalar var." olabilir mi aq?) demek isteyip diyemediğim her şeyi (Neden diyemiyorum? Çünkü bölüm yorumunda bölüm hakkında konuşulmasını istemeyen mallar hâlâ yorum yapabiliyorken ben kısıtlıyım. Bari neden banladığınızı söyleyin insafsızlar. Ulan bölüm yorumu kısmı o, bölümü izlemeden ne iniyorsun alta? Hadi iniyorsun, ne yapalım, geçen bölüm hakkında mı konuşalım o kısımda? Lütfen salakların anime izlemesi, hatta direkt internet kullanması yasaklansın ya, lütfen.) söylüyor bir bir, harbi efsane ya. Yalnız ben bu tür serilerin zaten hastasıyım ama karakterler falan gayet kaliteli, hani sadece kendi janrında değil, genel olarak kaliteli. Hatta tüm "shounen" karakterlerinin %80'inden falan daha kaliteli, daha sevilesi ve bağ kurulabilecek (Bana göre en iyi senarist/yazar sevilesi olmayan karakterle iyi bağ kurdurabilendir bu arada. Konu animeyken anime üstünden gidersek her ne kadar çakma, dandik bir "shounen" olup dünyadaki en acayip fan kitlelerinden birini başımıza sarmış olsa da BNHA mangakası bu konuda epey iyi iş çıkarıyor; Bakugo, Endevor gibi karakterlerle bağ kurdurabilmek her yiğidin harcı değil.) karakterler. Hazır konu animeyken: Hige wo Soru'nun 9. bölümünde Sayu'nun geçmişi kısmı... Ben sizin ta ebenizi seveyim e mi. Öhöm öhöm. Bak, hikaye duygusaldı tamam ama anlatım dandikti be. O hikayeyi doğru düzgün anlatıp seyirciye geçirebilseydiniz hüngür hüngür ağlatırdınız milleti. Benim dram eşiğim düşüktür mesela, beni üzmek için pek gayret etmenize gerek yoktur ama ben bile "Eee, ne oldu şimdi?" dedim bölüm bittiğinde. Hani bunu uzatmak yerine (SPO UYARISI) "Arkadaşı intihar etmiş, annesi onu suçlamış, Sayu da evden kaçmış." (SPO BİTTİ) şeklinde tek cümleyle geçirseydiniz daha çok duygu verirdiniz. Lan koskoca serinin duygusal arka planı, dramatik çekirdeği bu kadar kazmaca anlatılırsa kim niye ciddiye alsın sizin anlattığınız hikayeyi? Millet çeyrek bölümlük sekansla bölümden sonra insanları yerinden kalkamayacak hale getirebiliyor (Wonder Egg Priority. Her ne kadar bu seriye "Asıl son filmde." olayına girdikleri için kızgın olsam da yiğidi öldür, hakkını yeme. Bu arada "Asıl son filmde." falan demeyip "Açıklamıyoruz lan daha fazla bir şey, son da bu, ne anladıysanız." deseler katbekat saygı duyardım bu animeye. Kendisi efsane ama finali çöp seriler arasına girdi o film olayıyla benim için, filmi izleyince düşüncelerim değişebilir belki ama sanmıyorum. Muhtemelen "film nasılsa" düşünceyle güzelim evrenin içine edecekler. "Veteran weeb"im oğlum ben, artık 3 bölümde anlayabiliyorum kim ölür kim kalır, ne nasıl olur, aşk üçgeni salaklığı kimlere odaklanır, kim kız kim erkek falan...), sizin koskoca bölümünüz tek cümleden daha az duygu geçiriyor, bu ne lan? Hele "Daha önce yapmadık mı nasılsa?" gerekçesiyle Sayu'ya tecavüz etmeye yeltenen herifin bir sonraki bölüm iyilik meleğine dönüşmesi, üç bölüm sonra da "Sırf güçlüler diye istediklerini yapabileceğini sanan kişiler var." demesi (özeleştiri herhalde) nasıl bir karakter değişimi lan? Bu nasıl değişim oğlum İslamcı TV kanallarındaki ibretlik hikayeler anlatan diziler gibi, kafasına demir mi saplandı bu herifin? Yoshida da mı Naruto gibi "Talk no Jutsu" kullanabiliyor, hayırdır? İnsanlar değişemez demiyorum ama bir bölümde (Bölümler arasında zaman atlaması da yok ki aq, 1 gün sonrası lan.) tecavüzcü şerefsizden iyilik meleğine dönüşebilmen için gece uykunda Azrail'in falan seni ziyaret etmiş olması gerekiyor.
Otoyomegatari okuyorum yeniden, harbi efsane manga ha. Şu an Anis'in kısımlarındayım da keşke Anis ile Şirin'in hikayesi mangakanın meme çizmeye meraklı olduğu bir zamana denk gelmeseydi. Bir de arkadaşım İran ile Türkiye'yi ayıramıyorsanız çevirmeyin lan şu mangayı. Çevirmen arkadaş İran'da geçen Anis kısımları hakkında devamlı "Türkiye burası" notu yazmış da ona sinirlendim. Lan Ali zaten "Tebrizliyim ben." dedi baştan, daha onun memlekete var, o da belli; "Tebriz nerede acep?" diye bir baksaydın haritaya. Hadi onu geçtim birkaç bölüm sonra "Persian Gulf yakınlarında" geçtiği belirtiliyor Anis'in hikayesinin, çevirmen arkadaş onu da "Pers Körfezi" diye çevirmiş... Basra Körfezi nerede bir baksaydın keşke. Hayır tamam, kimsenin benim gibi Anadolu kubbesi ile İran kubbesini veya İran fesi ile Azerbaycan fesini görür görmez ayırt etme seviyesinde manyak olmasını beklediğim yok ama 19. yy. İran'ı ile 19. yy. Türkiye'sini ayırt edebil bir zahmet ya. Smith zaten Ankara'ya gitmeye çalışıyor, ne Türkiye'si? Hadi başta öyle sandın, tamam; ben de uzunca bir süre "Bu karakterler tam olarak hangi boydan?" diye düşündüm ama Basra Körfezi olayından sonra "Orası İran'mış ya..." falan diye bir not yaz bari. Puzzle Fansub'a ağır sövmüyor olmamın tek sebebi zamanında çok animelerini izlemiş olmam ve Otoyomegatari ile Horimiya'yı bir tek onların çeviriyor olmasıdır, Little Witch Academia olayını da unutmadım ayrıca. 3 ay bölüm verme sonra kız, bir açıklama yapsaydınız o zaman. Bu arada karakterlerin neredeyse hepsi düşündüğüm boydanmış, mangaka epey detaycı ve işini biliyor. Karluk ve diğerlerinin Uygur ya da Özbek olduğunu düşünmüştüm, Özbeklermiş (Gerçi haritada Uygur/Özbek yazıyor ama coğrafi açıdan 19. yy.da orada Uygurların olma şansı pek yok). Amir'in ailesinin Kazak ya da Moğol, olmadı Karakalpak olduğunu düşünmüştüm, Kazaklarmış (Haritada Kazak/Kırgız yazıyor ama börk şekilleri Kırgız'dansa Kazak'a daha çok benziyor; Kazak ve Kırgızların en temel ve genel damgalarından biri Amir'in abilerinden birinin börkünde işli. Aynı damga aslında Balkanlardan Çin'e kadar kullanılıyor ama halktan halka birazcık farklı şekilleri var.). Anis ile Şirin zaten İranlı ama Pers mi İran Türk'ü mü yoksa başka bir İran halkından mı bilemem (Gerçi Anis'in kocasının başındaki fes ile coğrafyayı düşünürsek muhtemelen İran Türk'ü, hatta tam olarak İran Azeri'si onlar). Leyla-Leyli ikizlerinin ya Pers ya da İran Türk'ü olduklarını düşünmüştüm, Taciklermiş. O da İran Türk'ü ile Pers'in tam ortası demek zaten; başka bir şekilde de "Orta Asya Pers'i" demek. Talas muhtemelen Türkmen ama haritada o yoktu galiba. Baktım, Karakalpak'mış. Haritada daha batıdaki karakterler gözükmüyor ama bir tane kan davası olayına denk gelmişlerdi, o olaydaki karakterler muhtemelen Kafkas veya Kürt (Giyimlerini miyimlerini hatırlamıyorum.); sonra Ankara'ya varıyorlar zaten. Orada çeviri bitiyor aq, inşallah atılmıştır yeni bölüm. Horimiya'da da böyle, 4-5 ayda bir bölüm çevirip atıyorlar. Lan manga final verdi Türkçe çevirisi hâlâ 5 ayda bir geliyor, bu nedir?
Şimdi, Fetih Marşı'nın -ki kendi başına çok güzel bir şiirdir, hatta adı gibi marştır; öğütle destan karışımı bir yapısı da vardır, Dede Korkut'un "Salur Kazan'ın Ejderhayı Öldürmesi" adlı son destanı bulunmadan önceki son boy (hikaye) olan "İç Oğuz'un Dış Oğuz'a Asi Olması"nı da andırır biraz- meşhur "Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın." dizesini ağzına sakız etmiş tipler var. Hayır bunların bu sözü olur olmadık kullanmalarından şiirden de bihaber oldukları çok belli, o şiir kültürü yükseltmekle, yıkılmış, kaybolmuş parçaları toplamakla ilgilidir. Bunu diyenlerin ekseriyeti kahvehaneden çıkmıyor veya ilgili yaşlarda çıkmamış kişiler, yani şiir asıl onları ilgilendiriyor (hatta doğrudan bu tiplere atılan birkaç taş bile var şiirde) ama haberleri yok ki şiirden. Şimdi bu şiire uygun hareket edecekseniz yapabileceğiniz üç şey var: 1) Bilim ve/veya sanatla uğraşmak -ki Fatih uğraşırdı, mühendisti lan adam; aynı zamanda bizzat Avrupalı ressamlara portre çizdirdiği bilindik bir şey, yine kendisinin içinde çizimler, Yunan, Roma ve Arap harfleri vs. olan karalama defteri de Topkapı arşivinde, her ne kadar onun olduğu kesin olmasa da; onun dışında felsefeyle ve felsefe tarihiyle ilgilenirdi, şiir yazardı- ama bu lafı ağzına sakız etmişlerin çoğunca bilim de sanat da boş iş olarak görülür (Sarayda da böyle mallar çoğunlukta olduğundan kendini daha önceki sultanlar kadar saray efradıyla bir tutmadı herhalde.). 2) Askeriyeyle ve diplomasiyle ülkeyi saygı duyulan ve korkulan (ABD'den korkulur ama saygı duyan pek fazla devlet yoktur, aynı şekilde İran'a -en azından Devrim Öncesi İran'a- saygı duyulur ama ondan korkulmaz; Roma'nın ve Osmanlı'nın en güçlü dönemlerinde hem korkulur hem saygı duyulurdu.) ki bunu da ülkenin başına geçmeden veya ülkenin en tepesindeki adamları kafalamadan yapabilmen pek mümkün değil. 3) Her ne iş yapıyorsun onun (en azından bölgende) en iyisini yapmak. Sucuk yapıyorsan en iyi sucuğu yap, duvar boyuyorsan en iyi şekilde boya, kumaş satıyorsan en iyi kumaşı sat. Eh, bu da yasal olarak para kazanmanın pek de mümkün olmadığı (hatta artık resmen imkansız olduğu), dolandırıcılığı teşvik eden yasalara sahip bir acayip ülkede yaşadığımız -ve insanların çoğu yakalanmayacağını, cezalandırılmayacağını ve yargılanmayacağını bilse en vahşi suçları işlemekten çekinmeyecek varlıklar oldukları, ağır yasalarla ve düzgün bir eğitimle yontulmamış olduklarından bizim ülkede sayının daha da fazla olduğu- için teknik olarak pek mümkün değil. Sonuç olarak bu tiplere "Bana on bin kişilik yeniçeri ordusu, Balkanlardaki ve Anadolu'daki en ufak olanlar da dahil bütün yerleşim yerlerinin sayısınca sipahi, tamamı silahlandırılmış şekilde ülke sınırlarındaki bütün Yörük, Türkmen, Tatar, Kıpçak, Muhacır ve Bursa Ermenilerini, şahi topu yaptırabilecek imkanlardaki atölye ve para ile Akşemseddin gibi hocayı ve Çandarlı gibi veziri ver de ben de fethedeyim." demek caizdir. Ha elbette Fatih'in başarısını sırf bunlara bağlamak çok da mümkün değil, şahi toplarını tasarlayabilecek mühendislik ve Bursa Ermenilerini kendi tarafına çekecek kadar diplomasi bilmek de gerekiyor ama bu tip adamlara laf anlatmaya uğraşacağınıza -büyük ihtimalle o sırada ot içmekten beyni yanmış Evliya Çelebi'nin hayalinden ibaret olan- Hezarfen gibi sırtınıza kanat takıp kendinizi bir kuleden atarsanız başarılı olma şansınız daha yüksek. Bu arada Fatih gerçekten genel olarak bilinenden çok daha büyük biridir, Osmanlı'yı Osmanlı yapan altı hükümdardan biridir (Diğerleri Orhan Bey, Murat Hüdavendigar, Yavuz, Kanuni ve II. Mahmut); mesela Bizans'ı yöneten hanedanın son üyelerini himayesine almış (Son imparatorun kızını Helena Hatun adıyla hareme almış, imparatorla ne yönden akraba oldukları bugün tam olarak bilinmeyen iki kişiyi de paşa yapmıştır. İstanbul'u alan Yavuz olsa "Bizim burada hakkımızı korur bunlar, hanedan hâlâ İstanbul'da ama bize tabi olursa uluslararası haklı gerekçemiz olur." falan demeden kalan bütün hanedan üyelerinin başını kestirirdi muhtemelen.), Giritli savaşçıların gitmesine izin vererek Ege'nin en önemli noktalarından birinde Osmanlı'ya karşı minnet oluşturmuş, Ali Kuşçu'yu* devlete alıp öğrenip programı hazırlatmıştır vesaire... Fatih'in amacı İstanbul'u almak değildi bu arada, sadece amaca yönelik temel ve olmazsa olmaz bir adımdı İstanbul'un Fethi. Fatih, devleti 3. Roma İmparatorluğu olarak dizayn etmişti; tam bir meritokrasi ve bütün dünyadan izler içerdiğinden bütün dünyada hak iddia edebilecek yüce bir devlet kurmaktı büyük ihtimalle amacı. Örneğin Fatih'in ve sonraki padişahların unvanlarından biri de "Kayser-i Rum"dur. Kayser-i Rum ne demek? Sezar demek. Hayır, gerçekten öyle: Rum aslen Romalı/Roma vatandaşı demek, kayser de Latince "caeser"in (okunuşu ilk dönemler kaeser, daha geç olarak kæzer; S'yi kesin İngilizler sarmıştır başımıza) Arapçadan Farsçaya oradan da Türkçeye sıçramış hali (Kayseri -şehir olan Kayseri- de "Sezar'a ait, Sezar'la ilgili" demek bu arada). Sezar isim değil unvandır. Yani adam basbayağı "Roma İmparatoru" unvanını kendine almış durumda, eh, son hanedanın iki üyesi de kendisine bağlı paşalar. Üstelik dediğim hak iddia etme olayını yapabilir, o devirde veraset geçer akçeydi (kılıç kadar olmasa da). Cermenler kendi devletlerine Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu diyerek Roma'nın ve Katolik Kilisesi'nin hüküm sürdüğü her yerde hak iddia ediyorlardı, Harezmşahlar yine Selçuklu'nun varisi sıfatıyla bütün Türkistan'da ve hatta Anadolu'da hak iddia ediyordu vesaire... Selçuklu'nun varisi olduğunu ilan ederek bütün Türkistan ve İran coğrafyasında, batıda Ege Denizi'ne, doğuda Çin Seddi'ne, kuzeyde Aral Gölü'ne, güneyde Şam ve Bağdat'a kadar bir alanda hak iddia edebilir, üstüne Roma'nın varisi postunu da üstüne alırsa -ki aldı- bu sınırlar batıda Londra, güneyde Kahire, kuzeyde Viyana'ya kadar artar. Mesela Fatih'in halifelik iddiası da vardı, Yavuz hilafeti Osmanlı'ya getirmemiştir; yaptığı basitçe diğerini ortadan kaldırıp tek Sünni halife olarak kalmaktır. Hilafet öyle "Tamam sensin." diye bir şey değildir, Sünnilerin ve Şiilerin ayrı halifeleri vardı uzun dönem boyunca ve onları beğenmeyenler de rahatlıkla kendi hilafetlerini ilan edebiliyor ya da birilerini halife gösterebiliyorlardı, özellikle Hariciler ve tarikat düzeyinde ana koldan ayrılan gruplar sık sık kendi halifelerini ilan ederdi. Özellikle Anadolu Selçuklu döneminde biri bir gün derviş, bir gün dilenci, bir gün asker, bir gün şehzade, bir gün halife olarak öne çıkabiliyordu rahatlıkla. Şah İsmail'den Celaleddin Harezmşah'a, Hasan Sabbah'tan Yıldırım Bayezid'e, Siyavuş Cimri'den Saadettin Köpek'e kadar Türk-İslam tarihi kendi kendini halife ve/veya hükümdar ilan eden kişilerle doludur. Mesela kendini Roma İmparatoru ilan etmiş ilk Türk hükümdarı Fatih değildi, ondan çok önce Çaka Bey bunu yapmıştı. Bu arada "iki halkın/devletin hâkimi" olayı da yine Fatih'ten önce yapılmamış bir şey değil. Selçuklular "Türk Hakanları ve İran Sultanları" idi örneğin, Timur "Türklerin ve Moğolların emiri" idi. Selçuklu veraseti inanılmaz güçlü bir iddiadır, Kafkasya'nın, İran'ın, Türkistan'ın, Anadolu'nun ve Irak ile Suriye'nin varisi postunu doğrudan üstünüze verir. Fatih'in iddialarına geliyoruz: Selçuklu veraseti, tamamdır. Roma veraseti, yarım saattir ne anlatıyoruz burada, o da tamam. Avrupa da geldi. Hilafet... Hilafet İslam dünyasının tümünde hak iddia etmenizi sağlar ama hak iddiası olayında coğrafi kısıtlama daha fazladır. Bununla beraber... "Halife" sıfatı size Kudüs, Hicaz, Habeş (Etiyopya) ve Mısır'ı verir. Bir şeye dikkat ettiniz mi? Bu sınırlar Osmanlı tarafından hep ilk olarak alınmaya çalışılmış yerler. Başka bir deyişle Selçuklu'nun ve Roma'nın varisi olup bir de üstüne Halife olmak size Avrasya'nın tamamına yakınını verir. Bir de Selçuklu, Roma ve Halife içinde fazla sayıda veraset taşır. Kademeli gidersek Selçuklu: Türk ve İran. İran: Kuzey Hindistan'dan Orta Anadolu'ya, Kafkasya'dan Irak'a kadar. "Coğrafya ve ülke haritasını karıştırmayın." diye daha önce de söyledim. Türk zaten malum... Roma: Avrupa halklarının alayı, ayrıca Antik Mısır (dolayısıyla Mısır Coğrafyası), Kudüs'ün de içinde bulunduğu Levant (Hem Pagan hem Hristiyan dönemlerde). Avrupa halkları zaten, yani... Sadece en temeli Antik Yunan: Ege ve Doğu Akdeniz'in tamamı ile Güney Karadeniz. Antik Mısır: Kuzey Afrika'nın tamamı. Hilafet: Arap yarımadasının tamamı, İran ve Endülüs. Endülüs? İspanya oluyor kendisi. Özet olarak bu üç payeyi (Selçuklu varisi, Roma varisi, Halife) sırtına alırsan Çin Seddi'nden daha batıdaki herhangi bir yerde hak iddia edebilir hale geliyorsun. Hatta Kuzey Vey Tabgaç Devleti olsun, Kansu Uygur Krallığı olsun daha iç tarafta da hak iddia edebilirsin. Hatta ve hatta yine Selçuklu üzerinden Türkistan hakkı iddiasında işi Cengiz Han'a dek götürebilirsen (Timur'a yenilmiş Yıldırım Bayezid yapamazdı ama Mengli Giray'ı kanatları altına alan Fatih ya da Mengli Giray'ın kızıyla evlenmiş olan Yavuz veya Mengli Giray'ın torunu olan Kanuni yapabilirdi.) bütün Avrasya'da (Japonya gibi o dönemler biraz da zorunluluktan kendi içinde kalan bir yerde bile) hak iddia edebileceğin anlamına gelir. Yukarıdaki bir parantezde dediğim gibi kılıç, verasetten daha geçerli bir akçe olduğundan bu iddianız savaş açıp oraları ele geçirmedikçe ya da iddiaya sorgusuz sualsiz itimat edecek kerizler bulamadıkça sadece kendinizi tatmin etmeye ve uluslararası arenada daha sağlam olmanıza yarar. Hani Amerika'nın "demokrasi götürme" olayıyla aynıdır yani, "Niye savaş açtın?" diye sorana "Orası benim hakkım, vermediler." deme imkanı tanır, başka da bir şeye yaramaz. Yine de bu imkan durduk yere birilerinin size savaş ilan edebileceği (veya aynısını sizin de yapabileceğiniz) bir dünyada epey işlevseldir, dolayısıyla tarih boyunca herkes bir veraset iddiasında olagelmiştir.
*Önce "kafir Moğol" ilan eden Timur'un soyundan Uluğ Bey'e, sonrasında Fatih dönemi Osmanlı'nın en büyük baş belalarından Uzun Hasan'a (Karamanoğulları sorunu zaten kronikleşmişti, Osmanlı bir şekilde savaşla ve siyasetle Anadolu beyliklerinin çoğuna Selçuklu'nun varisi ve yeni hükümdarlar olduklarını kabul ettirip fethetmişti ama Karamanoğulları, Ramazanoğulları gibi birkaç istisna hâlâ asıl varisin kendileri olduğunu iddia ediyordu; Konya'ya sahip olup Selçuklu'nun devlet yapılanmasını ve bir şekilde arda kalan vezirleri, komutanları doğrudan üstlerine geçirdiklerinden, bir de Selçuklu'nun geç ve Osmanlı'nın erken dönemlerinde Anadolu'daki esas siyasi ve askeri gücü elinde tutan Afşar boyundan olduklarından kafasına göre takılan diğer beyliklere kıyasla Osmanlı için gerçek tehdit en baştan beri Karamanoğullarıydı.) hizmet eden biri kendisi. 2. Murat ya da 2. Beyazıt'ın bu adama yapacağı kellesini kesip Türkistan boyunca dolaştırmak olurdu. Bu arada tarih boyunca Türk devletlerine en çok zararı verenler daima diğer Türk devletleri olmuştur. Moğolların Orta Asya'yı ele geçirdiği istisna dışında neredeyse bütün Türk devletleri bir diğeri tarafından yıkılmıştır. 2. Doğu Göktürk Kağanlığı'nı Uygur Kağanlığı ile Hazar devleti yıkmıştır mesela. Gaznelileri Karahanlılar ile Selçuklu, Karahanlıları yine Selçuklu, Büyük Selçuklu'yu Harezmşahlar ile Memlükler, Anadolu Selçuklu'yu Karamanoğulları, Osmanlılar (evet, bu pek bilinmez ama öyledir) ve Memlükler, Avrupa Hun Devleti'ni Avar Kağanlığı, Avar Kağanlığı'nı Kırım Giraylığı, onu da Osmanlı, Uygur Kağanlığı'nı Kansu Uygur Devleti ve Karahanlılar, Doğu Hun Devleti'ni Batı Hun Devleti, onu da Akhunlar, Kutbşahları Babürşahlar, Safevileri Kaçarlar, Harezmşahları Anadolu Selçuklu ve Osmanlı, Karakoyunluları Akkoyunlular, Karamanoğulları ve Safeviler, Akkoyunluları yine Safeviler, Osmanlı'yı bir kez Timurlular, bir kez de Türkiye Cumhuriyeti, Timurluları Buhara Hanlığı, onları Afşar Hanedanlığı, onları Buhara Emirliği vesaire... Kronolojik gitmeye kalkarsanız işin içinden çıkamazsınız, hale bak. Bunun iki büyük istisnası vardır dediğim gibi (Bir demiştin ama...): İlki Moğollar, ikinci Sovyetler. Bir de Osmanlı-Türkiye'de olduğu gibi saldırıp yıkmak yerine devletin dönüştürülmesi durumu var ama o da teknik olarak yıkmak sayılır, birkaç başka istisna daha olsa da onlar dediğim gibi "istisna".
Çoğu insanın almayacak (veya alamayacak) olsa bile ürünlere ve fiyatlara bakma alışkanlığı var sosyal medyadan falan görüldüğü kadarıyla... Bende de var bu; canım sıkıldıkça kılıç, ok, deniz akvaryumu lambası, 5 mevsim çadır falan bakıyorum... Yalnız geçen örslere baktım da örs fiyatları niye o kadar yüksek lan? 1500'den başlıyor boyna artıyor.
Bir süredir güneş olduğunu iddia eden şey tepemdeydi ama yine gitti galiba. Veya saat 07.20 olduğu halde hâlâ uyuyamamış olmamın etkisi var. Neyse. Sisifos'tan ne farkım olduğunu merak ediyorum bazı bazı. Ne yapıyorum ki ben? Ne işe yarıyor? Ne önemi var ki? Boş tatminler peşinde koşup duruyorum. Bir şeyi istedim ve elde ettim... Eee, sonra? Ne olmuş yani? Ne önemi var ki? Yaptın da ne oldu? "Şunu yazmayı bitirdim..." E, aferin, ne oldu şimdi peki? "Çizdim bak bunu nihayet." Peki, ne yapayım? Ne anlamı var ki? Ne önemi var ki? Ne anlamı var? Hazır Sisifos deyip Yunan mitolojisinin Zeus'un azgınlıkları dışında kalan, hatta doğrudan insanlarla ilgili kısımlarına giriş yapmışken şunu belirtmek istiyorum: Freud, Jung, ikiniz de ibnesiniz. Hele Freud, sen o puro hikayesinden kelli tescilli ibnesin. Sizin yüzünüzden Oedipus'u sapığın teki sanıyor lan millet. Elektra Sendromu görece daha az biliniyor da Electra'ya orospu muamelesi yapan pek fazla kişiyle karşılaşmıyoruz neyse ki. Ha orijin hikayeleri açıp okumamak söz konusu milletin salaklığı, onu kabul ediyorum ama sırf Antik Yunan kültürü ve Roma mitolojisi göndermesi yapmak için zorlama isimler koymak da sizin hatanız. Hani Nasreddin Hoca hikayesindeki gibi hırsız suçlu tamam da hırsıza cesaret veren daha suçlu.
Bak, şu geçenki konuda dediğim "Bir yerde bir kusur olacak ki rahatlayayım." şeyi kendime gelince işlemiyor son derece ilginç bir şekilde. Bir şeyi tam yapmazsam hiç yapmama veya yapmışsam bile kimseye göstermeme eğilimdeyim. Mesela şu devamlı şikayet ettiğim "bir basılı kitabım bile yok" olayının yayınevleriyle, okuyucuyla vs. hiçbir ilgisi yok. Tamamen henüz yazdığım hiçbir şeyi (buna Ejderha ve Mühür'den önce yazdıklarım arasından değer biçtiğim tek şey olan Sahte Kahramanlar ve Kara Cadı da dahil; Ejderha ve Mühür ile asıl tarzımı bulduğumu hissediyorum, e bir de Kyouka yüzeysel kalmayan, gerçek bir kişiliğe sahip ilk kadın karakterim; dolayısıyla E&M [Erdal ile Mecnun. Erdal Bakkal evet, tuzluk olan jhsgdjas.] benim için ayrı bir yerde duruyor.) yayınlamaya/yayınlatmaya uygun bulmadığım ve başvuru vs. yapmadığım için. Gerçi direkt bir yerlere böyle başvuru yerine önce dergilerde falan bir şeyler yazıp çizmek, adımı (Daha doğrusu mahlasımı ve hatta mahlaslarımı, farklı şeyler hatta aynı şey için bile farklı mahlaslar kullandığım oluyor. Şimdiye kadar yazdığım ve yaptığım şeyler arasında gerçek adımı, yani gerçek tam adımı kullandığım herhangi bir şey olmadı [O alttaki isim gerçek tam adım değil, hayır. O da mahlas.]. Gizemli sanatçı olmak istiyorum ben, eserlerimi herkes bilsin ama kim olduğumu sadece yakın çevrem bilsin -ki benim yakın çevre tanımım bayağı dardır-. Hem yüzümü görüp ne yapacaksınız, tipim bir şeye benzemiyor zaten. Hayır işin ilginci tek tek bakınca, göz, kaş, ağız, kol, bacak, parmak falan ayırınca tipimde bir sıkıntı yok ama birleşince niye böyle oluyor anlamadım gitti... Veya yüzüm de bilinse hep bir "Kim ulan bu?" gizemi kalsın istiyorum. Bir sebebi hem sosyal fobi hem sahne korkusu sahibi olmam; gerim gerim geriliyorum eleştiriden, yorumdan iyi ya da kötü, yapıcı ya da yıkıcı olduğu fark etmeksizin... Yalnız övgü kötü yorumdan veya herhangi bir eleştiriden daha çok geriyor beni, elim ayağım dolaşıyor, ne diyeceğimi bilemiyorum. Diğer sebebi gerçek tam adımın ülkedeki en yaygın ad-soyadı kombolarından biri olması. Yani gerçek adımı kullanmaya kalksam bile kesin arada kaynar giderim, görece nadir isme sahip Enis Batur bile Enes Batur üzerinden espri konusu oluyor. Burada yazdıklarımda bile bir kısmımı saklıyorum; özellikle yapıyor falan değilim, içgüdüsel olarak gelişiyor. Alışkanlıktan mı yoksa doğuştan mı olduğunu hatırlayamayacak denli uzun süredir yapıyorum bunu.) biraz olsun duyurmak daha mantıklı geliyor ama işte dergi bulmak sıkıntı; hoş bulsam bile anca son teslim tarihinde içime sinmemiş bir dosya gönderip Ejderha ve Mühür'ün blogda yayınladığım ilk versiyonunda olduğu gibi birkaç haftada bir düzeltme ve/veya açıklama yayınlarım muhtemelen. Öte yandan zamanımın daralması kadar yaratıcılığımı kamçılayan bir şey yok ama önce biraz süre lazım. Hani diyelim ki 2 hafta süre var; o iki haftanın 1,5 haftasını düşünerek, "Yapılamaz ki bu ama..." diye şikayetlenerek geçiririm ama o sırada fikirler çarpışır ve demlenir (hele bir de gece yarısı, yapacak işim olmadan sırf uyuyamadığımdan boş boş takılıyorsam) ve son 4 günde öyle bir atağa geçer ki 2-3 günde tamamlayıp teslim ederim. Benim bir şeyleri doğru düzgün yapabilmek için önce düşünme süresine, sonra da bir son teslim tarihine ihtiyacım var. En tatmin olduğum şeyler hep bu şartlar altında çıktı. 2-4 hafta ideal, en ideali de 3 hafta; 1 haftada yeterince iyi fikir çıkmıyor, 1 aydan uzun sürede de onu yapmam gerektiğini bile unutuyorum. Yalnız o son teslim tarihini başkasının koyması gerekiyor, ben koyarsam cıvıtıyorum, yalan oluyor son teslim falan.
Küçük yaşlardan beri sektirmeden Cuma'ya giderdim, bir üninin ilk senesi derslerden bir de işte salgın döneminde falan gidemedim. Ha şu insanı dinden imandan çıkaran müezzinler yüzünden sonrasında gider miyim meçhul. Geçen zamanda daha özcü bir görüşe kaymam da cabası. Hah, neyse, ben kendimi bildim bileli camilerde yardım parası toplanır. Toplansın elbet, kimsenin hayrına mani olacak değilim ama benim sorularım var:
1) Camilerin giderlerini, bakımlarını vs. diyanet karşılamıyor mu?
2) Karşılamıyorsa diyanet bütçesi tam olarak ne işe yarıyor? Bir tek hoparlör mü megafon mu ne haltsa onu kökleyip araba almaya mı yarıyor?
3) Hatta öyleyse diyanet diye bir kurum niye var? Fetvayı, icazeti Nihat Hatipoğlu verir, camilerin bakımını cemaat yapar... Peki diyanet işe yarıyor bu durumda?
Ya camilerin -hatta başta cemevleri olmak üzere diğer tüm ibadethanelerin de- giderlerini diyanet ödesin ya da imamlar eski usulde bağımsız olsun, istedikleri hutbeyi versin -ki bu durum mezhep camilerine yol açar ama bin tane cami var ülkede, halkın yarıdan fazlası da Sünni-Alevi-Şii dışındakilerle bunların iç ayrımlarını bilmiyor; pek bir şeyi etkilemez yani-, geçimlerini de cemaatin bağışları ve kendilerine yahut camiye ait dükkanlardan vs. karşılasınlar, diyanet sadece devlet ile inanç arasında bir köprü görevi görsün ya da onu da görmesin komple kaldırılsın.
Bak şimdi, Ekşi'de "Hz. İsa'nın hiç yaşamamış olma ihtimali" diye başlık var... Yalnız başlık altında çok acayip bir insan tipi var. Hani tek bir tane de değil, 3-5 tane var bundan. Şöyle bir tip bu: Hz. İsa'nın hiç yaşamamış olduğunu düşünüyor, e, haliyle İncil'e de Kuran'a da inanmıyor. Yalnız Hz. İsa'nın Kuran'daki soyağacının yanlışlığını kanıtlamak için İncil'i baz alıyor. Birader madem İncil'in Tanrı kelamı olduğuna inanmıyorsun, hatta İsa diye birinin bile yaşamadığını düşünüyorsun; o zaman neden konu soyağacına gelince İncil'i tek ve kesin kaynak olarak alıyorsun? "Ülkede inanan da inanmayan da aynı derecede mal." deyip dururken kastettiğim bu işte. İnsan inanmadığı bir şeyin yanlışlığını kanıtlamak için yine inanmadığı bir şeyi kullanır mı lan? Sonra "İnançta çelişki var." diyorsunuz. E, sende yok mu?
Ülkedeki acayip tiplerden biri de tarih bildiğini sanan ama bilmeyen kişiler. Yok, hayır, II. Abdülhamit gibi tartışmalı karakterlerden bahsetmeyeceğim. Esas diyeceğim şu: Harf Devrimi'nden bahsedilirken konu mutlaka Göktürk alfabesine gelir ama katiyen Uygur alfabesinden bahsedilmez. Enveri harflerden de nadiren bahsedilir ama o sadece askeriyeyle sınırlı kalmış, pek yaygınlaşamamış bir alfabe olduğundan ondan bahsedilmemesi normal. Hayır "Gerek yok şimdi." gibi bir tavır da yok, neredeyse kimse haberdar değil Uygur alfabesinden. Neredeyse herkes Göktürk alfabesinden doğrudan Arap alfabesine geçtik sanıyor. Bu arada buna Arap alfabesi denemez. İran alfabesi ya da Arap harfleri dersen o zaman olur bak ama Arap alfabesi değil. Hah, neyse; ulan sonradan Moğolların bile "Kullanırız biz bunu." diye alıp Sovyetlere dek kullandığı alfabeden haberi yok milletin. Bir sebebi Türk eğitim sistemi dediğimiz garabetin vermeye tenezzül ettiği bilgiyi de yarım yamalak vermesi. Mesela bu durum yüzünden Orta Asya'daki son Moğol izlerini de süpürüp Türkistan'ı yeniden Türkeli yapmış Timur'u Moğol sanıyor millet. Gerçi Timur ta Osmanlı'ya savaş açtığında "kâfir Moğol" ilan edilmişti. Bizdeki tarih eğitimi fazlasıyla verasetçi zaten: Cumhuriyet, Osmanlı, Selçuklu, Gazneli, Karahanlı... diye düz bir hat üzerinden gidiyor. Şimdi diyebilirsiniz tabii "Bir ülkenin kendi tarihine önem vermesinde ne sorun var?" diye. Sorun yok elbet, bence de böyle olmalı... da bu ülkenin tarihinde bir tek Osmanlı yok işte, sorun orada. Yukarıda dediğim gibi Osmanlı için başından beri asıl tehdit olan Karamanoğulları bile üstünkörü geçilir, Karamanoğulları da bu ülkenin tarihinin parçası hem de önemli bir parçası. Anadolu'yu Anadolu, Osmanlı'yı Osmanlı yapan devletlerden biri Karamanoğulları. Memlükler, Karakoyunlular, Akkoyunlular da bu ülkenin tarihinin parçası. Bunlardan ne zaman bahsedilir? Osmanlı'yla ilişkileri ve savaşları anlatılır sadece. Mesela lise tarih dersinde "Mısır'daki Türk Devletleri" diye iki-üç saniyede geçilen bir başlık vardır, yani ben lisedeyken vardı. Orada Tolunoğulları vardır, Ihşidiler/Akşitler vardır ama Memlükler yoktur. Mısır Türkleri ile Mısır Kafkaslarını özgürleştiren Baybars hakkında tek kuple laf edilmez, Doğu Kıpçak'ı diye herhalde (Daha çok Kazaklar sahip çıkıyor ama Baybars'ın devrinde henüz Kangarlar Kazak, Kıpçak, Karakalpak vs. diye ayrılmamıştı, ayrılmışsa bile bu ayrılma oba/aşiret düzeyindeydi.); gerçi Aybek'i anmadan Baybars'ı anmak daha dandik bir durum ama konu o değil şimdi. Mesela Kaçar Hanedanlığını da bilen yoktur doğru düzgün. Hani o İran ile mevcut sınırımızı belirleyen adını unuttuğum antlaşma var ya? İşte o antlaşma Osmanlı ve Kaçar Hanedanlığı arasında imzalandı. Peki kim bu Kaçar Hanedanı? Azerbaycan. Hayır, dalga geçmiyorum; gerçekten öyle. Türkiye için Osmanlı neyse Azerbaycan için de Kaçar Hanedanı odur. Bak mesela aynısı Selçuklu ve Safevilerde de vardır ama bizdeki tarih eğitiminin haddinden fazla verasetçi olması nedeniyle özbeöz Azerbaycan Türkmen'i olan Şah İsmail'i Pers sanır millet. Onun dışında sadece devleti değil toprağı da anlatman gerekir, yıllarca bu topraklara hâkim olmuş devletlerden de neredeyse hiç bahsedilmez. Selçuklu'yu Selçuklu yapan İran'dan bahsedilmez, yine Osmanlı'yı Osmanlı yapan devletlerden biri olan Bizans sadece savaşlarla, antlaşmalarla anlatılır. Sadece oldukça kısa bir "Anadolu Medeniyetleri Tarihi" kısmı vardır, işte Lidyalılar parayı buldu, Hititler, bilmem ne... Yalnız burada da Trakya denen yerin adının Trakya olma sebebi olan Traklar yokmuş gibi davranılır. İyi de bu devletlerden sonra İran var, Medler var, Roma var... Roma ile Göktürk Devleti'nin sınır komşusu olduğunu, hatta ve hatta birbirlerine elçiler gönderdiklerini, Romalı bir diplomatın Göktürk Devleti'nde yaşadıkları hakkında bir kitap yazmış olduğunu ve bu kitapta Türk tarihine dair ilk ve tek insan kurbanı bilgisinin yer aldığını (Genel bilgi Moğollarda olup Türklerde olmadığıdır.) bizim tarih eğitiminden geçmiş biri ilk öğrendiğinde şoka uğraması işten bile değildir. Hele ne Anadolu ne Türk tarihinden ayrıştırılması mümkün olmayan Kafkasların tarihi hakkında en ufak şey söylenmez; oysa bu toprakları kuzeyde Kafkas halkları (veya Kafkaslar, hem dağ hem halk adı olarak kullanılabilir bu. Kafkaslı diye bir kelime yok yalnız, benzer şekilde Hintli ve Yunanlı da yok; Hint ve Yunan'dır o. TDK dil nedir, ne değildir öğrenene kadar yok bu kelimeler Türkçede.), güneyde Araplar, batıda Rum ve Yunanlar, doğuda İrani/Farisi halklar, merkez noktada da Türkler şekillendirmiştir. Bunlardan biri eksik olsa ne bu mutfak olurdu ne bu kültür ne de bu mimari. Hatta bu Türkçe bile olmazdı; tabii (eksik olanın Türkler olmaması durumunda) bir "Günümüz Türkiye Türkçesi" olurdu ama bugün konuştuğumuz dille alakasız, Göktürklerin veya en azından Karahanlıların konuştuğu dilden çok fazla uzaklaşmamış, günümüz Uygurcasına şu anki halinden çok daha yakın bir dil olurdu; muhtemelen İran Türkçesi (Oğuz dilleri tabii, kalkıp da Halaççadan bahsetmiyorum), Türkmenistan Türkmencesi ve Azerbaycan dilinden pek ayrışmaz, sadece yerel ağız düzeyinde farklılık gösterirdi. Ha tabii tek suçlu insanı bir şeyler öğrenmekten soğutan eğitim sistemimiz değil, herkesin kendini alleme-i cihan sanıyor, dolayısıyla da ya araştırmıyor ya da hayvan gibi araştırdıktan sonra -her nasılsa- yanlış sonuca varıyor olması muhtemelen esas mesele ama okul bize bir şey öğretmeyecekse neden var? Okuldan öğrendiğim bilgiler bir elin parmağını geçmez, ne biliyorsam kendim merak ettiğim, araştırdığım, ilgi duyduğum için öğrendim. Bu arada "okulsuz eğitim" diye bir kavram var, duyduğum en mantıklı şeylerden biri, bir araştırın onu. Hani okul işlevsel değilse o zaman kaldırın ulan şunları, yerine iş gören bir şey koyun. Ne olduğunu da kendiniz bulun, her şeyi benden beklemeyin. Zaten "Şöyle bir şey olsa ne güzel olur..." deyip "Olmaz öyle saçma şey, nasıl yapacaklar?" cevabını aldığım hemen hemen her şey 4-5 yıl sonra ya haberlere ya reklamlara düşüyor, sinir etmeyin lan insanı. Akıllı olun, ciğerimi yiyin. Alkol sigara da yok hem, mis gibi tertemiz ciğer; kavurması güzel olur. Tekliflere açığım hjaswgısfaılk.
Exxen'in tekrar çekeceği Leyla ile Mecnun'a dair zerrece bir umudum, beklentim, heyecanım yok ha. Kesin iğrenç olacak; halbuki bu haberin hayatımdaki en büyük heyecanlardan biri olması gerekiyordu (o biraz benim hayatımın dandikliğinden de olabilir, hayatım yok ki lan benim; hayatsız herifin tekiyim ben) ama hiçbir beklentim yok ya... Doğru düzgün olur inşallah da yerim bu laflarımı. Aynı dua Wonder Egg filmi için de geçerli bu arada. L&M'ye dönersek: Muhtemelen hem siyasetten hem halktan gelen baskıcılıkla esas olayı, hatta tek olayı absürtlük olan bir diziyi saçma sapan bir kalıplar çerçevesine sokmalarından endişeleniyorumdur. "Nasıl bu dizinin tek olayı absürtlük ya? Birbirinden efsane karakterler, müthiş dramatik altyapı vs. ne olacak? Ya şu yazı?" diye soruyorsanız, tabii bunları inkar edecek değilim. Yine de bu dizinin Üsküdar'a Giderken'in kaderini yaşamamasının (veya çok daha geç yaşamasının) da Kardeş Payı ile İşler Güçler'den ayrışabilmesinin de esas sebebi içerdiği aşırı absürtlüktür ("Bu üç dizide absürtlük vardı ama..." İşte "aşırı" kelimesini kullanma sebebim o.).
Türkiye'nin teknolojik açıdan gelişmeye çalışma süreci çok acayip. Sahneden düşen robotla vs. dalga geçme eğiliminde değilim, sonuçta bir yerden başlamak lazım... da neden Osmanlı'nın sonunu hazırlayan "Başkası nereden başladıysa biz de oradan başlayalım." mantığını sürdürdüğümüzü anlayamadım. Hani halihazırda var olan teknolojiyi kullanmıyoruz, kullanmasak bile direkt onu üretmeye çalışsak o da bir gelişme ama onu da yapmıyoruz. Ne yapıyoruz peki? O teknolojiyi sıfırdan icat etmeye kalkıyoruz; haliyle işler sarpa sarıyor. Oldu olacak bilgisayar yazıcısı üretmek isteyen firmalar da işe Antik Çin matbaasıyla (Matbaayı bulan Gutenberg değildir. Hatta matbaa denen şeyi Avrupa'ya götüren de tıpkı barut, arbalet ve daha birçok şeyde olduğu gibi Moğollardır. "Ha Batı'nın hiçbir şeyi yok, her şey Asyalı zaten aq." biçiminde itiraz edeceklere aha, adamın gol diyor. Gutenberg'in yaptığı matbaayı modern hale getirmek ve yaygınlaştırmaktır, yani evet, "modern matbaa"nın mucidi Gutenberg'dir ama matbaa denen şeyin kendisinin mucidi değildir. Antik Çin matbaasının adını -yani Çince, olmadı Japonca veya Korece, hatta Tayca, Vietnamca, Moğolca falan da olur, adını- aradım ama bir türlü bulamadım.) başlasın. Hazır teknoloji falan demişken tarım hakkında da konuşmak istiyorum (Bu böyle olmayacak, en iyisi "Devlet" diye kitap yazayım. Alt başlık da "Platon, Sen Haksızsın İbne ve Sana Laflar Hazırladım" olur.): Tarım, "Geçen sene mısır çok kazandırdı." gerekçesiyle her boşluğa mısır eken tiplerin eline bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir. Ya devletin ya da özel şirketlerin (ideal bir durumda bağımsız olarak devletin, isteyenler için de özel şirketlerin) kontrolünde olmalıdır. Çiftçi maaşlı olmalı, yani aç kalma korkusu olmamalı (Tabii günümüzde maaş... Neyse.); arazi sahipleri de ev sahibi gibi olmalı ve şirketlere buraları kiralamalıdır (Devletten kira almak mı? Kafan güzelmiş kardeş, güle güle kullan. Kapitalizmin tek yönetim biçimi olduğu, dolayısıyla tek yasanın para olduğu bir ülkede bile yapamazsın onu.). Devletin insanların bireysel yaşamına, ne yiyip içtiklerine, hangi sitelere girdiklerine vs. karışması gerekli değildir (tabii suça teşvik gibi durumlarda işler değişir), devletin esas üzerinde kontrol sahibi gereken şeyler tarım, sanayi, turizm gibi "Geçen sene şunlar şöyle yaptı deli para vurdu, biz de yapalım." zihniyetinin eline bırakılamayacak kadar ciddi konular ve tabii devletten ayrı düşünülemeyecek askeriyedir. Ha tabii baştakiler de bu zihniyette olursa o ülke bir arpa boyu yol kat edemez, dolar 10 yerel para birimi olur, ülkenin "buğday ambarı" olarak anılan şehrinde kimse buğday ekmediğinden, eken de aç kaldığından ve bir de üstüne kerizlikle suçlandığından saman ithal eder ("Bir yerden tanıdık geliyor ama?" Yok, sana öyle gelmiştir; farazi konuşuyorum ben şu an, Yokistan'dan bahsediyorum.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder