Şu geçenki saygı meselesi hakkında: Saygı duymak ve saygı göstermek tamamen farklı, birbiriyle hiçbir alakası olmayan şeylerdir. Saygı duymak kişinin içinde yaşadığı bir şeydir, saygı göstermek ise bir eylemdir ve ayrıca içerdiği "göstermek" ifadesinden de belli olduğu gibi dışarıdan da rahatlıkla görülebilen bir şeydir. Saygı göstermek, genel olarak toplumun saçma sapan bir iç savaşa sürüklenmemesi için yapılması zorunlu olan bir şeydir. Ya da söz konusu olan bizimki gibi toplumların yaşayıp bir de üstüne kimin neden ne zaman ceza alacağı veya almayacağı belirsiz, görünürde yasaların olup özünde orman kanunlarının geçerli olduğu ülkelerse sokaktan geçen birinin "Sen ne anlatıyo'n lan gevşek?" deyip bıçağı takmaması için. Buradan yetkililere sesleniyorum: Ya şu yasaları falan komple kaldırın önlemimizi kendimiz alalım ya da siktiğimin sistemini doğru düzgün işletin. Yeter lan. Millet sokak ortasında güpegündüz çete savaşı yapıyor, biz bir etkinlik yerine kalemle girmeye kalksak el koyuyorsunuz şerefsizler. Hayır "Çıkışta alırsınız." deyip öyle yere atınca oluyor mu amk? Doğru düzgün bir yere koysanıza tasnifleyip.
Yine gelecek kaygısı çekiyorum; ama bu kez farklı bir yönden. Yapmayı sevdiğim şeyler arasında, kabul görebilecek ölçüde yapabildiğim tek şey yazmak. Kendi kendimin kabul edebileceği ölçüde yani, başkaları tarafından kabul edilebilecek ölçüde yapabildiğim şeyler vardır herhalde; sonuçta standartları çok da yüksek bir dünya değil burası. Ben mi? Başkalarına karşı kendimden daha merhametliyim, başkasından kabul edebileceğim şeyi kendimden etmiyorum. Aslında tekrar düşününce bir iki şey daha var ama onlar da farklı standartlardan dolayı bana uygun değil. Hayatta kalmak için pek endişelenmiyorum, hayatta kalmanın yolunu... Bulamazsam intihar edecek cesaretim olur belki. Asıl sıkıntı şu: Sırf hayatta kalabilmek uğruna irademi satmayı sevmiyorum. Ya da daha doğrusu şimdiye kadar sadece hayatta kalmak değil, sikik toplum içinde var olabilmek için irademi askıya aldığımdan artık varlığımın kendisi midemi bulandırıyor. Belli bir yerde kurallar gerekli tabii, o yerin varlığını sürdürebilmesi için... Eh, yine öyle kafana esen şeyi yapmak da yukarıdaki saygı göstermeme meselesine getirir bizi. Yine de bu ülkede maaşlı çalışmak iradeni satmak, ticaret yapmak da kumar oynamaktır. Böyle gelip böyle gittiği için de neredeyse kimse farkında değil. Yeni nesil farkında gerçi, tam olarak o yüzden herkes bir internet ünlüsü, efendime söyleyeyim e-borsacı falan olma peşinde zaten. İnsanlar karanlık yanları olan varlıklar, dolayısıyla saklanmak aslında doğamızın parçası; ama fikir onaylamaktan başka bir şey yapmayan bir yalancının hayatı gereksizdir. Aslında, asıl sıkıntı dönüp dolaşıp ölümümden on yıl sonra adımı hatırlayacak kimsenin olmamasına geliyor. Ölmeden şu hayata sağlam bir kazık atsam bile muhtemelen bunu sadece ben, dünya ve Tanrı; bir de bir ihtimal ölüm ile kader olmak üzere üç, beş kişiyle bileceğiz. Bu blog ne kadar var olacak? Yazdığım herhangi bir şey basılacak mı? Ya da en azından adımı bırakabilecek bir şey yapabilecek miyim? Bozkırın ortasına uzun ömürlü ve devasa boylara ulaşabilecek bir ağaç dikip üstüne "El-Hayal buradaydı." yazmak istiyorum, bir de bunu Modern Orhun Tamgaları (Göktürk alfabesinin Günümüz Türkiye Türkçesine uyarlanmış hali. Bizzat kendim ürettim, birden fazla kez, birden fazla versiyon olarak.) ile yazmak istiyorum. Bu fikri de Re:Zero'dan çaldım zaten... Bu arada El-Hayal, şiir (olduğunu iddia ettiğim şeyler) yazdığım dönemde kullandığım mahlastı. Şimdi yine şiir yazsam, yine aynı mahlası kullanırım. Aslında bir yere türbe yapıp (Evet, kendim yapacağım. Ne var?) kendimi oraya gömdürsem hem hatırlanırım hem kazığı atmış olurum, iyi olabilir öyle. Du' ben bunu bi' düşüneyim (Düşünemedi.).
Bu arada bir sorunum da fazla sahiplenmek. Mesela bir film fikri geliyor aklıma, yönetmenlik, senaristlik ve belli bir rolü kendime alasım geliyor. Sebep? "Onlar ne anlayacak amk sanki?" Sebep bu. Ya da bir şekilde bir roman yayınlasam da filme çevrilse o filme karışırım ben. "Senaryoyu gönderin kontrol edeceğim." derim, "Bu oyuncu hiç bu karaktere olmuş mu?" derim... Diyalogları değiştirtirim falan, yaparım bunu. Hele dizi daha beter, onay almadan bölüm çektirtmem de yayınlatmam da. Gerekirse "Baştan çekin." derim. Yazdığım bir şey başka bir dile mi çevrilecek? "Durun siz şimdi benim bulduğum kavramları falan yarak gibi çevirirsiniz. Ben size İngilizce ve Japonca olarak kavramların çevirilerini göndereyim; Hint-Avrupa ve Hami-Sami dillerine İngilizcesinden, Uzakdoğu dillerine Japoncasından çevirirsiniz. Ural-Altay (ya da Ural ve Altay, artık hangisini kabul ediyorsanız.) dillerine de Türkçesinden çeviriverin bir zahmet." diye dosya gönderirim, yaparım bunu. Neden yönetimden ve karar almak gibi şeylerden fellik fellik kaçtığımı anladığınızı umuyorum.
Bu arada günümüz Türk edebiyatının en büyük sorunu dergisizliktir; OT falan var gerçi. Tanzimat dönemindeki Batı usulü, roman vs. tipi edebiyata ya da şiir akımlarına baktığımızda hep belli bir dergi veya gazetenin çerçevesinde tefrika edildiğini, yani bölüm bölüm, parça parça yayınlandığını görürsünüz. Dizisi iki kez çekilmiş olan Aşk-ı Memnu tefrika usulü yayınlandı misal. Ya da Servet-i Fünun Edebiyatı, adını bizzat yayınladıkları/yayınlandıkları dergiden aldı. Hani buradan gelişmiş bir edebiyatı Batı tarzı tek seferde tek parça yayınlama şeyine hapsedince sonuç Wattpad edebiyatı oluyor; zira Wattpad ve benzeri siteler parça parça yayınlamak üzerine kurulu.
Devamlı olarak "Zincir marketler yerine küçük esnaftan alışveriş yapıyoruz." kampanyası üretiliyor bu ülkede, e haliyle de tutmuyor. Neden tutmuyor peki, bir an olsun düşündünüz mü? "Küçük esnafın hepsi kazıkçı." veya "Millet zaten parasız, neden aynı ürüne iki katı para versin?" gibi sebepler ardıl sebepler. Gerçi ikinci esas sebep ama sebebin sebebi milletin parasız olması değil, o da ardıl bir sebep. Sebebi şu: İnsanlar, görüp görebileceğiniz en oportünist varlıklardır. Biz insan denen yaratığın hayatı fırsatçılık üzerine kurulmuştur. Kimse birebir aynı verimi alacağı iki üründen daha pahalı olanı seçmez; ancak bunun asıl sebebi parası olmaması değildir, asıl sebep pahalısını almakta herhangi bir avantaj olmamasıdır. "Peki marka takıntısı veya koleksiyonculuk? Ya da aynı ürünün kırmızısı yerine yeşilini almak?" Markalar insanlara prestij sağlar; kimi zaman toplum gözünde, kimi zaman onların dahil olduğu sürüler içinde. Ayrıca daha önce bahsettiğim insanların karma karışık sürü sisteminde bu şekilde yeni sürüler de oluşturulur. Bir insan, ne kadar fazla sürüye dahilse o denli avantajlıdır çünkü bir ağ kurmaya kalktığında birçok kişiye ulaşabilir, yeni bir sürü kurmaya kalktığında takipçileri ortak noktalardan seçer; zaten o yüzden bütün dünya ekstrovertler tarafından yönetilmektedir. Koleksiyonculuk ve aynı ürünün farklı rengi de hakeza: Onlardan aldığınız verim aynı değildir. Yani aynı ürünün koleksiyon ürünü olanından soyut olarak daha fazla verim alırsınız, yeşil rengi kırmızıdan daha çok seviyorsanız, ürünün yeşilinden kırmızısına kıyasla daha çok verim alırsınız. İster materyalistin dik alası olun, insanı insan yapan şey soyut şeyler düşünüp bunlara değer vermesidir; mesela duygular gibi. Bana beyindeki sinirsel aktivitelerle gelmeyin, bunun sebep-sonuç ilişkisini doğru kurduğumuzdan nasıl emin olabiliriz? Yani serotonin salgıladığımız için mutlu olmak yerine mutlu olduğumuz için serotonin salgılamadığımızı nereden bilebiliriz? "Serotonin salgılatan yiyecekler de var." Evet, genelde insanların yemekten zevk aldığı yiyecekler. Eğer seratonin tek başına yeterli olsaydı çikolata sevmeyen/yemeyen insan (Var böyle bir şey.) diye bir şey var olur muydu? Daha da ötesi, yapay zeka teknolojisinin aşırı geliştiği bir evrendeki NPC'ler veya bir kurgudaki figüranlar olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz? Her şeyi fazla ciddiye alıp kestirip atmıyor musunuz? Bilim, temelde gerçek olup olmadığına ya da gerçeğin ne olduğuna bakmaksızın bu dünyanın kurallarıyla ilgilenir, dolayısıyla zorunlu olarak materyalisttir; ama biz insanlar, asla "Hakikat" veya "Hayatın Anlamı" ya da "Evrenin Sırrı" denen ve muhtemelen birçok farklı ismi daha olan yüce ve tam bilgiye ulaşamayız, o kadar üstün yaratıklar değiliz. Ancak öldükten sonra, o da ölümden sonra hayat varsa ulaşabiliriz. Hatta reenkarnasyon veya yeni bilgi vermeme gibi durumlar olursa o bile olmayabilir. Eğer insanlar soyut düşünemeseydi veya düşünmeseydi, türümüz şu an her bir üyesi erkek beta balığı gibi davranan pirana sürüsünden hallice olurdu: Kendi sürüsü içinde durmadan kavga, kısmen zevk için yamyamlık (Tamamen değil kısmen zevk için çünkü sen onu yemezsen o seni yiyecek.), başka bir sürüyle karşılaştığı anda birbirlerine dalıp bir sürü diğerini yok edene ya da devşirene kadar savaşma... O sırada alettir, silahtır da icat etmemiş olma ihtimalimiz yüksek olduğundan (çünkü savaş da soyuttur) günümüzdekinden daha vahşi olacağına da şüphe yok (Siz kılıca, tüfeğe laf edersiniz ama öyle bir durumda millet birbirinin boğazını ısıracak, canlı canlı parçalayacak.). İnsanların vahşi yanlarını saklama sebebi kabul görme ihtiyacı ve etik (kişilerin kendi etiği. Benim öz karakterim kendi etiğime uymayacak denli karanlık, zaten o yüzden kendimden nefret ediyorum.) başta olmak üzere soyut olgulardır. "E, aslanlar da sürü hayvanı ama hiç öyle bir şey yapmıyorlar." İnsanlar kadar vahşi değiller, öte yandan aslan ihtiyacından fazlasını yemez. İnsanların vahşeti daha çok piranalar gibidir: Aç kalırlarsa kendi sürülerini avlarlar. Acıkmak ve susamak somuttur bu arada ama "Yemişken lezzetli olsun." veya "Hadi alkollü içeyim de sarhoş olayım." gibi düşünceler soyuttur. Her ne kadar bunların fiziksel etkileri olsa da (Serotonin olayına dönüyoruz.) onlara dikkat edebilmeniz için önce hayatta kalabilecek kadar yiyecek ve içecek ("Su değil, içecek?" Evet. Yakınlarda su kaynağı yoksa meyve suyu, süt, dini/etik/tıbbi veya benzeri kaygılarınız yoksa şarap ve hayvan kanı gibi şeyler su ihtiyacınızı karşılamak için temel yardımcılardır.) bulabiliyor olmanız gerekir; evde beslenen kedi, köpek, hatta balık yemek seçerken (Evet, birçok akvaryum balığı yemek seçer. Hele diskuslar bildiğin aristokrat gibi davranırlar, "Onu yemem", "Bu kokuyor", "Bu kokmuyor" diye...) sokak kedisinin, sokak köpeğinin çöp karıştırma, göldeki balığın kendi sürüsünden (türünden demiyorum bak) balıkları yeme sebebi budur. Belli bir düzeyde "Zaten bana yemek veriliyor, aç kalmam." bilincinin eseridir (Aile evinde yemek seçen adamın üniversiteden/askerden çöplük mideyle dönme sebebi de aynıdır bu arada. Kızlar için durum biraz daha farklı, o sebeple "adam" dedim.). Yeri gelmişken, sanat denen şey de soyuttur zira bir kavramdır, kavramın somutu olmaz. Resim, heykel, yazı, dans, müzik... Bunlar somuttur bak çünkü nesneden (Müzik nesne mi? Evet, sesten oluştuğu için duyabiliyoruz; haliyle nesne ve somut.) bahseder; ama sanat bir kavramdır, daha da öte bir çatı kavramdır ve bu sebeple soyuttur. Aynı şekilde -ortalama bir materyalist anında itiraz edecek olsa da- bilim de soyuttur zira o da bir çatı kavramdır, doğası gereği materyalist olması zorunlu bir şeyin soyut olması da bir Tanrı olduğunun ve bu Tanrı'nın pek de hoş olmayan bir espri anlayışına sahip olduğunun kanıtıdır. Deney ve araştırma somuttur ama bak, fiziksel bir olay vardır çünkü orada; "düşünce deneyi" denen şeyi dahil etmezsek tabii.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder