Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

11 Mayıs 2021 Salı

Durum Raporu: Fahrenheit, Saçmalık, Ege Kasabaları, İslam'da Tasvir Yasağı, İstek ve Motivasyon

Şu sıralar Fahrenheit 451 okuyorum da... 1953 yılında yazılmış bu kitap ve günümüzdeki bir şeyin "ne" anlattığına değil "nasıl" anlattığına (Bechdel testi denen şeyi yerle bir eden yoğun feminizm alt metinli bir senaryoyu da bu teste dört dörtlük uyan kadın düşmanı bir senaryoyu da yazmak aynı ölçüde mümkün ve kolaydır. Kanıtlamamı isterseniz de her ikisini de yazar, önünüze koyarım; bu kadar da netim bu konuda.) takan kökten-sansürcü zihniyetin bizi götüreceği yer tam olarak burası. Bir uyarlamadaki bir karakter homofobik/eşcinsel (Ülkesine göre değişiyor tabii.) mi? Çıkar gitsin. Biri yönetimi tenkit eden bir şey mi yazdı? Yasakla gitsin. Burada bu olayın başka bir yanı da her şeye sadece ötekiliğiyle var olan karakterler eklemek. Nasıl yani? Bir karakterin eşcinsel, siyahi veya herhangi bir azınlık grubundan olduğunu davulla duyurup sonra o karaktere başka hiçbir özellik eklemezsen ne olur? Ayrımcılığı artırırsın. Peki bunu yapmanın doğru yolu nedir? Doğru düzgün, derin ve hikayede bir yeri olan bir karaktere o özelliği de eklersen ve sadece gerekli olduğu durumlarda üstünde durursan ("Ya gerekli durum oluşmazsa?" Lan gerekli durum oluşacak şekilde yaz o zaman, sen karakter tasarımından, hikaye derinliğinden vs. anlamıyorsan ben ne yapabilirim?) o karakter insanların bağ kurabileceği bir karakter olur. O zaman ne olur? Ku Klux Klan üyesi bir herif "Aaa, bu adam kralmış ya." diyebilir mesela. Peki şu anki dandik yöntemi kullanmak ne işe yarıyor? Eh, bu yöntem kullanılmaya başlandığından beri bitmese veya azalmasa bile gölgelere çekilmiş azınlık nefretinin alenen gösterilmesi yeterli cevabı vermiştir diye umuyorum. Eğer karakter derin olursa, yani özelliğiyle değil kendi başına var olursa o özellik de karakterin bir parçası olarak benimsenir. İyi yazılmış kötü karakterlerin kötü yazılmış iyi karakterlerden daha çok sevilmesi de aynı nedenden kaynaklanır zaten, bu da size ipucu olsun (Sanki Hollywood'un, Netflix'in senaryo yazarları okuyacak aq, neyin peşindeysem...). Tabii artık dijital medya var, bir şeyleri saklamak da yok etmek de aynı ölçüde daha kolay; yine de kitapta Yüzbaşı Beatty'nin anlattığı şey, Netflix'in Community'yi "Advanced Dungeons and Dragons" bölümünü kaldırarak yayınlamasıyla birebir aynı şey. Zaten her şeyin kısalması ve anlamsızlaşması da aynı kapıya çıkıyor, Clarisse'nin kitap evrenindeki insanları tanımlama cümlesi olan "Hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Sadece birkaç marka ismi sayıp 'Ne iyi!' diyorlar." tümcesi de günümüz insanlarının çoğunu tanımlıyor. Şanslıyız ki bizim dünyamızda aklıselim azınlık hâlâ aşırı fazla, aynı zamanda "rahatsızlıktan rahatsızlık" ve benzeri şeylerin ne kadar beter hale geldiğini görebiliyoruz. Günümüz tarzındaki saçma sapan, insanların malum bir taraflarından anladığı feminizm nedeniyle eşitliği savunan çoğu kişi feminizm karşıtı mesela şu an. Daha önce de söyledim ya "Bir fikre, ideolojiye, kuruma veya örgüte en çok zarar veren dış güçler değil; tam aksine onun ayarsız ve izansız takipçileridir." diye. İşte bu ayarsız ve izansız takipçiler sosyal medya veya benzeri şeyler nedeniyle daha çok göze battığı için insanlığın yolunun en azından o sokaktan saptığına inanmak istiyorum. Bu arada hazır Fahrenheit 451 demişken: Elimde Neil Gaiman'ın önsözünü yazdığı bir versiyon var, o önsözdeki "Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar." diye başlayıp "Ama yazar döneminin ürünüdür ve kitabının tam olarak nelerle ilgili olduğunu o bile bilemez." diye biten pasajın, bilhassa "Herhangi bir öykü pek çok şeyle ilgilidir." diye başlayan paragrafın altına imzamı atıp zarflar, yetkili makamlara yollarım. O kadar haklı adam. Bu arada e-medya bu hızda yaygınlaşıp norm olursa ilerde basılı medya koleksiyon ürünü haline gelebilir, aynı plaklar gibi. İyi mi yoksa kötü mü olduğuna... o zamanın insanları karar vermeli.

"Kurallar saçma", "Batıl inançlar (Bunun batılının ölçüsünü kim belirliyor lan? Bir deiste göre de bütün dinler komple batıl inanç, bir ateiste göre Tanrı'nın kendisi dahi batıl inanç. Neye göre batıl, kime göre batıl kardeşim?) saçma", "Komplo teorileri saçma", "O saçma", "Bu saçma"... Dünyanın kendisi koca bir saçmalıktan başka bir şey değil zaten. Size bir sır vereyim: Hayat bir şakadır, üstelik berbat bir şaka. Dünyaya gelirsek... Eh, iğrenç ve acımasızdır; hep de öyleydi zaten. Hep de öyle olacak. "Kısa saç moda bu aralar." Moda ne giyeceğine, nasıl görüneceğine ve ne yapacağına kendi başına karar veremeyen sürü hayvanlarını daha rahat gütmek için para babaları ve güç odakları tarafından uydurulmuş bir saçmalık. Kravat da öyle ve tabii o iğrenç pantolonlar da. Anlamsız, koskoca bir saçmalık; yaşadığımız dünyanın ve hayatın her yerine sirayet etmiş bir keşmekeş. Sanki çok önemi, çok anlamı varmış gibi koşuşturup duran insanlar... Asıl önemli olan gökyüzü veya toprak. Birileri bir yerlerde gece göğüne bakma cüreti gösterse de yıldızları göremiyor. Mide bulandırıcı rutin ve hep aynı devam eden alacakaranlık günlerde boğulmamak, kişiliğini toplum pahasına satmak istemeyenler için çok çaba gerektiriyor. Gereksiz, anlamsız, önemsiz çabalar... İnsan ömrü genelde 100 yıl olarak geçer, ortalama 70 yıldır. Deniz kaplumbağalarına bakın! İri başlı deniz kaplumbağaları insanlarla aynı süre yaşarlar, çok yaşayan kara kaplumbağalarıdır. Deniz kaplumbağası... Yumurtadan çıkınca kendini ölüm kalım mücadelesi içinde bulur, denize ulaşıp biraz büyüyünce rahatlar ve sadece yemesine içmesine bakar. Biz insanlar bunu da ters yapıyoruz: Bebeğe dünya hakkında hiçbir şey öğretmeden, hayati tehlikeyi atlatınca dünyaya salıyoruz. Sonuç olarak insan bocalıyor. İnsan bocalar. İnsan düşünen bir hayvan değildir, bocalayan bir hıyardır. Aslında, Şeytan'a bazen hak veriyorum. Böyle bir türün karşısında ben de secde etmezdim. Kendimizi doğadan daha çok kopardıkça ve çığlık atan içgüdülerimizi daha çok bastırdıkça varıp varabileceğimiz tek yer mezar. Ölüp de gömülmeyi unutmuş insanlar sürüsü, ne olduklarının farkında bile olmayan hortlaklar ve zombiler... Kendimize korunaklı, toplu beton mezarlar inşa edip sonra da senelerimizi ipotek ettiriyoruz. Ne uğruna? Hayatta kalmak. Çalışmak, ekonominin başından beri böyleydi: "Maaş" karşılığında -ki bu paradan önce yiyecek ve içecekti- zamanını satmak. Artık iradeni de satman gerekiyor, zaman patronlara yeterli gelmiyor. Doyumsuz hıyarlarız biz insanlar, böyle bir türe yetki verince başka bir şey beklememeniz gerekir. Kümesteki diğer horozu gagalayarak öldüren horoz, insanlar da pek farklı değil. İnsanların tavuklardan farkı... Onlara kümese tıkabilecek kadar güçlü olmamız. Hormonlu saçma yemlerle besleyip erişkin denebilecek olgunluğa bile ulaşmadan mezbahaya gönderilen tavuklar. Hiç marketten aldığınız bir tavuğun iliğini emdiniz mi? Ememezsiniz, tavuğun iliği yoktur; ama aslında vardır. Yani, daha doğrusu, omurgalı olan her hayvanın iliği vardır. Tavuğun iliği nerede? Endüstriyel hayvancılık yedi. Zamanında bir vejetaryen ve bir de kısmen pesketaryenle tanışmıştım. Kısmen pesketaryen dediğim deniz ürünlerine ek olarak süt ve süt ürünleri ile yumurta da tüketen biri, beslenme düzeninin kesin bir adı olmadığını kendi söylemişti. Vejetaryen olan midyelerin bitkilere hayvanlardan yakın olduğunu iddia edip midye yiyordu, "akılsız vejetaryen profili"ni aklımda oturtmamda epey yardımcı oldu. "Bir şeyin gözü yoksa ve çığlık atmıyorsa yenilebilir." Yani, bitkileri katletmekte sorun yok; öyle mi? Bu tavır insanı doğadan üstün gören bir tavır ama. Doğanın parçası olduğunu bilen ve kabullenen kişi, besin zincirine de uyar; aynı şekilde, bitkilerin de hissedebildiğinin farkındadır. Her canlı hayatta kalabilmek için öldürmek zorundadır, bunun hiçbir istisnası yoktur. Bitkiler bile, fotosentezle beslenen o bitkiler bile hayatta kalabilmek adına birbirlerini kökleriyle, gövdeleriyle ve gölgeleriyle boğarlar. Tarlaların dip dibe ekilmeme sebebini hiç düşünmüş müydünüz? Sebebi budur: Mahsul, doğal seçilime kurban gitmesin diye. Hayvanların canına saygı duyup bitkileri önemsememek ikiyüzlü ve salakça bir tavır. Eğer can almamaya o kadar takıntılıysanız, sadece meyve yemelisiniz; duyamamanız neden koparılan yaprağın çığlık atmadığı anlamına gelsin ki? İnsanın narsistliği ve kendini doğadan üstün görmesi, açık bir üstünlük kompleksi bu; ikiyüzlü bir tavır, "Sizi anlayabiliyorum, o yüzden yemiyorum. Ben mükemmel bir varlığım." tribi. Değilsiniz. İnsanlar kusurlu varlıklardır, öylesine kusurlulardır ki kendilerini şehirlere hapsetmişlerdir. Ha, diğeri mi? Daha çok ekolojik, tıbbi ve siyasi bir tavrı vardı: "Doğamıza aykırı" gibi saçma -ve katiyen gerçek olmayan- sebeplerle değil, endüstriyel hayvancılık belasından tüketmiyordu. Ben size insan doğasına aykırı olan şeyleri söyleyeyim mi? Şehir hayatı öyle mesela. Hayatta kalabilmeyi para denen şeytan icadına bağlayıp zamanını ve iradeni para karşılığı satmak, sonra o parayla kendisini satan başka birinden alınmış tavuk etini yemek. Peki insan doğasına uygun olan nedir? Tavuğu kendin avlar veya yetiştirirsen, bu insan doğasına uygun olur. O tavukların iliği de olur. Tavuğun iliği önemli. Tavuğun eti beyaz olmaz bu arada. Yani beyaz ettir evet; ama marketten alınan gibi bembeyaz olmaz, hafif kırmıza çalar gerçek rengi. Endüstriyel tarım bunca insanı beslemek için zorunluluk. Buğdayı Sümerler, koyunu Hunlar gibi yetiştirmeye devam etseydik "Hayvancılık küresel ısınmaya sebep oluyor." diye bir cümle kurulamazdı ama bunca insanı beslemek de mümkün olmazdı. Başka bir açıdan bakarsak, endüstri devrimi olmasaydı zaten nüfusun bu denli artması da pek mümkün olmazdı. Bu arada hayvancılık ve sera gazı arasındaki ilişkinin hayvan sayısının fazlalığından olduğunu da çoğu kişi ya bilmez ya da işine gelmediğinden hasıraltı eder. Şöyle ki: Bu koyunlar, inekler, tavuklar, domuzlar eğer biz onları çiftlik altına almasaydık bu kadar artmayacaktı. Tarım yapan karıncalar var ama hayvancılık yapan bir kurt sürüsüne denk gelmedim; otoburların doğadaki temel görevi av olmaktır. Sayıları bu kadar artmadığından ekosistem ürettikleri atıkları kendi döngüsünde halledebilecekti. Ama onları alıp yırtıcıların ulaşamayacağı yerlerde hızlıca üretince dünyaya yük biniyor. Ne anlatıyordum ben? Hah, saçmalık, tamam; her şeyin koca bir saçmalık olduğunu... Aaaaah, yoruldum, bu paragrafa devam edesim bile kalmadı. Bu paragraf da saçmalık derecesinde sıkıcı ve sıkıcılık derecesinde saçma bir şey zaten.

Küçük bir Ege kasabasına yerleşmek isteyenleri Kütahya'nın, Afyon'un dağ köylerine gönderecek bir emlakçı ajansı kurasım var. Ege'yse orası da Ege, Ege Denizi deyin o zaman kardeşim, ben anlamam. Bu arada yazın gidip görüp sevdiğiniz tatil beldelerine yerleşme hayali kurmayın, 3,5 yıl Gökçeada'da yaşadım, kışın ölüyor oralar. Açık marketi, bakkalı zor biliyorsun oralarda kış mevsiminde; utanmasalar zincir yerleri bile kapatacaklar, öyle oluyor oralar kışın. Hele bir de karın, soğuğun olduğu bir yerse zaten evden çıkıp çıkamayacağın belirsiz oluyor. Yağmurdan, rüzgardan ev camının çatladığını biliyorum.

İslam'da tasvir yasağı hakkında konuşmak istiyorum. Peki neden? Ne gerek vardı yani? Eh, ben de bilmiyorum. Yaptığım şeylerin nedenini nadiren bilirim zaten: Sadece yapasım gelir ve yaparım. O yüzden de yaptığım şeylerin 7/10'si -sonucun olumlu ya da olumsuz olduğundan bağımsız olarak- "Kafamı s..." şeklinde sonuçlanır (Sonucun sonuçtan bağımsız olması da ayrı bir acayipmiş.). Hah, tasvir diyorduk. Büyük ihtimalle peygamber döneminde gerçekten böyle bir yasak konmuştu; ama bunun siyasi bir yasak olduğunu düşünüyorum. Artık gerek kalmayan bir şey, millet "Sanat yapıyoruz." ayağına gizliden gizliye putperestliğe devam etmesin diye alınan bir önlemdi muhtemelen sadece.

Yapmak istediğim çok fazla şey var; bir sürü dil öğrenmek gibi mesela: Latince, İbranice, Çince, Rusça (Bu arada dünyayı gezmek gibi bir planınız varsa en çok işinize yarayacak beş dil İngilizce, Fransızca, Rusça, Arapça ve İspanyolca. Rusça özelinde konuşup diğerlerine hiç bulaşmazsak: Eski Sovyet ülkelerinin bir kısmının dilleri zaten Slav dilleri yani Rusçayla akraba ve doğal olarak bir takım cümle yapısı, kelime haznesi benzerlikleri olan diller. Çekçe gibi Batı Slav Dilleri biraz daha farklı ama Ukraynaca gibi Doğu Slav Dilleri Rusçadan kolayca yatay geçiş yapabileceğiniz diller. Türkiye Türkçesi ile Azerbaycanca gibi. Buna ek olarak da sonradan NATO'ya yanlamayan birçok eski Sovyet ülkesinde [Çoğunluğu Asya, daha açık olmak gerekirse Orta Asya ülkeleri, bu bilgi de burada kalsın.] çoğu kişinin ikinci, hatta yaşlı nüfusun birinci yabancı dili hâlâ Rusça.), Moğolca, Fransızca (Bunu öğrenmeye çalıştım aslında, bana Fransız nefreti kazandırdı. Böyle dil olmaz. İngilizceye minnet etmemi sağladı Fransızca öğrenmeye çalışmak.), Eski Nors dili, Farsça, Mısır Arapçası (İlla çıkıntılık yapacak; Klasik Arapça biliyor da Mısır Arapçası kusur kaldı.), Yunanca (mümkünse Antik Yunanca), Macarca... "Şu kelime şu dilden gelir diye artistlik yapıyorsun ya?" Etimoloji biliyorum ben, dil değil. Dil olarak sadece isim cümlesi seviyesinde kalmış gudik bir Japoncayla "anlayabiliyorum ama konuşamıyorum" seviyesinde İngilizcem var. "Anlayabiliyorum ama konuşamıyorum" seviyesini küçümsemeyin bu arada, önüme makale koysan çeviririm; bende "speaking"de problem var. Ha bir de lisede Almanca dersi aldım, aklımda kalan tek şey adımı söylemek, bir de nasıl sikik bir hafızam varsa "delfin"in "yunus" anlamına geldiğini hatırlıyorum. Hazır yeri gelmişken: Anime izleyerek Japonca öğrenilmez. Ha kulak aşinalığı işinizi kolaylaştırır, bir de kelime haznesine faydası olur ama bunun kibar ve samimi cümle yapıları var, saçma sapan çoğul ve sayma sistemi var... Bu arada Amerikan/İngiliz dizisi izleyerek İngilizce öğrenilebileceğini düşünüyorum, tabii altyazı da İngilizce olduğu müddetçe. Türkçedekiyle aynı olmasa da Latin alfabesi sonuçta. Japoncaya gelince: Hadi diyelim Japonca altyazılı anime buldunuz... E, iyi de "kanji" denen bir olay var. "Hiragana" ve "katakana"yı öğrenmek bunlar fonetik hece harfleri olduğundan kolay; ama "kanji"ler kelimeye göre okunuş değiştiriyor. "On" okunuşu var, "Kun" okunuşu var... "Kanji" öğrenmeye kasarak başladınız, "Önce yazı sistemi." dediniz. Bu sefer de sizi şu acı gerçekle yüzleştirmekten esef duyuyorum ama bunu yapmak zorundayım: Japonlar "kanji"yi öğrenmeye ilkokulda bir başlıyor, liseden mezun olunca anca "günlük 'kanji'ler" denen 200 tanesini falan biliyor. Beş bin "kanji" var lan, neyse ki günlük hayatta azalta azalta 2000'e çektiler sayıyı. Ya da bir sürü şeyle uğraşmak işte; dövüş sanatları, tüplü dalış, saz çalmak (Esasında müzik aleti ama Asya tipi daha geleneksel müzik aletlerini modern müzik aletlerine kıyasla daha çok seviyorum. Hazır Asya tipi falan demişken, en sevdiğim müzik aleti de bağa cura denen, teknesi kaplumbağa kabuğundan yapılma şu ufak saz ile kartal kemiğinden yapılan ve "çığırtma" denen kaval çeşididir. Bu arada psikopat gibi hissettim kendimi; yok kaplumbağa kabuğu, yok kartal kanadı derken... Ahşap ve deri arasında bir fark yok bu arada.), hem dijital hem de kağıt üzerinde çizimimi geliştirmek (Dijital çizimin kağıt çizimine karşı avantajları sağ olsun artık önden insan yüzü çizebiliyorum ama profilden hâlâ saçma, yapay bir baskı elde ediyorum anca. Sonra da bıraktım kaldı öyle.), film çekmek, şudur, budur... Hiçbiri için motivasyonum yok. Ha tek mesele motivasyon değil; salgın olsun, ekonomik kaygılar olsun, bağlantı eksikliği olsun (Film çekmek için bağlantı lazım. Dediğim "Hollywood'da tanıdığım var o'l'm." olayı değil, bağımsız bir film çekmeye kalksam oyuncu bulamam lan. E zaten bağımsız olmasından başka şansım da yok bu konuda.) farklı şeyler de var ama bunları (en azından bunların bir kısmını) şimdiye kadar yapmamış/yapmayı denememiş olmamın temel sebebi motivasyon eksikliği. Kıvılcımı koruyamıyorum; bir anlığına çakıyor, sonra... Daha da beter bırakıp defolup gidiyor. Önce bir anlam bulmam gerek, cevap... Cevap falan yok. Anlam da yok. Neyse ne, kendimi öyle çok korku ve kalıp duvarları arasına sıkıştırdım ki artık rüzgardan korkuyorum. Eh, neyse... Umudumu hâlâ tam olarak kaybetmedim, bir ihtimal... Bu paragrafa devam edecek motivasyonum bile yok ki benim. Kendimi öylesine zorluyorum ki sırtıma yük biniyor. Eh, o zaman hadi bitirelim artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder