Şöyle bir karar verdim: TDK denen garabet yuvasının yapması gereken işi yapmayacağım. Yeter ulan, Türkçesi yoksa yoktur. Öyle yabancı olan yerleştikten sonra karşılık bulmakla bir sik olmaz. Ya ne yapmak gerekir? Daha bu kelimeler henüz yerleşmeden önce karşılık bulmak gerekir. Gerçi bunlarda onu düşünecek akıl olsa "Nasıl lan nasıl? Niye? Neden?" dedirten kararlar (Şapkanın isteğe bağlanması, "lort" kelimesinin uydurulması, "sanal casus" şeklindeki alakasız karşılık...) almazlardı. Eh, yerleştikten sonra yapılamaz mı, mümkün değil mi? Mümkün tabii; ama şöyle mümkün: Önce doğru düzgün karşılıklar bulursun, sonra diktatoryal bir distopyadaki (Eh, bizim dünyamız da çok farklı değil. Sevseniz de sevmeseniz de; isteseniz de istemeseniz de Amerikan doları hepimizi güdüyor. Bu dolara endeksli ekonomi fikrini kim bulduysa mezardan kaldırıp iki tokat çakasım var. Paragrafı bitirdikten sonra bir bakayım kimdir, necidir. [Necidir mi? Tavukçu olacak hali yok ya, ya Amerikan başkanıdır ya ekonomist veya ikisi birden.]) yetkili kurummuşçasına masaya yumruğunu vurup bu karşılığı zorunlu kılarsan, televizyonda, kitaplarda, gazetelerde yabancı halini kullandırmaz ya da sadece o kelimenin "kötü" olarak karşılanacağı şekilde kodlarsanız ("Tikky" tiplere ve kötü adamlara kullandırırsanız yani.) halk kendiliğinden karşılığı kullanmaya başlar, kısa süre sonra da yabancı aslı sadece yabancı bir karşılık haline gelir. Tabii bunu yaparken Türkçeye uygun şekilde Türkçeleşmiş olanların da kabullenmesi gerekir, mesela "troll" ("trol"e çevrilse de olur) ve "trollemek" kelimelerinin sözlüğe eklenmesi gerekiyor. Aynı şekilde hoşlantı (Bu arada "hoşlantı" yoksa bulantı, girinti, çıkıntı da yoktur arkadaş. Türkçe sondan eklemeli dildir ve bu dillerin özelliği belli eklere sahip olmaları, bu ekleri de farklı kelimelere ekleyerek yeni yeni kelimeler türetmektir. Günlük hayatta karşılaştığımız ve ithal olmayan kelimelerin çoğu türetilmiş kelimeler zaten.), "stalk" ("Stalker"ı "stalkır" diye ekleyiver işte.) ve hatta "cringe" (Artık krinc diye mi eklerler, kırinj mi yoksa yeni yeni imler, kurallar mı uydururlar kendi bilecekleri iş.) gibi sözcüklerin de. Daha önce de dedim "Türkçede öyle bir kelime yok ile bir yere varamazsınız." diye. O zaman kapı yerine "kapığ" de, üstelik bunu diksiyon hastalarının dediği gibi I'yı saçma bir şekilde uzatarak değil kalın, sert ve gerçek bir "Ğ" sesiyle söyle; o zaman gerzek kelimesine de "Böyle kelime yok." de (70'lerde Ayşen Gruda uydurdu bu kelimeyi "gerizekalı"yı kısaltarak), o zaman "yapıyor" değil "yapgı yorır" de, o zaman "geldim" yerine "keldi men", "gittin" yerine "ketdi sen" ("ketti" de değil, evet) de. O zaman "örneğin" diye kelime de yok, "örnek" sözünü de "urnak" diye söyle. O zaman salatalık ve "evet"in olumsuzu anlamında "hayır" diye kelimeler de yok, "hıyar" ve "yok" de. N'oldu, kaba, köylü mü geldi? O zaman saçma sapan konuşma ve gidip dil nedir, ne değildir öğren; Türkçe öğrenmeden de gözüme gözükme zira bu tavırda olanların %90'ı Türkçe bilmiyor, başta TDK çalışanları olmak üzere. Böyle saçmalık mı olur? Halk tarafından kullanılan her söz, dile girmiştir. "Sözcük" de yok o zaman Türkçede, ya "söz" de ya ithal versiyonu olan "kelime"yi kullan. İngilizler dil nedir, ne değildir bildikleri için Oxford sözlüğüne "bosh" kelimesini aldılar mesela -ki gündelik İngilizcede kullanılmıyor bile-, yine Tolkien de dil nedir, ne değildir bildiği için (filolog lan adam, işi bunu bilmek zaten) "dwarf" kelimesinin çoğulu hakkında "Alın lan değiştirdim." diye artistlik yapan bir insandı[1][2][3]. Konuya dönersek: Peki TDK denen zerzevat dükkanında bunu yapacak göt var mı? Yok. Ayrıca doğru düzgün karşılıklar bulmayıp böyle sikik, yalan yanlış çevirilerle ("Sanal casus" ne lan? Hayır sondan eklemeli dillerin bir özelliği de art arda bin tane kelime katmadan bir şeyler oluşturabilmektir, niye her siki ikili, üçlü çeviriyorlar çözemedim gitti.) idare ederek bu dediğimi yapmaya kalkarsanız başınıza gelecek tek şey halk direnişi olur.
Yazmak konusunda daha önce defalarca yazdım, genel âdetimi ve düşüncelerimi lüzum görmüyorum. E, o zaman bu paragrafı ne demeye yazıyorsun? Şundan: Yazmak konusunda Ray Brandbery'yle düşüncelerimiz ve yazma tarzımız/şeklimiz hemen hemen aynı. Gerçi birçok tanınmış yazarla inanılmaz empati kurabiliyorum; Tolkien'in bir çocuk kitabına takıp külliyata çevirme sebebini de Rowling'in garip gurup "tweet"ler ile Büyücü Dünyası (Resmi bir adı vardı Harry Potter evreninin, neydi ki?) evrenini eğip bükmesinin sebebini de Martin'in son kitapları hâlâ neden yazamamış olduğunu da rahatça anlayabiliyorum. Ha bu son ikiliye sövmediğim, sövmeyeceğim anlamına gelmiyor, orası ayrı. Bu dört yazarla benim aramdaki temel fark onların iyi ve başarılı yazarlar olması. Ben iyi bir yazar değilim; ama kötü bir yazar olup olmadığıma yazdığım bir şeyleri (mümkünse yazdığım farklı türlerde ve konseptlerde birkaç farklı şeyi) okuyanlar karar vermeli. "İyi yazar olmayınca otomatikman kötü yazar olmuyor musun?" Yanıt veriyorum:
Bu terazinin iki ucu yok sadece
Kötünün iyisi, ortalama, eh, vasat...
Gelip gidip oyalanacağız sessizce
Bu dünyada işlenmeli bir bu kabahat.
"Terazi", El-Hayal; on üçlük hece ölçüsüyle, "abab" uyak düzeniyle
Başarıya gelince... Eh, basılı bir kitabım olmaması ve burayı sadece 2, bilemedin 4 kişinin okuması bunu yeterince anlatıyor, yine de muhtemelen dördünün de ilk basılı eseri yayınladığı yaştan daha gencimdir. Tembellik hakkım olursa kullanırım... ki tam da bu sebepten hayatta hâlâ bir arpa boyu yol kat edemedim zaten.
Gezginlik hakkında düşünürken bir anda kafama dank etti ama önce muhtemelen sormamış ve dahi sormayacak olduğunuz "Bunca şeyi nasıl ve neden düşünüyorsun?" sorusunu yanıtlamak isterim: Düşünmeye çok vaktim var benim. Ne görüştüğüm arkadaşım var ne de sevgilim, eh, işsiz güçsüz boş gezenin boş kalfasıyım da aynı zamanda... Yani düşünmek için ihtiyacım olandan daha fazla vaktim var, öte yandan pek düşünmemeye çalışıyorum çünkü düşüncelerim eninde sonunda ya ruhumun çığlıklarına ya da uzaya varıyor. Uzaya varan düşünceler, evet; çığlık atan ruhumu yazıya, çizime ve el oymaları gibi şeylere dökebilirim, o benim için hem kutsama hem lanet; ama uzaya varan düşünceler, işte onlar sorun. Uzaya varan düşünceler hakkında bir örnek vereceğim sadece: Eve bir saksı çiçeği almayı düşünmeye başlarsam vardığım yer orman tasarlamak oluyor. Her şey için geçerli bu, ipin ucunu kaçırıyor ve bir daha yakalayamıyorum. Eh, düşüncelerim beni korkuttuğu için de mümkün mertebe düşünmekten kaçınıyorum: Yazıyorum (Düşünmemeye yaramıyor ama düşüncelerin aşağı yukarı odaklı olmasına yarıyor, işin ilginci yazdığım en iyi kısımlar da düşüncelerimin kaymasına engel olamadığımda ortaya çıkıyor.), çiziyorum (Bu da aynı şekilde.), bir şeyler (bilhassa komedi) izliyorum, müzik dinliyorum (Müziğine bağlı olarak ters tepebiliyor.), en temel savunma mekanizmamsa senaryo kurmak. Kafamda öylece kurup detaylandırdığım senaryoların haddi hesabı yok; bunlar başından beri "düşünce" olması için tasarlandılar, yazıya dökmeye çalıştığımda da beceremiyorum zaten, iyi bir yazar olmadığımı yukarıda da söyledim... Düşünce olarak tasarlandıkları için ne kadar saparsa sapsın, ne kadar dağılırsa dağılsın ve ne kadar abartılırsa abartılsın vicdanımı rahat tutabiliyorum. Düşüncelerimden korkmamın tek nedeni bu özelliği değil, hatta esas nedeni de bu değil; esas sebep fazlasıyla çarpık ve karanlık olmaları. Konuya dönersek: Gezginlik hakkında düşünürken kafama dank etti, Douglas Adams haklıydı! Kesinlikle bir havlu çok işinize yarar. Muhtemelen o bunu şaka olarak düşünmüştü, ben de öyle varsaydığımdan üstünde durmamıştım ama harbiden havlu müthiş bir eşyadır.
Gayet basit birkaç isteğim var. Var da olmuyor, olamıyor; halbuki son derece basit istekler. Mesela bir duştan/banyodan da tesisatçıdan mühendise, duş başlığının üreticisinden kombinin tasarımcısına dek alanında uzman bir kadroya sövmeden çıkmak istiyorum. Çok mu zor lan sıcaklığı ayarlanabilir çeşme yapmak? Ha bir de günde beş vakit beddua etmemek istiyorum. Kime mi beddua ediyorum? Ezan okumayı bilmeyip (Hatta ezanın ne olduğunu bilip bilmediğinden de emin değilim.) üstüne ses düzeyi, hoparlör ayarı gibi şeylerden de bihaber olan ve kendine utanmaksızın müezzin diyebilen kişiye tabii! Hem bu müezzin-i deccalden yıldığımdan hem de büyük ihtimalle Balıkesir'de en çok ses ve gürültü olan yerlerden birinde yaşadığımdan bir gürültü önleyici kulaklık aldım. Üstünde elektrikli testerede, sanayide vs. kullanabilirsiniz diyor bak; kulağımdayken kendi sesimi duyamıyorum. Peki bu hoparlör fetişisti müezzinin sesi? Bu arada önce katlettiği ezanların selasını okutmak lazım bu müezzine, yeter lan. Hah, neyse: İşte nasıl bir ses ayarı varsa o hoparlörlerin birkaç sene önceki insani düzeyde duyuyorum. Bak, kulağımda gürültü önleyici kulaklık var. Aslında bu müezzinleri bir odaya tıkıp kullandıkları hoparlörlerle, ayarları falan da değiştirmeden günde on vakit "Hoparlörle ezan bidattır." diye Türkçe, Arapça, Mısır Arapçası, İbranice, Aramice, Latince ve Farsça olarak dinletmek lazım. Doğru olup olmaması mı? Lan daha at etinin Hanefi ve diğer mezheplerdeki hükmünü bilmeyip "haram" deyip geçen (Kuran'da "haram" diye tanımlanmış tek gıdaların domuz eti ve kan olması meselesine hiç girmiyorum zaten. İçki hakkında "uzak durun" şeklinde ayetler var ama açık bir "haramdır" ifadesi onda bile yok; bir de başka bir ayette "Temiz ve helal şeyler yiyin." diyor.) ve bütün kanıtlara rağmen aksini kabul etmeyen adamlara ayet, hadis, risale vs. getirmekle mi uğraşacağız? Yeter ulan, okuyamıyorsan okuma. Sesi son düzeye getirip bağırınca ezan okumuş olmuyorsun. Yarın bir gün Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Ömer veya Hz. Osman mezardan kalkıp gelse ilk yaptığı işlerden biri bu dabbetül müezzinleri asmak olurdu. Sebebi mi? İnsanları dinden imandan çıkarmak suçundan tabii, başka neden olacak? Ha bu arada aynısı Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı hanedanını ve devletini gerçek anlamda Sünni hale getiren Yavuz Sultan Selim ve "Sofu" lakabıyla anılan, "günahtır" gerekçesiyle Fatih'in tablolarını saraydan attırmış, Osmanlı padişahları içinde gerçek bir Vahhabi anlayışına sahip tek kişi denebilecek II. Bayezid için de geçerlidir.
Dede Korkut hikayeleri bazen Oğuz Kağan Destanı'nın devamlılığı olarak görülür. Eh, gerçekten Tengrici referansa bolca sahipler; ama büyük ihtimalle Oğuzların yeni yeni Müslüman olmaya başladığı bir zamanı anlatıyor. Destanlarda düşmanlara bakınca hep Türk adlarına ve Türk unvanlarına sahip olduklarını görüyoruz, istisnai olarak "Tekür" (Tekfur) unvanına sahip olanlar var. Bu da destanın esas meselesinin Müslüman Oğuzların Tengrici ve/veya Hristiyan Oğuzlarla mücadelesi olduğunu gösteriyor. Destanda bahsedilen coğrafyayı da ele alırsak (Batum'dan vs. bahsediliyor.) Oğuz Yabguluğu döneminde olabilir. Zira "kafir" olarak tanımlanan ama Türk olduğu aşikar düşmanlar makam, mevki sahibiyken destandaki Oğuzların daha kapalı, daha içe özel bir yapılanması var. Ayrıca Han Bayındır'ın otağında hizmetkâr "kafir kızları" (Buradaki kafirin tıpkı "Bitirdin beni allahsız." cümlesindeki "allahsız"da olduğu gibi güzel, çekici, seksi vs. anlamında kullanılmış olabileceğine dair bir makale vardı aslında ama şimdi bulamam. Yine bakayım, bulursam linkini link kelimesine koyarım. Bulamadım.) ve Han Bayındır'ın babasının adının Kam Gan olduğunu (Basbayağı şaman soyundan geliyor lan adam.) olduğunu baz alırsak yeni yeni İslamlaşan bir dönemde geçtiğine iyice emin olabiliriz. Ek olarak destanda sık sık tekrarlanan "Aman kafir aman, Tanrı'nın birliğine yoktur güman." şeklindeki "aman dileme" ve "kafirlerin" de hemen bırakması "kafir" olarak bahsedilen kişilerin öncelikle Türk olduğunu ("Aman dileyene el kalkmaz."), ikinci olarak tek tanrıcı olduklarını (Tengricilik tek tanrılı dindir, halkın inancı olan Altay şamanizmi ve yönetim kesiminin inancı olan Tengricilikten, daha doğrusu bunların farklarından daha önce bahsettim. Hristiyan olanlar da eh, haliyle tek tanrıcı zaten.) gösterir. Dede Korkut Hikayelerinin Tengrici izleri hakkında ilginç bir durum da var: Mesela Deli Dumrul, yapı itibariyle en İslamî olanmış gibi görünse de aslında eski inanç sistemlerinden en çok iz taşıyan destan bu. "Basat'ın Tepegözü Öldürdüğü Destan" ise en ruhani, dolayısıyla en şamanik olanmış gibi durmasına rağmen esasında geri kalan bütün destanlardan daha fazla İslami/İrani referans içeriyor. Bu arada Oğuzlar Türk halkları arasından en batıda kalanlardandı, dolayısıyla İran üzerinden gelen İslam orduları ilk hatta Oğuzlarla karşılaştılar. Bu da Oğuzların İslam'a ve Müslümanlara uzun süre daha temkinli yaklaşmasına, daha karşı olmalarına yol açmıştır. Uygurlar Türk halkları arasından İslam'ı ilk benimseyenlerdir ("Okulda bize Karluk dediydiler?" Karluk zaten Uygurlardan bir boy, Karahanlılar da bu boydan gelme.), Oğuzlar ise uzun süre direnmişlerdir ki bunların daha önce Musevi olanları vardı (Hazarlar Oğuz'du), Hristiyan olup batıya gidenleri vardı (Hâlâ yaşıyor bunlar: Gagavuzlar)... Selçuklu döneminde Moğolları artlarına katıp Anadolu'ya göçen Türkmenlerin bile halk kesimi çoğunlukla hâlâ eski inançlar üzerineydi, yöneticiler Müslüman'dı genelde.
II. Abdülhamit'in saat kulesi sevdası hakkında konuşmak istiyorum. Bugün Türkiye topraklarındaki herhangi bir saat kulesini seçin, eğer cumhuriyet öncesi döneme aitse yaptıran %99 ihtimalle II. Abdülhamit'tir. Yalnız bunu ben kendi başıma fark ettim, bir yerlerde dikkat çekilmedi buna hiç, çekildiyse de ben karşılaşmadım. Birinin bütün ülkeyi saat kulesiyle donatması için ya belirli bir amacı olması ya da fetiş derecesinde saat kulesi sevmesi gerekiyor, yoksa uğraşılacak şey değil bu.
Devlet ve mafya ilişkisi hakkında konuşmak istiyorum. Öncelikle, bir devleti yönetmek için insanlığın kurduğu en mükemmel sistem makyavelizmdir. Elbette o da tıpkı diğerleri gibi kusurludur zira insanın özü kusurludur, yine de konu eğer ekonomi ya da günlük hayat vs. değil de doğrudan devlet yönetimiyse eldeki en iyi sistem budur (ikinci en iyi sistem de devlet kavramını tamamen yok sayan anarko-ilkelciliktir bu arada.). Bu bağlamda ("Bağlam" mı?) devletin mafyayı kullanmasında bir sorun yoktur, hatta bilakis kullanması gerekir. Bir çeşit askeri güç, abartmadıkça izin verilecek ve daima gözetim altında tutulacak. Mafya, çete, hatta terör örgütü... Hepsi devletin gözetiminde ve bir miktar göz yumulan şeyler olmalı, sınırı aştıklarında devletin kılıcının tepelerine ineceğini hatırlamalılar ama varlıklarını da sürdürebilmeliler (çizmeyi aşan da ortadan kaldırılır.). Tabii bu dediklerim asla var olmamış ideal devlet için geçerlidir; yöneticilerin devlet, devletin de halk için olduğu ideal ülke için. Günümüzün ve dahi geçmişin devletleri "halk devlet, devlet de yöneticiler içindir" düsturunu benimsemiş durumda. Bizim özelimizde "Devletin malı deniz, yemeyen domuz." diye atasözümüz var. Halbuki yöneticiler devletin devamı için olmalı ve devlet de halk için olmalı; halkı olmayan bir devletin varlığına devam edebilmesi mümkün değildir, halkın üstüne yük olan bir devletin hele zaten varlığına devam etmemesi gerekir. Olması gereken algıya sahip hükümdarlar bugün ya çok sevilir (Türk tarihinden Bilge Kağan ve Atatürk) ya neredeyse unutulmuşlardır (yine Türk tarihinden II. Ahmet), kesinlikle arası yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder