Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

25 Mayıs 2021 Salı

Durum Raporu: Toplumsal Bahaneler, Manyak Karakterler, Isırılma Listesi, İnsan Hatırlayamamak, Yine Anlamsızlık Dehlizleri Yine Ben

Birtakım "toplumsal bahaneler" vardır. Bunlardan biri "toplum buna hazır değil"dir mesela. Bu, kabaca şunu demenin kibarcasıdır: "Biz böyle bir şey yapmak istemiyoruz." Aynı telden çalan, bunun kardeşi "Halk bunu istiyor." vardır bir de. Bu da "Böyle daha az masrafla daha çok cukka götürüyoruz, hiç rahatımızı bozma." cümlesinin kibarcasıdır.

Manyak/psikopat karakterler çoğunlukla sevilirler bak. İnsanlık olarak manyak karaktere hasretiz. İster filmde olsun ister dizide, ister animasyonda olsun isterse de kitapta bu tür karakterler genelde sevilir. Nedeni üzerine düşündüm az. Belki de (sosyopatlar gibi birkaç istisna dışında) her insanda, hatta canlıda, biraz olan korkaklıktan kaynaklanıyordur. Eh, içinde bir parça da olsa korkaklık olmayan varlıklar eğer ağır aksak ve büyük oranda işlevsiz de olsa yine de hukuk düzeni denilebilecek bir şeyin içinde yaşamadıkları sürece pek uzun yaşayamazlar zaten. Bu korkaklık nedeniyle yapamadıklarımızı (veya yapmadıklarımızı; kişisel tercih de olabilir) rahatça yapabildiği için bu karakterleri seviyoruzdur belki. Başka bir ihtimal, bu karakterleri katmanlı yazmanın "düzgün adam"a kıyasla daha kolay olması. Düzgün adamın nesini yazacaksın, herif zaten robot gibi, sisteme tam uyumlu. Manyağın neden ve ne zaman böyle olduğu, hangi süreçlerden geçtiği anlatımın süresini aşabilecek şeyler. Ha bu arada aynısı iyi karakter-kötü karakter ayrımında geçerli değil. İyi karakteri de gayet katmanlı, iyi arka planlı yazabilirsin; zaten saf iyi ve saf kötü karakterler her ne kadar bizim TV senaristlerimiz aksini düşünse de çoktan tarihe karıştı. El birliğiyle gömüldü, Martin de HBO Camii'nden selasını okudu. İyi karakterlerin bu işlerinin ötelenmesinin daha fazla olma sebebi "Herif iyi zaten işte ya, nesini anlatayım?" şeklinde ifade edilebilecek senarist tembelliğidir. Ha senarist tembelliği her zaman kötü de değildir bak: İster senarist olsun ister yönetmen, ister ressam ister oyuncu/tiyatrocu, ister şair ister meddah, ister heykeltıraş ister müzisyen... Her sanatçıda biraz tembellik olur ve bazı eserler tam olarak sanatçının tembelliğine denk geldiği ve sanatçı amaçladığı sona ulaşmaktan vazgeçtiği için güzeldir. Mona Lisa'nın yüz ifadesinin Da Vinci'nin "Kalsın böyle ya." diye tembelliğine gelmediğinden kim emin olabilir ki? Gerçi Mona Lisa pek iyi bir örnek olmayabilir, sonuçta Da Vinci Uykusu denen şeyi icat edip helikopterlerin ilk prototiplerini çizen bir manyağın aklındaki sona ulaşmadan eseri rahat bırakacağına inanmak zor. Yine de tıpkı tembellik gibi her sanatçıda bir parça olan ve olması gereken bir diğer şey de bir parça maymun iştahlılıktır; yani yarısında fikir değiştirmiş olması olası.

Bir "ısırılma/kovalanma listesi" mi yapsam acaba diye düşündüm. Hayır çünkü sıradan bir insana göre epey kabarık bir listem var. Şey var mesela, neredeyse kurtulduğum köpek korkumu sayesinde yeniden kazandığım küçük köpek var. Daha önce dört ayak üstündeyken belimden daha yukarı gelen köpek de kovaladı beni ama o tamamen şahsi kazmalığımdan kaynaklandı; ufak ırk köpeklerde biraz sahiplerinden (Bu arada kedi köpekte Roma hukukunun esas alınması lazım: Hayvanının yaptığı şeyden sahibi sorumlu olacak. Bu ayrıca yasaklayarak bitiremeyeceğinizi artık anlamanız gereken saldırgan pitbull yetiştirme gibi olayları da bitirir. Saldırgan olmayan pitbull yetiştirmek mümkün, evet.) biraz da küçük ırklar genel olarak abartmaya meyilli, şımarık ırklar olduğundan kaynaklanan sağa sola salça olma eğilimleri var. Kedi tarafından kovalanmam var, muhabbet kuşu gagaladı... Leopar geko tarafından ısırılmış dört beş kişiden biri olabilirim. Leopar keler lan bu? Kelebek yaladı... Evet, kelebek. Yakalamaya çalışıyordum, acayip gıdıklıyor. Yakalamaya çalışmaktaki amacımı hatırlamıyorum, daha yakından bakmaya çalışıyordum herhalde. Onun dışında... Deniz kaplumbağasından tokat yemişliğim var. Yok, ısırılma ya da kovalanma değil; ön yüzgeçten şaplak yedim direkt. DEKAMER'de gönüllü çalıştım bir ara, karaya ilk kez çıkmış kaplumbağalardan örnek alıyorduk; o sırada yaşandı. Bir de yine DEKAMER'de sahilde porsuk kovalamışlığımız var ama o buranın konusu değil.

İnsan, daha doğrusu yüz ve isim hatırlayamama gibi bir sorunum var. Bana "Tanıdın mı?" diye sormayın be, "Kim ulan bu?" diye kafayı yiyorum. Bir ay görmeyince kardeşimi tanıyamıyorum lan, sınıf arkadaşımı nasıl tanıyayım? Ha ama sorunum prosopagnozi değil, görüş alanımdayken insanları gayet birbirinden ayırt edebiliyorum. Bir de belli bir düzeyde umursadığım insanların (tanıdığım insan sayısına kıyasla epey azlar) saç rengi, zorunlu aksesuarları (gözlük vs.) olup olmadığı gibi şeyleri -ve belli bir düzeyden fazla umursadıklarımın ya da çeşitli sebeplerle devamlı ismini duyduklarımın isimlerini- hatırlayabiliyorum ama yüz? Cık, yüz tanıma sistemi yok bende. Hemen unutuyorum. Bu arada insan çizemememin temel sebeplerinden biri bu da olabilir: İnsan yüzünün neye benzemesi gerektiğinden emin değilim. Eh, nasıl göründüğünü bilmediğin bir şeyi çizemezsin haliyle. E, devamlı uzaylı karikatürü çiziyorlar? Lan konu o mu sence? Ne peki? Şey... Eee... Ya bir siktir git ya. İnsan yüzünü birkaç saniyede unutuyorum bu arada. Daha doğrusu insan yüzünü, o insanı ne kadar umursuyor veya umursamış olursam olayım, gözümde canlandıramıyorum. Huş ağacı? Tamam. Japonbalığı? O da tamam. Selçuklu tarzı kılıç? Evet. Timsah? O da var... İnsan yüzü? Sadece birkaç karakterinki, onlar da çizilmiş karakterler ve yine yarım yamalaklar.

Yine anlamsızlık dehlizlerinde dolanmaya başladım. Bu sikik dünyaya tutunmak için çok çaba harcamam gerekiyor. Sadece hayatta kalmaya devam edebilmek için çok çaba. Ehliyet alacaktım, onun için de psikiyatri raporu almam gerekiyor. Ne için? Ne anlamı var ki yani? Neden ehliyet almaya kasıyorum? Ne diye bu yazıyı yazıyorum? Neden önümü göremezken gelecek için plan kurmaya zorlanıyorum? Hayatımın bir anlamı yok, olmasa da olurdu. Hani "Bak sen olmayınca böyle oluyor işte." şeklinde klişe bir bölüm vardır Amerikan TV işlerinde? Ben olmasam hayatı eksik kalacak tek bir kişiyi dahi düşünemiyorum. İlerlemek için çok fazla çaba vermem gerekiyor, gerçekten yoruldum. Son üç yılda öyle çok "Artık ne kadar dayanabileceğimi bilmiyorum." diye haykırdım ki artık bunu demeye bile mecalim kalmadı. Yeter artık, hiçbir şey olacağı yok işte. Uyumlu taklidi yapan yalancının teki olmaya devam etmedikçe kimse tarafından sevilmeyeceğim. Eh, insanların beni sevip sevmemesi çok da umurumda değil aslında; sadece bir kişi yeterli: Kendime katlanamadığımı bildiği halde beni sevebilecek biri. Sanki öyle biri olacak da! Sahte, anlamsız, yalancı umutlara tutunmaktan bıktım artık ben. Hiçbir şey olduğu yok işte, olmayacak da. Neden olsun ki? Gidip apartman dairesinin tekinde yapayalnız geberip gideceğim. Cesedimi ne zaman bulurlar acaba? Geride hiçbir şey kalmayacak... Yazdıklarım, yaptıklarım, hepsi benimle birlikte kaybolup gidecek. Hiç var olmamışım gibi, sinir bozucu. Kaç kişi geçip gitti, sadece bir avucunun adını hatırlıyoruz. Kahraman olamam, kötü adam olacak kadar cesaretim yok, anlatıcı... Ben tatminkar biri değilim, yayınladığım yazıları bile tekrar tekrar okuyup "Şuraya şunu ekleseydim." gibi yarak kürek cümleler kuruyorum. Nefes almak yorucu, uyanıp yataktan çıkmak yorucu... Hayatta bir anlam bulabilmek için avcuma bir avuç şey almaya çalışıyor, sonra ne kadar çarpık ve anlamsız olduklarını fark edip bırakıyorum. Kırılıyorlar, kırılıyorum. O kadar fazla parçaya bölündüm ki kafamda iç seslerden bir kakofoni var. Pek anlaşamıyorlar, birinin ak dediğine öteki kara diyor. Ortak noktaları beni sevmemeleri. Oksijeni bitmiş bir su birikintisinde çırpınan balık gibiyim... Ve artık abartmaktan bile yoruldum. Gerçekten, en azından daha iyiymiş gibi hissettiğim günlerin geleceğini biliyorum. Sanki bir anlamı varmış gibi. Hiçbir iz bırakamayacaksam, yalancı uyum kostümüme ya da aile bağlarına değil de doğrudan bana yöneltilmiş bir sevgiyi... Aslında, hayır, tekrar düşündüm de kimsenin beni sevmesine falan gerek yok. Benim sevgimi kabullenebilen biri yeterli, çok yüklenmemem gerek. Neden yüklenmeyeyim ki? Ben zayıf biriyim, zayıf ve korkak, günahkar ve iğrenç hıyarın teki. Hayat bunu umursamıyor ama. Devamlı, devamlı, devamlı... Kırılmadan daha ne kadar devam edebilirim? Kırılmadım mı? Sağlam olduğumu sanmıyorum. Bu dünyada yaşamaya uygun biri değilim ki ben! Ah, neyse ne. Boş verin gitsin, her zamanki saçma sapan sayıklamalarım işte. Neden bu kadar uzattım bunu? Bunun da bir anlamı yok. Güve gibi hissediyorum: Ateşe yaklaşıyor ve yanıyor. Yanmaya da razıyım ben, karanlıkta kalmak çok zor. Eh, şimdilik biraz rahatlamış hissediyorum ama bu halim biraz daha sürecek. Sonra da kendiliğinden çekilecek ve işkencecibaşı tekrar işin başına geçecek. Neden devamlı böyle saçmalıklar yazıyorum ki? Anlatmaya ihtiyacım var: Kendime anlatmaya. Konuşmaya başlarsam bu savaşa dönüşüyor, yazmak düşüncelerimi odaklamaya ve bazı şeyleri daha net algılamama yardımcı oluyor. Bu kadar, cidden bu kadar. Daha düne kadar ne şekilde hayatta kalabileceğim hakkında bir şeyler düşünüyordum; bugünse... Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Eh, ufuk aydınlanacak ve güneş olduğunu iddia eden bir yalancı tekrar tepemde belirecek, bunu kabullendim artık. Bu döngüde yaşamak benim kaderim... Gerçek güneşimi bulmak istiyorum. Ne olabilir? Yaptığım şeyler sadece yıldızlar ve yapmak istediğim ya da yapmayı düşündüğüm ama henüz yapmadığım (daha doğrusu teknik sebeplerle yapamadığım) şeylerse... Eh, onları yaptığım bir zaman gelince bakarız; henüz yıldız bile değiller. Aslında bir ay ışığına ihtiyacım var, evet, güneştense aya ihtiyacım var. Bunu belirtmekten özellikle kaçındım ama bir yerden sonra Ejderha ve Mühür'ün Utpa'sını kendi düşüncelerimi, inançlarımı ve çarpıklığımı anlatmakta kullanmaya başladım. Aynıyız, gerçi... Bütün karakterler yazarından iz taşır. Bu konuda yazdım mı daha önce? Garip bir hafızam var. İnsanların yüzlerini hatırlayamıyorum ama bir balığın Latince ismini tek bir kez okusam bile aklımda kalıyor. Neyse, bütün karakterler yazardan iz taşır; yazarken o olursun, karşılığında o da sen olur. Sonuç da aha bu olur. Ay, evet, benim de kendi ay ışığıma ihtiyacım var. Bazen tepemdeki örtünün ne olduğunu merak ediyorum. Bulut olamazlar, değil mi? Gerçek güneşi bir kez bile görmemiş olamam. Demir mi? Demirden tabut. Demir olabilir aslında. Gecenin kendisi olabilir; ama o zaman neden kubbe şeklinde olduğunu açıklamak gerek. Kendimi bir şemsiyenin altına sıkıştırdım ve şimdi varlığını bile unuttum. Ne zaman yaptım ki bunu? Her zaman korkak ve çarpık herifin tekiydim, her zaman bulanık bir suyun içindeydim... Ama bu karanlık bir yerden sonra başıma musallat oldu. Cidden böyle günlerde sadece böyle saçmalamak için motivasyonum olması... İç çekmekle bir yere varamayacağım, bu da böyle bir şey işte.

23 Mayıs 2021 Pazar

Durum Raporu: TDK, Yazmak (Evet, Yine), Gezgin ve Havlu, İstekler, Dede Korkut, II. Abdülhamit'in Saat Kuleleri, Makyavelizm

Şöyle bir karar verdim: TDK denen garabet yuvasının yapması gereken işi yapmayacağım. Yeter ulan, Türkçesi yoksa yoktur. Öyle yabancı olan yerleştikten sonra karşılık bulmakla bir sik olmaz. Ya ne yapmak gerekir? Daha bu kelimeler henüz yerleşmeden önce karşılık bulmak gerekir. Gerçi bunlarda onu düşünecek akıl olsa "Nasıl lan nasıl? Niye? Neden?" dedirten kararlar (Şapkanın isteğe bağlanması, "lort" kelimesinin uydurulması, "sanal casus" şeklindeki alakasız karşılık...) almazlardı. Eh, yerleştikten sonra yapılamaz mı, mümkün değil mi? Mümkün tabii; ama şöyle mümkün: Önce doğru düzgün karşılıklar bulursun, sonra diktatoryal bir distopyadaki (Eh, bizim dünyamız da çok farklı değil. Sevseniz de sevmeseniz de; isteseniz de istemeseniz de Amerikan doları hepimizi güdüyor. Bu dolara endeksli ekonomi fikrini kim bulduysa mezardan kaldırıp iki tokat çakasım var. Paragrafı bitirdikten sonra bir bakayım kimdir, necidir. [Necidir mi? Tavukçu olacak hali yok ya, ya Amerikan başkanıdır ya ekonomist veya ikisi birden.]) yetkili kurummuşçasına masaya yumruğunu vurup bu karşılığı zorunlu kılarsan, televizyonda, kitaplarda, gazetelerde yabancı halini kullandırmaz ya da sadece o kelimenin "kötü" olarak karşılanacağı şekilde kodlarsanız ("Tikky" tiplere ve kötü adamlara kullandırırsanız yani.) halk kendiliğinden karşılığı kullanmaya başlar, kısa süre sonra da yabancı aslı sadece yabancı bir karşılık haline gelir. Tabii bunu yaparken Türkçeye uygun şekilde Türkçeleşmiş olanların da kabullenmesi gerekir, mesela "troll" ("trol"e çevrilse de olur) ve "trollemek" kelimelerinin sözlüğe eklenmesi gerekiyor. Aynı şekilde hoşlantı (Bu arada "hoşlantı" yoksa bulantı, girinti, çıkıntı da yoktur arkadaş. Türkçe sondan eklemeli dildir ve bu dillerin özelliği belli eklere sahip olmaları, bu ekleri de farklı kelimelere ekleyerek yeni yeni kelimeler türetmektir. Günlük hayatta karşılaştığımız ve ithal olmayan kelimelerin çoğu türetilmiş kelimeler zaten.), "stalk" ("Stalker"ı "stalkır" diye ekleyiver işte.) ve hatta "cringe" (Artık krinc diye mi eklerler, kırinj mi yoksa yeni yeni imler, kurallar mı uydururlar kendi bilecekleri iş.) gibi sözcüklerin de. Daha önce de dedim "Türkçede öyle bir kelime yok ile bir yere varamazsınız." diye. O zaman kapı yerine "kapığ" de, üstelik bunu diksiyon hastalarının dediği gibi I'yı saçma bir şekilde uzatarak değil kalın, sert ve gerçek bir "Ğ" sesiyle söyle; o zaman gerzek kelimesine de "Böyle kelime yok." de (70'lerde Ayşen Gruda uydurdu bu kelimeyi "gerizekalı"yı kısaltarak), o zaman "yapıyor" değil "yapgı yorır" de, o zaman "geldim" yerine "keldi men", "gittin" yerine "ketdi sen" ("ketti" de değil, evet) de. O zaman "örneğin" diye kelime de yok, "örnek" sözünü de "urnak" diye söyle. O zaman salatalık ve "evet"in olumsuzu anlamında "hayır" diye kelimeler de yok, "hıyar" ve "yok" de. N'oldu, kaba, köylü mü geldi? O zaman saçma sapan konuşma ve gidip dil nedir, ne değildir öğren; Türkçe öğrenmeden de gözüme gözükme zira bu tavırda olanların %90'ı Türkçe bilmiyor, başta TDK çalışanları olmak üzere. Böyle saçmalık mı olur? Halk tarafından kullanılan her söz, dile girmiştir. "Sözcük" de yok o zaman Türkçede, ya "söz" de ya ithal versiyonu olan "kelime"yi kullan. İngilizler dil nedir, ne değildir bildikleri için Oxford sözlüğüne "bosh" kelimesini aldılar mesela -ki gündelik İngilizcede kullanılmıyor bile-, yine Tolkien de dil nedir, ne değildir bildiği için (filolog lan adam, işi bunu bilmek zaten) "dwarf" kelimesinin çoğulu hakkında "Alın lan değiştirdim." diye artistlik yapan bir insandı[1][2][3]. Konuya dönersek: Peki TDK denen zerzevat dükkanında bunu yapacak göt var mı? Yok. Ayrıca doğru düzgün karşılıklar bulmayıp böyle sikik, yalan yanlış çevirilerle ("Sanal casus" ne lan? Hayır sondan eklemeli dillerin bir özelliği de art arda bin tane kelime katmadan bir şeyler oluşturabilmektir, niye her siki ikili, üçlü çeviriyorlar çözemedim gitti.) idare ederek bu dediğimi yapmaya kalkarsanız başınıza gelecek tek şey halk direnişi olur.

Yazmak konusunda daha önce defalarca yazdım, genel âdetimi ve düşüncelerimi lüzum görmüyorum. E, o zaman bu paragrafı ne demeye yazıyorsun? Şundan: Yazmak konusunda Ray Brandbery'yle düşüncelerimiz ve yazma tarzımız/şeklimiz hemen hemen aynı. Gerçi birçok tanınmış yazarla inanılmaz empati kurabiliyorum; Tolkien'in bir çocuk kitabına takıp külliyata çevirme sebebini de Rowling'in garip gurup "tweet"ler ile Büyücü Dünyası (Resmi bir adı vardı Harry Potter evreninin, neydi ki?) evrenini eğip bükmesinin sebebini de Martin'in son kitapları hâlâ neden yazamamış olduğunu da rahatça anlayabiliyorum. Ha bu son ikiliye sövmediğim, sövmeyeceğim anlamına gelmiyor, orası ayrı. Bu dört yazarla benim aramdaki temel fark onların iyi ve başarılı yazarlar olması. Ben iyi bir yazar değilim; ama kötü bir yazar olup olmadığıma yazdığım bir şeyleri (mümkünse yazdığım farklı türlerde ve konseptlerde birkaç farklı şeyi) okuyanlar karar vermeli. "İyi yazar olmayınca otomatikman kötü yazar olmuyor musun?" Yanıt veriyorum:

Bu terazinin iki ucu yok sadece

Kötünün iyisi, ortalama, eh, vasat...

Gelip gidip oyalanacağız sessizce

Bu dünyada işlenmeli bir bu kabahat. 

                                         "Terazi", El-Hayal; on üçlük hece ölçüsüyle, "abab" uyak düzeniyle 

Başarıya gelince... Eh, basılı bir kitabım olmaması ve burayı sadece 2, bilemedin 4 kişinin okuması bunu yeterince anlatıyor, yine de muhtemelen dördünün de ilk basılı eseri yayınladığı yaştan daha gencimdir. Tembellik hakkım olursa kullanırım... ki tam da bu sebepten hayatta hâlâ bir arpa boyu yol kat edemedim zaten.

Gezginlik hakkında düşünürken bir anda kafama dank etti ama önce muhtemelen sormamış ve dahi sormayacak olduğunuz "Bunca şeyi nasıl ve neden düşünüyorsun?" sorusunu yanıtlamak isterim: Düşünmeye çok vaktim var benim. Ne görüştüğüm arkadaşım var ne de sevgilim, eh, işsiz güçsüz boş gezenin boş kalfasıyım da aynı zamanda... Yani düşünmek için ihtiyacım olandan daha fazla vaktim var, öte yandan pek düşünmemeye çalışıyorum çünkü düşüncelerim eninde sonunda ya ruhumun çığlıklarına ya da uzaya varıyor. Uzaya varan düşünceler, evet; çığlık atan ruhumu yazıya, çizime ve el oymaları gibi şeylere dökebilirim, o benim için hem kutsama hem lanet; ama uzaya varan düşünceler, işte onlar sorun. Uzaya varan düşünceler hakkında bir örnek vereceğim sadece: Eve bir saksı çiçeği almayı düşünmeye başlarsam vardığım yer orman tasarlamak oluyor. Her şey için geçerli bu, ipin ucunu kaçırıyor ve bir daha yakalayamıyorum. Eh, düşüncelerim beni korkuttuğu için de mümkün mertebe düşünmekten kaçınıyorum: Yazıyorum (Düşünmemeye yaramıyor ama düşüncelerin aşağı yukarı odaklı olmasına yarıyor, işin ilginci yazdığım en iyi kısımlar da düşüncelerimin kaymasına engel olamadığımda ortaya çıkıyor.), çiziyorum (Bu da aynı şekilde.), bir şeyler (bilhassa komedi) izliyorum, müzik dinliyorum (Müziğine bağlı olarak ters tepebiliyor.), en temel savunma mekanizmamsa senaryo kurmak. Kafamda öylece kurup detaylandırdığım senaryoların haddi hesabı yok; bunlar başından beri "düşünce" olması için tasarlandılar, yazıya dökmeye çalıştığımda da beceremiyorum zaten, iyi bir yazar olmadığımı yukarıda da söyledim... Düşünce olarak tasarlandıkları için ne kadar saparsa sapsın, ne kadar dağılırsa dağılsın ve ne kadar abartılırsa abartılsın vicdanımı rahat tutabiliyorum. Düşüncelerimden korkmamın tek nedeni bu özelliği değil, hatta esas nedeni de bu değil; esas sebep fazlasıyla çarpık ve karanlık olmaları. Konuya dönersek: Gezginlik hakkında düşünürken kafama dank etti, Douglas Adams haklıydı! Kesinlikle bir havlu çok işinize yarar. Muhtemelen o bunu şaka olarak düşünmüştü, ben de öyle varsaydığımdan üstünde durmamıştım ama harbiden havlu müthiş bir eşyadır.

Gayet basit birkaç isteğim var. Var da olmuyor, olamıyor; halbuki son derece basit istekler. Mesela bir duştan/banyodan da tesisatçıdan mühendise, duş başlığının üreticisinden kombinin tasarımcısına dek alanında uzman bir kadroya sövmeden çıkmak istiyorum. Çok mu zor lan sıcaklığı ayarlanabilir çeşme yapmak? Ha bir de günde beş vakit beddua etmemek istiyorum. Kime mi beddua ediyorum? Ezan okumayı bilmeyip (Hatta ezanın ne olduğunu bilip bilmediğinden de emin değilim.) üstüne ses düzeyi, hoparlör ayarı gibi şeylerden de bihaber olan ve kendine utanmaksızın müezzin diyebilen kişiye tabii! Hem bu müezzin-i deccalden yıldığımdan hem de büyük ihtimalle Balıkesir'de en çok ses ve gürültü olan yerlerden birinde yaşadığımdan bir gürültü önleyici kulaklık aldım. Üstünde elektrikli testerede, sanayide vs. kullanabilirsiniz diyor bak; kulağımdayken kendi sesimi duyamıyorum. Peki bu hoparlör fetişisti müezzinin sesi? Bu arada önce katlettiği ezanların selasını okutmak lazım bu müezzine, yeter lan. Hah, neyse: İşte nasıl bir ses ayarı varsa o hoparlörlerin birkaç sene önceki insani düzeyde duyuyorum. Bak, kulağımda gürültü önleyici kulaklık var. Aslında bu müezzinleri bir odaya tıkıp kullandıkları hoparlörlerle, ayarları falan da değiştirmeden günde on vakit "Hoparlörle ezan bidattır." diye Türkçe, Arapça, Mısır Arapçası, İbranice, Aramice, Latince ve Farsça olarak dinletmek lazım. Doğru olup olmaması mı? Lan daha at etinin Hanefi ve diğer mezheplerdeki hükmünü bilmeyip "haram" deyip geçen (Kuran'da "haram" diye tanımlanmış tek gıdaların domuz eti ve kan olması meselesine hiç girmiyorum zaten. İçki hakkında "uzak durun" şeklinde ayetler var ama açık bir "haramdır" ifadesi onda bile yok; bir de başka bir ayette "Temiz ve helal şeyler yiyin." diyor.) ve bütün kanıtlara rağmen aksini kabul etmeyen adamlara ayet, hadis, risale vs. getirmekle mi uğraşacağız? Yeter ulan, okuyamıyorsan okuma. Sesi son düzeye getirip bağırınca ezan okumuş olmuyorsun. Yarın bir gün Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Ömer veya Hz. Osman mezardan kalkıp gelse ilk yaptığı işlerden biri bu dabbetül müezzinleri asmak olurdu. Sebebi mi? İnsanları dinden imandan çıkarmak suçundan tabii, başka neden olacak? Ha bu arada aynısı Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı hanedanını ve devletini gerçek anlamda Sünni hale getiren Yavuz Sultan Selim ve "Sofu" lakabıyla anılan, "günahtır" gerekçesiyle Fatih'in tablolarını saraydan attırmış, Osmanlı padişahları içinde gerçek bir Vahhabi anlayışına sahip tek kişi denebilecek II. Bayezid için de geçerlidir.

Dede Korkut hikayeleri bazen Oğuz Kağan Destanı'nın devamlılığı olarak görülür. Eh, gerçekten Tengrici referansa bolca sahipler; ama büyük ihtimalle Oğuzların yeni yeni Müslüman olmaya başladığı bir zamanı anlatıyor. Destanlarda düşmanlara bakınca hep Türk adlarına ve Türk unvanlarına sahip olduklarını görüyoruz, istisnai olarak "Tekür" (Tekfur) unvanına sahip olanlar var. Bu da destanın esas meselesinin Müslüman Oğuzların Tengrici ve/veya Hristiyan Oğuzlarla mücadelesi olduğunu gösteriyor. Destanda bahsedilen coğrafyayı da ele alırsak (Batum'dan vs. bahsediliyor.) Oğuz Yabguluğu döneminde olabilir. Zira "kafir" olarak tanımlanan ama Türk olduğu aşikar düşmanlar makam, mevki sahibiyken destandaki Oğuzların daha kapalı, daha içe özel bir yapılanması var. Ayrıca Han Bayındır'ın otağında hizmetkâr "kafir kızları" (Buradaki kafirin tıpkı "Bitirdin beni allahsız." cümlesindeki "allahsız"da olduğu gibi güzel, çekici, seksi vs. anlamında kullanılmış olabileceğine dair bir makale vardı aslında ama şimdi bulamam. Yine bakayım, bulursam linkini link kelimesine koyarım. Bulamadım.) ve Han Bayındır'ın babasının adının Kam Gan olduğunu (Basbayağı şaman soyundan geliyor lan adam.) olduğunu baz alırsak yeni yeni İslamlaşan bir dönemde geçtiğine iyice emin olabiliriz. Ek olarak destanda sık sık tekrarlanan "Aman kafir aman, Tanrı'nın birliğine yoktur güman." şeklindeki "aman dileme" ve "kafirlerin" de hemen bırakması "kafir" olarak bahsedilen kişilerin öncelikle Türk olduğunu ("Aman dileyene el kalkmaz."), ikinci olarak tek tanrıcı olduklarını (Tengricilik tek tanrılı dindir, halkın inancı olan Altay şamanizmi ve yönetim kesiminin inancı olan Tengricilikten, daha doğrusu bunların farklarından daha önce bahsettim. Hristiyan olanlar da eh, haliyle tek tanrıcı zaten.) gösterir. Dede Korkut Hikayelerinin Tengrici izleri hakkında ilginç bir durum da var: Mesela Deli Dumrul, yapı itibariyle en İslamî olanmış gibi görünse de aslında eski inanç sistemlerinden en çok iz taşıyan destan bu. "Basat'ın Tepegözü Öldürdüğü Destan" ise en ruhani, dolayısıyla en şamanik olanmış gibi durmasına rağmen esasında geri kalan bütün destanlardan daha fazla İslami/İrani referans içeriyor. Bu arada Oğuzlar Türk halkları arasından en batıda kalanlardandı, dolayısıyla İran üzerinden gelen İslam orduları ilk hatta Oğuzlarla karşılaştılar. Bu da Oğuzların İslam'a ve Müslümanlara uzun süre daha temkinli yaklaşmasına, daha karşı olmalarına yol açmıştır. Uygurlar Türk halkları arasından İslam'ı ilk benimseyenlerdir ("Okulda bize Karluk dediydiler?" Karluk zaten Uygurlardan bir boy, Karahanlılar da bu boydan gelme.), Oğuzlar ise uzun süre direnmişlerdir ki bunların daha önce Musevi olanları vardı (Hazarlar Oğuz'du), Hristiyan olup batıya gidenleri vardı (Hâlâ yaşıyor bunlar: Gagavuzlar)... Selçuklu döneminde Moğolları artlarına katıp Anadolu'ya göçen Türkmenlerin bile halk kesimi çoğunlukla hâlâ eski inançlar üzerineydi, yöneticiler Müslüman'dı genelde.

II. Abdülhamit'in saat kulesi sevdası hakkında konuşmak istiyorum. Bugün Türkiye topraklarındaki herhangi bir saat kulesini seçin, eğer cumhuriyet öncesi döneme aitse yaptıran %99 ihtimalle II. Abdülhamit'tir. Yalnız bunu ben kendi başıma fark ettim, bir yerlerde dikkat çekilmedi buna hiç, çekildiyse de ben karşılaşmadım. Birinin bütün ülkeyi saat kulesiyle donatması için ya belirli bir amacı olması ya da fetiş derecesinde saat kulesi sevmesi gerekiyor, yoksa uğraşılacak şey değil bu.

Devlet ve mafya ilişkisi hakkında konuşmak istiyorum. Öncelikle, bir devleti yönetmek için insanlığın kurduğu en mükemmel sistem makyavelizmdir. Elbette o da tıpkı diğerleri gibi kusurludur zira insanın özü kusurludur, yine de konu eğer ekonomi ya da günlük hayat vs. değil de doğrudan devlet yönetimiyse eldeki en iyi sistem budur (ikinci en iyi sistem de devlet kavramını tamamen yok sayan anarko-ilkelciliktir bu arada.). Bu bağlamda ("Bağlam" mı?) devletin mafyayı kullanmasında bir sorun yoktur, hatta bilakis kullanması gerekir. Bir çeşit askeri güç, abartmadıkça izin verilecek ve daima gözetim altında tutulacak. Mafya, çete, hatta terör örgütü... Hepsi devletin gözetiminde ve bir miktar göz yumulan şeyler olmalı, sınırı aştıklarında devletin kılıcının tepelerine ineceğini hatırlamalılar ama varlıklarını da sürdürebilmeliler (çizmeyi aşan da ortadan kaldırılır.). Tabii bu dediklerim asla var olmamış ideal devlet için geçerlidir; yöneticilerin devlet, devletin de halk için olduğu ideal ülke için. Günümüzün ve dahi geçmişin devletleri "halk devlet, devlet de yöneticiler içindir" düsturunu benimsemiş durumda. Bizim özelimizde "Devletin malı deniz, yemeyen domuz." diye atasözümüz var. Halbuki yöneticiler devletin devamı için olmalı ve devlet de halk için olmalı; halkı olmayan bir devletin varlığına devam edebilmesi mümkün değildir, halkın üstüne yük olan bir devletin hele zaten varlığına devam etmemesi gerekir. Olması gereken algıya sahip hükümdarlar bugün ya çok sevilir (Türk tarihinden Bilge Kağan ve Atatürk) ya neredeyse unutulmuşlardır (yine Türk tarihinden II. Ahmet), kesinlikle arası yoktur.

11 Mayıs 2021 Salı

Durum Raporu: Fahrenheit, Saçmalık, Ege Kasabaları, İslam'da Tasvir Yasağı, İstek ve Motivasyon

Şu sıralar Fahrenheit 451 okuyorum da... 1953 yılında yazılmış bu kitap ve günümüzdeki bir şeyin "ne" anlattığına değil "nasıl" anlattığına (Bechdel testi denen şeyi yerle bir eden yoğun feminizm alt metinli bir senaryoyu da bu teste dört dörtlük uyan kadın düşmanı bir senaryoyu da yazmak aynı ölçüde mümkün ve kolaydır. Kanıtlamamı isterseniz de her ikisini de yazar, önünüze koyarım; bu kadar da netim bu konuda.) takan kökten-sansürcü zihniyetin bizi götüreceği yer tam olarak burası. Bir uyarlamadaki bir karakter homofobik/eşcinsel (Ülkesine göre değişiyor tabii.) mi? Çıkar gitsin. Biri yönetimi tenkit eden bir şey mi yazdı? Yasakla gitsin. Burada bu olayın başka bir yanı da her şeye sadece ötekiliğiyle var olan karakterler eklemek. Nasıl yani? Bir karakterin eşcinsel, siyahi veya herhangi bir azınlık grubundan olduğunu davulla duyurup sonra o karaktere başka hiçbir özellik eklemezsen ne olur? Ayrımcılığı artırırsın. Peki bunu yapmanın doğru yolu nedir? Doğru düzgün, derin ve hikayede bir yeri olan bir karaktere o özelliği de eklersen ve sadece gerekli olduğu durumlarda üstünde durursan ("Ya gerekli durum oluşmazsa?" Lan gerekli durum oluşacak şekilde yaz o zaman, sen karakter tasarımından, hikaye derinliğinden vs. anlamıyorsan ben ne yapabilirim?) o karakter insanların bağ kurabileceği bir karakter olur. O zaman ne olur? Ku Klux Klan üyesi bir herif "Aaa, bu adam kralmış ya." diyebilir mesela. Peki şu anki dandik yöntemi kullanmak ne işe yarıyor? Eh, bu yöntem kullanılmaya başlandığından beri bitmese veya azalmasa bile gölgelere çekilmiş azınlık nefretinin alenen gösterilmesi yeterli cevabı vermiştir diye umuyorum. Eğer karakter derin olursa, yani özelliğiyle değil kendi başına var olursa o özellik de karakterin bir parçası olarak benimsenir. İyi yazılmış kötü karakterlerin kötü yazılmış iyi karakterlerden daha çok sevilmesi de aynı nedenden kaynaklanır zaten, bu da size ipucu olsun (Sanki Hollywood'un, Netflix'in senaryo yazarları okuyacak aq, neyin peşindeysem...). Tabii artık dijital medya var, bir şeyleri saklamak da yok etmek de aynı ölçüde daha kolay; yine de kitapta Yüzbaşı Beatty'nin anlattığı şey, Netflix'in Community'yi "Advanced Dungeons and Dragons" bölümünü kaldırarak yayınlamasıyla birebir aynı şey. Zaten her şeyin kısalması ve anlamsızlaşması da aynı kapıya çıkıyor, Clarisse'nin kitap evrenindeki insanları tanımlama cümlesi olan "Hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Sadece birkaç marka ismi sayıp 'Ne iyi!' diyorlar." tümcesi de günümüz insanlarının çoğunu tanımlıyor. Şanslıyız ki bizim dünyamızda aklıselim azınlık hâlâ aşırı fazla, aynı zamanda "rahatsızlıktan rahatsızlık" ve benzeri şeylerin ne kadar beter hale geldiğini görebiliyoruz. Günümüz tarzındaki saçma sapan, insanların malum bir taraflarından anladığı feminizm nedeniyle eşitliği savunan çoğu kişi feminizm karşıtı mesela şu an. Daha önce de söyledim ya "Bir fikre, ideolojiye, kuruma veya örgüte en çok zarar veren dış güçler değil; tam aksine onun ayarsız ve izansız takipçileridir." diye. İşte bu ayarsız ve izansız takipçiler sosyal medya veya benzeri şeyler nedeniyle daha çok göze battığı için insanlığın yolunun en azından o sokaktan saptığına inanmak istiyorum. Bu arada hazır Fahrenheit 451 demişken: Elimde Neil Gaiman'ın önsözünü yazdığı bir versiyon var, o önsözdeki "Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar." diye başlayıp "Ama yazar döneminin ürünüdür ve kitabının tam olarak nelerle ilgili olduğunu o bile bilemez." diye biten pasajın, bilhassa "Herhangi bir öykü pek çok şeyle ilgilidir." diye başlayan paragrafın altına imzamı atıp zarflar, yetkili makamlara yollarım. O kadar haklı adam. Bu arada e-medya bu hızda yaygınlaşıp norm olursa ilerde basılı medya koleksiyon ürünü haline gelebilir, aynı plaklar gibi. İyi mi yoksa kötü mü olduğuna... o zamanın insanları karar vermeli.

"Kurallar saçma", "Batıl inançlar (Bunun batılının ölçüsünü kim belirliyor lan? Bir deiste göre de bütün dinler komple batıl inanç, bir ateiste göre Tanrı'nın kendisi dahi batıl inanç. Neye göre batıl, kime göre batıl kardeşim?) saçma", "Komplo teorileri saçma", "O saçma", "Bu saçma"... Dünyanın kendisi koca bir saçmalıktan başka bir şey değil zaten. Size bir sır vereyim: Hayat bir şakadır, üstelik berbat bir şaka. Dünyaya gelirsek... Eh, iğrenç ve acımasızdır; hep de öyleydi zaten. Hep de öyle olacak. "Kısa saç moda bu aralar." Moda ne giyeceğine, nasıl görüneceğine ve ne yapacağına kendi başına karar veremeyen sürü hayvanlarını daha rahat gütmek için para babaları ve güç odakları tarafından uydurulmuş bir saçmalık. Kravat da öyle ve tabii o iğrenç pantolonlar da. Anlamsız, koskoca bir saçmalık; yaşadığımız dünyanın ve hayatın her yerine sirayet etmiş bir keşmekeş. Sanki çok önemi, çok anlamı varmış gibi koşuşturup duran insanlar... Asıl önemli olan gökyüzü veya toprak. Birileri bir yerlerde gece göğüne bakma cüreti gösterse de yıldızları göremiyor. Mide bulandırıcı rutin ve hep aynı devam eden alacakaranlık günlerde boğulmamak, kişiliğini toplum pahasına satmak istemeyenler için çok çaba gerektiriyor. Gereksiz, anlamsız, önemsiz çabalar... İnsan ömrü genelde 100 yıl olarak geçer, ortalama 70 yıldır. Deniz kaplumbağalarına bakın! İri başlı deniz kaplumbağaları insanlarla aynı süre yaşarlar, çok yaşayan kara kaplumbağalarıdır. Deniz kaplumbağası... Yumurtadan çıkınca kendini ölüm kalım mücadelesi içinde bulur, denize ulaşıp biraz büyüyünce rahatlar ve sadece yemesine içmesine bakar. Biz insanlar bunu da ters yapıyoruz: Bebeğe dünya hakkında hiçbir şey öğretmeden, hayati tehlikeyi atlatınca dünyaya salıyoruz. Sonuç olarak insan bocalıyor. İnsan bocalar. İnsan düşünen bir hayvan değildir, bocalayan bir hıyardır. Aslında, Şeytan'a bazen hak veriyorum. Böyle bir türün karşısında ben de secde etmezdim. Kendimizi doğadan daha çok kopardıkça ve çığlık atan içgüdülerimizi daha çok bastırdıkça varıp varabileceğimiz tek yer mezar. Ölüp de gömülmeyi unutmuş insanlar sürüsü, ne olduklarının farkında bile olmayan hortlaklar ve zombiler... Kendimize korunaklı, toplu beton mezarlar inşa edip sonra da senelerimizi ipotek ettiriyoruz. Ne uğruna? Hayatta kalmak. Çalışmak, ekonominin başından beri böyleydi: "Maaş" karşılığında -ki bu paradan önce yiyecek ve içecekti- zamanını satmak. Artık iradeni de satman gerekiyor, zaman patronlara yeterli gelmiyor. Doyumsuz hıyarlarız biz insanlar, böyle bir türe yetki verince başka bir şey beklememeniz gerekir. Kümesteki diğer horozu gagalayarak öldüren horoz, insanlar da pek farklı değil. İnsanların tavuklardan farkı... Onlara kümese tıkabilecek kadar güçlü olmamız. Hormonlu saçma yemlerle besleyip erişkin denebilecek olgunluğa bile ulaşmadan mezbahaya gönderilen tavuklar. Hiç marketten aldığınız bir tavuğun iliğini emdiniz mi? Ememezsiniz, tavuğun iliği yoktur; ama aslında vardır. Yani, daha doğrusu, omurgalı olan her hayvanın iliği vardır. Tavuğun iliği nerede? Endüstriyel hayvancılık yedi. Zamanında bir vejetaryen ve bir de kısmen pesketaryenle tanışmıştım. Kısmen pesketaryen dediğim deniz ürünlerine ek olarak süt ve süt ürünleri ile yumurta da tüketen biri, beslenme düzeninin kesin bir adı olmadığını kendi söylemişti. Vejetaryen olan midyelerin bitkilere hayvanlardan yakın olduğunu iddia edip midye yiyordu, "akılsız vejetaryen profili"ni aklımda oturtmamda epey yardımcı oldu. "Bir şeyin gözü yoksa ve çığlık atmıyorsa yenilebilir." Yani, bitkileri katletmekte sorun yok; öyle mi? Bu tavır insanı doğadan üstün gören bir tavır ama. Doğanın parçası olduğunu bilen ve kabullenen kişi, besin zincirine de uyar; aynı şekilde, bitkilerin de hissedebildiğinin farkındadır. Her canlı hayatta kalabilmek için öldürmek zorundadır, bunun hiçbir istisnası yoktur. Bitkiler bile, fotosentezle beslenen o bitkiler bile hayatta kalabilmek adına birbirlerini kökleriyle, gövdeleriyle ve gölgeleriyle boğarlar. Tarlaların dip dibe ekilmeme sebebini hiç düşünmüş müydünüz? Sebebi budur: Mahsul, doğal seçilime kurban gitmesin diye. Hayvanların canına saygı duyup bitkileri önemsememek ikiyüzlü ve salakça bir tavır. Eğer can almamaya o kadar takıntılıysanız, sadece meyve yemelisiniz; duyamamanız neden koparılan yaprağın çığlık atmadığı anlamına gelsin ki? İnsanın narsistliği ve kendini doğadan üstün görmesi, açık bir üstünlük kompleksi bu; ikiyüzlü bir tavır, "Sizi anlayabiliyorum, o yüzden yemiyorum. Ben mükemmel bir varlığım." tribi. Değilsiniz. İnsanlar kusurlu varlıklardır, öylesine kusurlulardır ki kendilerini şehirlere hapsetmişlerdir. Ha, diğeri mi? Daha çok ekolojik, tıbbi ve siyasi bir tavrı vardı: "Doğamıza aykırı" gibi saçma -ve katiyen gerçek olmayan- sebeplerle değil, endüstriyel hayvancılık belasından tüketmiyordu. Ben size insan doğasına aykırı olan şeyleri söyleyeyim mi? Şehir hayatı öyle mesela. Hayatta kalabilmeyi para denen şeytan icadına bağlayıp zamanını ve iradeni para karşılığı satmak, sonra o parayla kendisini satan başka birinden alınmış tavuk etini yemek. Peki insan doğasına uygun olan nedir? Tavuğu kendin avlar veya yetiştirirsen, bu insan doğasına uygun olur. O tavukların iliği de olur. Tavuğun iliği önemli. Tavuğun eti beyaz olmaz bu arada. Yani beyaz ettir evet; ama marketten alınan gibi bembeyaz olmaz, hafif kırmıza çalar gerçek rengi. Endüstriyel tarım bunca insanı beslemek için zorunluluk. Buğdayı Sümerler, koyunu Hunlar gibi yetiştirmeye devam etseydik "Hayvancılık küresel ısınmaya sebep oluyor." diye bir cümle kurulamazdı ama bunca insanı beslemek de mümkün olmazdı. Başka bir açıdan bakarsak, endüstri devrimi olmasaydı zaten nüfusun bu denli artması da pek mümkün olmazdı. Bu arada hayvancılık ve sera gazı arasındaki ilişkinin hayvan sayısının fazlalığından olduğunu da çoğu kişi ya bilmez ya da işine gelmediğinden hasıraltı eder. Şöyle ki: Bu koyunlar, inekler, tavuklar, domuzlar eğer biz onları çiftlik altına almasaydık bu kadar artmayacaktı. Tarım yapan karıncalar var ama hayvancılık yapan bir kurt sürüsüne denk gelmedim; otoburların doğadaki temel görevi av olmaktır. Sayıları bu kadar artmadığından ekosistem ürettikleri atıkları kendi döngüsünde halledebilecekti. Ama onları alıp yırtıcıların ulaşamayacağı yerlerde hızlıca üretince dünyaya yük biniyor. Ne anlatıyordum ben? Hah, saçmalık, tamam; her şeyin koca bir saçmalık olduğunu... Aaaaah, yoruldum, bu paragrafa devam edesim bile kalmadı. Bu paragraf da saçmalık derecesinde sıkıcı ve sıkıcılık derecesinde saçma bir şey zaten.

Küçük bir Ege kasabasına yerleşmek isteyenleri Kütahya'nın, Afyon'un dağ köylerine gönderecek bir emlakçı ajansı kurasım var. Ege'yse orası da Ege, Ege Denizi deyin o zaman kardeşim, ben anlamam. Bu arada yazın gidip görüp sevdiğiniz tatil beldelerine yerleşme hayali kurmayın, 3,5 yıl Gökçeada'da yaşadım, kışın ölüyor oralar. Açık marketi, bakkalı zor biliyorsun oralarda kış mevsiminde; utanmasalar zincir yerleri bile kapatacaklar, öyle oluyor oralar kışın. Hele bir de karın, soğuğun olduğu bir yerse zaten evden çıkıp çıkamayacağın belirsiz oluyor. Yağmurdan, rüzgardan ev camının çatladığını biliyorum.

İslam'da tasvir yasağı hakkında konuşmak istiyorum. Peki neden? Ne gerek vardı yani? Eh, ben de bilmiyorum. Yaptığım şeylerin nedenini nadiren bilirim zaten: Sadece yapasım gelir ve yaparım. O yüzden de yaptığım şeylerin 7/10'si -sonucun olumlu ya da olumsuz olduğundan bağımsız olarak- "Kafamı s..." şeklinde sonuçlanır (Sonucun sonuçtan bağımsız olması da ayrı bir acayipmiş.). Hah, tasvir diyorduk. Büyük ihtimalle peygamber döneminde gerçekten böyle bir yasak konmuştu; ama bunun siyasi bir yasak olduğunu düşünüyorum. Artık gerek kalmayan bir şey, millet "Sanat yapıyoruz." ayağına gizliden gizliye putperestliğe devam etmesin diye alınan bir önlemdi muhtemelen sadece.

Yapmak istediğim çok fazla şey var; bir sürü dil öğrenmek gibi mesela: Latince, İbranice, Çince, Rusça (Bu arada dünyayı gezmek gibi bir planınız varsa en çok işinize yarayacak beş dil İngilizce, Fransızca, Rusça, Arapça ve İspanyolca. Rusça özelinde konuşup diğerlerine hiç bulaşmazsak: Eski Sovyet ülkelerinin bir kısmının dilleri zaten Slav dilleri yani Rusçayla akraba ve doğal olarak bir takım cümle yapısı, kelime haznesi benzerlikleri olan diller. Çekçe gibi Batı Slav Dilleri biraz daha farklı ama Ukraynaca gibi Doğu Slav Dilleri Rusçadan kolayca yatay geçiş yapabileceğiniz diller. Türkiye Türkçesi ile Azerbaycanca gibi. Buna ek olarak da sonradan NATO'ya yanlamayan birçok eski Sovyet ülkesinde [Çoğunluğu Asya, daha açık olmak gerekirse Orta Asya ülkeleri, bu bilgi de burada kalsın.] çoğu kişinin ikinci, hatta yaşlı nüfusun birinci yabancı dili hâlâ Rusça.), Moğolca, Fransızca (Bunu öğrenmeye çalıştım aslında, bana Fransız nefreti kazandırdı. Böyle dil olmaz. İngilizceye minnet etmemi sağladı Fransızca öğrenmeye çalışmak.), Eski Nors dili, Farsça, Mısır Arapçası (İlla çıkıntılık yapacak; Klasik Arapça biliyor da Mısır Arapçası kusur kaldı.), Yunanca (mümkünse Antik Yunanca), Macarca... "Şu kelime şu dilden gelir diye artistlik yapıyorsun ya?" Etimoloji biliyorum ben, dil değil. Dil olarak sadece isim cümlesi seviyesinde kalmış gudik bir Japoncayla "anlayabiliyorum ama konuşamıyorum" seviyesinde İngilizcem var. "Anlayabiliyorum ama konuşamıyorum" seviyesini küçümsemeyin bu arada, önüme makale koysan çeviririm; bende "speaking"de problem var. Ha bir de lisede Almanca dersi aldım, aklımda kalan tek şey adımı söylemek, bir de nasıl sikik bir hafızam varsa "delfin"in "yunus" anlamına geldiğini hatırlıyorum. Hazır yeri gelmişken: Anime izleyerek Japonca öğrenilmez. Ha kulak aşinalığı işinizi kolaylaştırır, bir de kelime haznesine faydası olur ama bunun kibar ve samimi cümle yapıları var, saçma sapan çoğul ve sayma sistemi var... Bu arada Amerikan/İngiliz dizisi izleyerek İngilizce öğrenilebileceğini düşünüyorum, tabii altyazı da İngilizce olduğu müddetçe. Türkçedekiyle aynı olmasa da Latin alfabesi sonuçta. Japoncaya gelince: Hadi diyelim Japonca altyazılı anime buldunuz... E, iyi de "kanji" denen bir olay var. "Hiragana" ve "katakana"yı öğrenmek bunlar fonetik hece harfleri olduğundan kolay; ama "kanji"ler kelimeye göre okunuş değiştiriyor. "On" okunuşu var, "Kun" okunuşu var... "Kanji" öğrenmeye kasarak başladınız, "Önce yazı sistemi." dediniz. Bu sefer de sizi şu acı gerçekle yüzleştirmekten esef duyuyorum ama bunu yapmak zorundayım: Japonlar "kanji"yi öğrenmeye ilkokulda bir başlıyor, liseden mezun olunca anca "günlük 'kanji'ler" denen 200 tanesini falan biliyor. Beş bin "kanji" var lan, neyse ki günlük hayatta azalta azalta 2000'e çektiler sayıyı. Ya da bir sürü şeyle uğraşmak işte; dövüş sanatları, tüplü dalış, saz çalmak (Esasında müzik aleti ama Asya tipi daha geleneksel müzik aletlerini modern müzik aletlerine kıyasla daha çok seviyorum. Hazır Asya tipi falan demişken, en sevdiğim müzik aleti de bağa cura denen, teknesi kaplumbağa kabuğundan yapılma şu ufak saz ile kartal kemiğinden yapılan ve "çığırtma" denen kaval çeşididir. Bu arada psikopat gibi hissettim kendimi; yok kaplumbağa kabuğu, yok kartal kanadı derken... Ahşap ve deri arasında bir fark yok bu arada.), hem dijital hem de kağıt üzerinde çizimimi geliştirmek (Dijital çizimin kağıt çizimine karşı avantajları sağ olsun artık önden insan yüzü çizebiliyorum ama profilden hâlâ saçma, yapay bir baskı elde ediyorum anca. Sonra da bıraktım kaldı öyle.), film çekmek, şudur, budur... Hiçbiri için motivasyonum yok. Ha tek mesele motivasyon değil; salgın olsun, ekonomik kaygılar olsun, bağlantı eksikliği olsun (Film çekmek için bağlantı lazım. Dediğim "Hollywood'da tanıdığım var o'l'm." olayı değil, bağımsız bir film çekmeye kalksam oyuncu bulamam lan. E zaten bağımsız olmasından başka şansım da yok bu konuda.) farklı şeyler de var ama bunları (en azından bunların bir kısmını) şimdiye kadar yapmamış/yapmayı denememiş olmamın temel sebebi motivasyon eksikliği. Kıvılcımı koruyamıyorum; bir anlığına çakıyor, sonra... Daha da beter bırakıp defolup gidiyor. Önce bir anlam bulmam gerek, cevap... Cevap falan yok. Anlam da yok. Neyse ne, kendimi öyle çok korku ve kalıp duvarları arasına sıkıştırdım ki artık rüzgardan korkuyorum. Eh, neyse... Umudumu hâlâ tam olarak kaybetmedim, bir ihtimal... Bu paragrafa devam edecek motivasyonum bile yok ki benim. Kendimi öylesine zorluyorum ki sırtıma yük biniyor. Eh, o zaman hadi bitirelim artık.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Durum Raporu: Saygı Meselesi, Gelecek ve Yazmak, Sahiplenmek, Dergisizlik ve Oportünizm

Şu geçenki saygı meselesi hakkında: Saygı duymak ve saygı göstermek tamamen farklı, birbiriyle hiçbir alakası olmayan şeylerdir. Saygı duymak kişinin içinde yaşadığı bir şeydir, saygı göstermek ise bir eylemdir ve ayrıca içerdiği "göstermek" ifadesinden de belli olduğu gibi dışarıdan da rahatlıkla görülebilen bir şeydir. Saygı göstermek, genel olarak toplumun saçma sapan bir iç savaşa sürüklenmemesi için yapılması zorunlu olan bir şeydir. Ya da söz konusu olan bizimki gibi toplumların yaşayıp bir de üstüne kimin neden ne zaman ceza alacağı veya almayacağı belirsiz, görünürde yasaların olup özünde orman kanunlarının geçerli olduğu ülkelerse sokaktan geçen birinin "Sen ne anlatıyo'n lan gevşek?" deyip bıçağı takmaması için. Buradan yetkililere sesleniyorum: Ya şu yasaları falan komple kaldırın önlemimizi kendimiz alalım ya da siktiğimin sistemini doğru düzgün işletin. Yeter lan. Millet sokak ortasında güpegündüz çete savaşı yapıyor, biz bir etkinlik yerine kalemle girmeye kalksak el koyuyorsunuz şerefsizler. Hayır "Çıkışta alırsınız." deyip öyle yere atınca oluyor mu amk? Doğru düzgün bir yere koysanıza tasnifleyip.

Yine gelecek kaygısı çekiyorum; ama bu kez farklı bir yönden. Yapmayı sevdiğim şeyler arasında, kabul görebilecek ölçüde yapabildiğim tek şey yazmak. Kendi kendimin kabul edebileceği ölçüde yani, başkaları tarafından kabul edilebilecek ölçüde yapabildiğim şeyler vardır herhalde; sonuçta standartları çok da yüksek bir dünya değil burası. Ben mi? Başkalarına karşı kendimden daha merhametliyim, başkasından kabul edebileceğim şeyi kendimden etmiyorum. Aslında tekrar düşününce bir iki şey daha var ama onlar da farklı standartlardan dolayı bana uygun değil. Hayatta kalmak için pek endişelenmiyorum, hayatta kalmanın yolunu... Bulamazsam intihar edecek cesaretim olur belki. Asıl sıkıntı şu: Sırf hayatta kalabilmek uğruna irademi satmayı sevmiyorum. Ya da daha doğrusu şimdiye kadar sadece hayatta kalmak değil, sikik toplum içinde var olabilmek için irademi askıya aldığımdan artık varlığımın kendisi midemi bulandırıyor. Belli bir yerde kurallar gerekli tabii, o yerin varlığını sürdürebilmesi için... Eh, yine öyle kafana esen şeyi yapmak da yukarıdaki saygı göstermeme meselesine getirir bizi. Yine de bu ülkede maaşlı çalışmak iradeni satmak, ticaret yapmak da kumar oynamaktır. Böyle gelip böyle gittiği için de neredeyse kimse farkında değil. Yeni nesil farkında gerçi, tam olarak o yüzden herkes bir internet ünlüsü, efendime söyleyeyim e-borsacı falan olma peşinde zaten. İnsanlar karanlık yanları olan varlıklar, dolayısıyla saklanmak aslında doğamızın parçası; ama fikir onaylamaktan başka bir şey yapmayan bir yalancının hayatı gereksizdir. Aslında, asıl sıkıntı dönüp dolaşıp ölümümden on yıl sonra adımı hatırlayacak kimsenin olmamasına geliyor. Ölmeden şu hayata sağlam bir kazık atsam bile muhtemelen bunu sadece ben, dünya ve Tanrı; bir de bir ihtimal ölüm ile kader olmak üzere üç, beş kişiyle bileceğiz. Bu blog ne kadar var olacak? Yazdığım herhangi bir şey basılacak mı? Ya da en azından adımı bırakabilecek bir şey yapabilecek miyim? Bozkırın ortasına uzun ömürlü ve devasa boylara ulaşabilecek bir ağaç dikip üstüne "El-Hayal buradaydı." yazmak istiyorum, bir de bunu Modern Orhun Tamgaları (Göktürk alfabesinin Günümüz Türkiye Türkçesine uyarlanmış hali. Bizzat kendim ürettim, birden fazla kez, birden fazla versiyon olarak.) ile yazmak istiyorum. Bu fikri de Re:Zero'dan çaldım zaten... Bu arada El-Hayal, şiir (olduğunu iddia ettiğim şeyler) yazdığım dönemde kullandığım mahlastı. Şimdi yine şiir yazsam, yine aynı mahlası kullanırım. Aslında bir yere türbe yapıp (Evet, kendim yapacağım. Ne var?) kendimi oraya gömdürsem hem hatırlanırım hem kazığı atmış olurum, iyi olabilir öyle. Du' ben bunu bi' düşüneyim (Düşünemedi.).

Bu arada bir sorunum da fazla sahiplenmek. Mesela bir film fikri geliyor aklıma, yönetmenlik, senaristlik ve belli bir rolü kendime alasım geliyor. Sebep? "Onlar ne anlayacak amk sanki?" Sebep bu. Ya da bir şekilde bir roman yayınlasam da filme çevrilse o filme karışırım ben. "Senaryoyu gönderin kontrol edeceğim." derim, "Bu oyuncu hiç bu karaktere olmuş mu?" derim... Diyalogları değiştirtirim falan, yaparım bunu. Hele dizi daha beter, onay almadan bölüm çektirtmem de yayınlatmam da. Gerekirse "Baştan çekin." derim. Yazdığım bir şey başka bir dile mi çevrilecek? "Durun siz şimdi benim bulduğum kavramları falan yarak gibi çevirirsiniz. Ben size İngilizce ve Japonca olarak kavramların çevirilerini göndereyim; Hint-Avrupa ve Hami-Sami dillerine İngilizcesinden, Uzakdoğu dillerine Japoncasından çevirirsiniz. Ural-Altay (ya da Ural ve Altay, artık hangisini kabul ediyorsanız.) dillerine de Türkçesinden çeviriverin bir zahmet." diye dosya gönderirim, yaparım bunu. Neden yönetimden ve karar almak gibi şeylerden fellik fellik kaçtığımı anladığınızı umuyorum.

Bu arada günümüz Türk edebiyatının en büyük sorunu dergisizliktir; OT falan var gerçi. Tanzimat dönemindeki Batı usulü, roman vs. tipi edebiyata ya da şiir akımlarına baktığımızda hep belli bir dergi veya gazetenin çerçevesinde tefrika edildiğini, yani bölüm bölüm, parça parça yayınlandığını görürsünüz. Dizisi iki kez çekilmiş olan Aşk-ı Memnu tefrika usulü yayınlandı misal. Ya da Servet-i Fünun Edebiyatı, adını bizzat yayınladıkları/yayınlandıkları dergiden aldı. Hani buradan gelişmiş bir edebiyatı Batı tarzı tek seferde tek parça yayınlama şeyine hapsedince sonuç Wattpad edebiyatı oluyor; zira Wattpad ve benzeri siteler parça parça yayınlamak üzerine kurulu.

Devamlı olarak "Zincir marketler yerine küçük esnaftan alışveriş yapıyoruz." kampanyası üretiliyor bu ülkede, e haliyle de tutmuyor. Neden tutmuyor peki, bir an olsun düşündünüz mü? "Küçük esnafın hepsi kazıkçı." veya "Millet zaten parasız, neden aynı ürüne iki katı para versin?" gibi sebepler ardıl sebepler. Gerçi ikinci esas sebep ama sebebin sebebi milletin parasız olması değil, o da ardıl bir sebep. Sebebi şu: İnsanlar, görüp görebileceğiniz en oportünist varlıklardır. Biz insan denen yaratığın hayatı fırsatçılık üzerine kurulmuştur. Kimse birebir aynı verimi alacağı iki üründen daha pahalı olanı seçmez; ancak bunun asıl sebebi parası olmaması değildir, asıl sebep pahalısını almakta herhangi bir avantaj olmamasıdır. "Peki marka takıntısı veya koleksiyonculuk? Ya da aynı ürünün kırmızısı yerine yeşilini almak?" Markalar insanlara prestij sağlar; kimi zaman toplum gözünde, kimi zaman onların dahil olduğu sürüler içinde. Ayrıca daha önce bahsettiğim insanların karma karışık sürü sisteminde bu şekilde yeni sürüler de oluşturulur. Bir insan, ne kadar fazla sürüye dahilse o denli avantajlıdır çünkü bir ağ kurmaya kalktığında birçok kişiye ulaşabilir, yeni bir sürü kurmaya kalktığında takipçileri ortak noktalardan seçer; zaten o yüzden bütün dünya ekstrovertler tarafından yönetilmektedir. Koleksiyonculuk ve aynı ürünün farklı rengi de hakeza: Onlardan aldığınız verim aynı değildir. Yani aynı ürünün koleksiyon ürünü olanından soyut olarak daha fazla verim alırsınız, yeşil rengi kırmızıdan daha çok seviyorsanız, ürünün yeşilinden kırmızısına kıyasla daha çok verim alırsınız. İster materyalistin dik alası olun, insanı insan yapan şey soyut şeyler düşünüp bunlara değer vermesidir; mesela duygular gibi. Bana beyindeki sinirsel aktivitelerle gelmeyin, bunun sebep-sonuç ilişkisini doğru kurduğumuzdan nasıl emin olabiliriz? Yani serotonin salgıladığımız için mutlu olmak yerine mutlu olduğumuz için serotonin salgılamadığımızı nereden bilebiliriz? "Serotonin salgılatan yiyecekler de var." Evet, genelde insanların yemekten zevk aldığı yiyecekler. Eğer seratonin tek başına yeterli olsaydı çikolata sevmeyen/yemeyen insan (Var böyle bir şey.) diye bir şey var olur muydu? Daha da ötesi, yapay zeka teknolojisinin aşırı geliştiği bir evrendeki NPC'ler veya bir kurgudaki figüranlar olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz? Her şeyi fazla ciddiye alıp kestirip atmıyor musunuz? Bilim, temelde gerçek olup olmadığına ya da gerçeğin ne olduğuna bakmaksızın bu dünyanın kurallarıyla ilgilenir, dolayısıyla zorunlu olarak materyalisttir; ama biz insanlar, asla "Hakikat" veya "Hayatın Anlamı" ya da "Evrenin Sırrı" denen ve muhtemelen birçok farklı ismi daha olan yüce ve tam bilgiye ulaşamayız, o kadar üstün yaratıklar değiliz. Ancak öldükten sonra, o da ölümden sonra hayat varsa ulaşabiliriz. Hatta reenkarnasyon veya yeni bilgi vermeme gibi durumlar olursa o bile olmayabilir. Eğer insanlar soyut düşünemeseydi veya düşünmeseydi, türümüz şu an her bir üyesi erkek beta balığı gibi davranan pirana sürüsünden hallice olurdu: Kendi sürüsü içinde durmadan kavga, kısmen zevk için yamyamlık (Tamamen değil kısmen zevk için çünkü sen onu yemezsen o seni yiyecek.), başka bir sürüyle karşılaştığı anda birbirlerine dalıp bir sürü diğerini yok edene ya da devşirene kadar savaşma... O sırada alettir, silahtır da icat etmemiş olma ihtimalimiz yüksek olduğundan (çünkü savaş da soyuttur) günümüzdekinden daha vahşi olacağına da şüphe yok (Siz kılıca, tüfeğe laf edersiniz ama öyle bir durumda millet birbirinin boğazını ısıracak, canlı canlı parçalayacak.). İnsanların vahşi yanlarını saklama sebebi kabul görme ihtiyacı ve etik (kişilerin kendi etiği. Benim öz karakterim kendi etiğime uymayacak denli karanlık, zaten o yüzden kendimden nefret ediyorum.) başta olmak üzere soyut olgulardır. "E, aslanlar da sürü hayvanı ama hiç öyle bir şey yapmıyorlar." İnsanlar kadar vahşi değiller, öte yandan aslan ihtiyacından fazlasını yemez. İnsanların vahşeti daha çok piranalar gibidir: Aç kalırlarsa kendi sürülerini avlarlar. Acıkmak ve susamak somuttur bu arada ama "Yemişken lezzetli olsun." veya "Hadi alkollü içeyim de sarhoş olayım." gibi düşünceler soyuttur. Her ne kadar bunların fiziksel etkileri olsa da (Serotonin olayına dönüyoruz.) onlara dikkat edebilmeniz için önce hayatta kalabilecek kadar yiyecek ve içecek ("Su değil, içecek?" Evet. Yakınlarda su kaynağı yoksa meyve suyu, süt, dini/etik/tıbbi veya benzeri kaygılarınız yoksa şarap ve hayvan kanı gibi şeyler su ihtiyacınızı karşılamak için temel yardımcılardır.) bulabiliyor olmanız gerekir; evde beslenen kedi, köpek, hatta balık yemek seçerken (Evet, birçok akvaryum balığı yemek seçer. Hele diskuslar bildiğin aristokrat gibi davranırlar, "Onu yemem", "Bu kokuyor", "Bu kokmuyor" diye...) sokak kedisinin, sokak köpeğinin çöp karıştırma, göldeki balığın kendi sürüsünden (türünden demiyorum bak) balıkları yeme sebebi budur. Belli bir düzeyde "Zaten bana yemek veriliyor, aç kalmam." bilincinin eseridir (Aile evinde yemek seçen adamın üniversiteden/askerden çöplük mideyle dönme sebebi de aynıdır bu arada. Kızlar için durum biraz daha farklı, o sebeple "adam" dedim.). Yeri gelmişken, sanat denen şey de soyuttur zira bir kavramdır, kavramın somutu olmaz. Resim, heykel, yazı, dans, müzik... Bunlar somuttur bak çünkü nesneden (Müzik nesne mi? Evet, sesten oluştuğu için duyabiliyoruz; haliyle nesne ve somut.) bahseder; ama sanat bir kavramdır, daha da öte bir çatı kavramdır ve bu sebeple soyuttur. Aynı şekilde -ortalama bir materyalist anında itiraz edecek olsa da- bilim de soyuttur zira o da bir çatı kavramdır, doğası gereği materyalist olması zorunlu bir şeyin soyut olması da bir Tanrı olduğunun ve bu Tanrı'nın pek de hoş olmayan bir espri anlayışına sahip olduğunun kanıtıdır. Deney ve araştırma somuttur ama bak, fiziksel bir olay vardır çünkü orada; "düşünce deneyi" denen şeyi dahil etmezsek tabii.

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Durum Raporu: Bir Sürü Şey (Listeleyeyim Dedim ama Altından Kalkamadım)

Kür Şad hakkında konuşmak istiyorum, daha doğrusu Kür Şad'ın adı hakkında. Öncelikle: Bugün Kür Şad, hatta Kürşat dediğimiz kişiye bu isim Atsız tarafından bulunup (uydurulup) verilmiştir, dönem kaynaklarında bu isme -ya da bu isme çevrilebilecek bir şeye, malum Çin kaynakları- rastlanmaz. Atsız'ın motivasyonu muhtemelen "Hür Prens" demekti, Göktürkçede ve dolayısıyla eski dönem Türk lehçelerinde H yoktur (Halaççada tuhaf bir gırtlak H'si vardır sadece); "Şad" da prens, hatta "veliaht prens" demek. Çince kaynaklarda isim A-shih-na Chieh-she-erh, A-shih-na Chieh-she-shuai veya Ashina Jiesheshuai diye geçer. Malum Çince sıkıntılı bir dil, harfin bir yerini ters yazsan okunuş değişiyor; düz yazsan bile kelimesine göre değişebiliyor. Neyse: Baştaki Ashihna/Ashina kısmı soyadı, daha doğrusu boy adı. Göktürkçeye Eçine ya da Aşına diye çevrilir. İkisi aynı sözün varyasyonları olup "eçine", "Börteçine"nin "eçine"si ile aynıdır ve ayrıca her iki sözcük de Günümüz Türkiye Türkçesindeki Asena ile aynıdır. Buna ek olarak Eçine/Aşına boyu Göktürklerin yönetici boyudur, daha doğrusu birincil yönetici boyudur çünkü tıpkı Oğuzlar gibi Göktürklerde de ikili yönetim sistemi vardır. İkincil yönetici boy ise "A-shi-de" diye geçen, Türkçeye "Aştak" diye uyarlanan (Onun kökeni de Orta Farsça Azdahag; kelime yine bir Pers dili/İrani dil olan Zendcede Azi Dahaka biçiminde. Günümüz Türkiye Türkçesine Ejderha biçiminde büyük ihtimalle Batı İrani dillerin birinden tekrar girmiş.) bir boydur. Gerçi Göktürkler zaten Oğuz kökenli bir halk, Uygurlarla da sık sık o yüzden birbirlerine giriyorlardı: "Lan siz bizim soyumuzdan geliyorsunuz, akıllı olun. (Oğuz Kağan, destana göre Uygur'dur, hatta tam olarak Uygur Kağanı'dır.)" ve "Tamam işte, sizin kağanınızız biz, baş eğin." şeklinde. Türklerde diz çökme yoktur, en yüksek saygı göstergesi başlığını alıp göğsüne tutmak ve beline dek eğilmektir. Zaten o yüzden Anadolu'da diz çökme âdeti olan halklarla karşılaşan Türkmen beyleri "Başlıya baş eğdirdim, dizliye diz çöktürdüm." diye övünmeye başlamıştır. Ve yine o sebepten Türklerde "derdest", kişinin başlığının alıp kenara fırlatılması ve kendisinin diz çöktürülüp başının yere yaslanmasıyla yapılır. Bu, bir soyluya/yöneticiye yapılabilecek en ağır hakarettir. Ha bu arada 2. Mahmut'un "Bundan böyle yalnız imamlar sarık giyecek, kavuk mavuk da yok." dedikten sonra fesi getirme sebebi ile Atatürk'ün fesi kaldırdıktan sonra şapka kanununu getirme sebebi aynıdır: Türkler dışarı başlıksız çıkmayan, kafasında börktür, sarıktır, şapkadır, festir, tubeteika'dır, (çok sonra kültüre girse de) başörtüsüdür, miğferdir, en olmadı kemik parçası, toka falandır kabilinden bir şey olmadıkça çıplak hisseden bir halktır. Halktı daha doğrusu, ta Orta Asya'da ilk ortaya çıktıklarından Cumhuriyet'in ilk yıllarına dek. Konuya dönelim: Chieh-she-erh, Chieh-she-shuai veya Jiesheshuai. Şimdi bunlar Pinyin'de olduğundan aşağı yukarı Türkiye Türkçesindeki okunuşlarını yazmaya çalışacağım: Çişe-er, Çişeşuay ve Cieşeşuay. Bunları Türkçeye uygun hale getirirsek: Çişe Er, Çişeşay/Çışaşay ve bir ihtilafla Cişeşüy kalır. Neden ihtilaf? Çünkü Çinliler, "İlteriş" kelimesini de "Jiedielishi" şeklinde Pinyin'e çevrilebilen şekilde yazarlar. Yani sonuncusu İlşeşay/İlşaşay gibi bir şey de olabilir. Bunlara göre Çise Er gibi bir şey mantıklı oluyor; her ne kadar "Çise" kız ismi olsa da eski Türkçe ve günümüz arasında bazı isimlerin cinsiyeti oynamış durumda. Aytoldı erkek, aynı kökün farklı eklisi olan Aytolun kız adıdır mesela; iki isim arasında bir asır kadar süre var. Yine bugün herkesin kız adı olduğunda hemfikir olduğu Sıla, 1997'de yapılan bir listede "erkek adı" olarak listelenmiş [Yurtsever, Erk (1997). Türkçe Adlar Derlemesi. İstanbul: Türk Dünyası Araştırma Vakfı]. Ayrıca Türkçede bazen eril isimler dişil ekle, dişil isimler eril ekle cinsiyet değiştirebiliyor (Aklıma örnek gelmese de.). İkinci bir mantıklı seçenek de İlseçer ("Ülke/halk/şehir "seçer" veya "saçar" yani dağıtır), İlşenay/Erşenay (Şen Farsça olmakla birlikte Türkçedeki en eski yabancı sözcükler Farsça -özellikle Soğdca yani Orta Asya Göçer Farsçası- ve Çince kökenli. "Acun" bunlardan biri misal, o sebeple olabilir.) gibi bir şey.

Televizyonun şimdiki haline bakıyorum da... Bu yeni kanal sistemiyle, dizilerle vs. büyümüş birine "Bir zamanlar bu ülkede absürt komedi çekiliyordu, bayağı da seviliyordu." desek inanmaz.

Bir saygı anketi vardı, tam hatırlamıyorum da "İnsanlara sırf insan oldukları için saygı duyulur mu?" gibi bir şeydi. Cevap veriyorum: Duyulmaz. İnsanlar, sadece insan oldukları için saygı duyulamayacak kadar kusurlu, önemsiz ve özensiz varlıklar. Bir fikre sadece bir fikir olduğu için saygı duyarım, bir esere sadece bir eser olduğu için. İnsanlar? İnsanlar mide bulandırıcı varlıklar, hamamböceklerine saygı duymuyorum ben ve insanların çoğu da daha iyi değil. Gerçi benim midemi bulandıran çok fazla şey var, hâlâ yaşıyor olmam ve bizatihi kendi varlığım gibi misal. Bütün bu kusurlu sistemde kısıtlanmış benliğim neden onlara saygı duysun ki? Ve daha da ötesinde, neden şikayet etmekten başka bir şey yapamayacak kadar korkak olan kendine saygı duysun? Saygı hak edene verilir, hak ettiği kadar. Bir şey üreten birine mesela; bu soyut bir şey, bir fikir veya ideoloji de olabilir. Geri kalanı mı? Cehenneme kadar yolları var.

Göz ameliyatı olayını araştırıyordum. Yok, şimdilerde değil; önce. Hatta çok önce. Yalnız... Lan %50 başarı şansı olan ameliyat mı olur? Sonradan eski haline dönme imkanı da var, tamamen kör kalma riski de. Tedavi değil ki bu, kumar. Bir şekilde gözlerim düzelse bile bir süre numarasız gözlükle devam ederdim herhalde, artık uzvum oldu bu. Öyle kolayca bırakılmıyor ondan gelen alışkanlıklar. Bu arada aksesuar olarak tekerlekli sandalye kullanmaktan bir farkı yok aksesuar olarak gözlük kullanmanın, teknik olarak yani. Ben çok takmıyorum gerçi, pek ilgilendiren bir şey değil; yine de "teknik olarak" bu şey bir protez. Takma göz teknolojisi henüz olmadığından icat edilmiş bir şey.

Osananajimi ga Zettai bilmem ne'nin 3. bölümü... Bölümün yarısından fazlasına kadar "Tamam, bırakıyorum." derken o hiç beklemediğim, devam etmeme sebep olabilecek şey oldu... Sonra yine içine ettiler. Mantıklı tabii, herkesi çocukluk arkadaşı yaparsan çocukluk arkadaşı asla kaybetmez. Mantık statı 20 harbi. Zaten final havasındaydı, bu bölümü final kabul edip geri kalanına bulaşmayacağım. Bu eziyeti çekmek isteseydim gidip Nisekoi izleyeceğimi daha önce üç kere söyledim zaten. Heeeh, "ending" (terim bu) sonrası yeni karakter de eklediler... Ve onun da çocukluk arkadaşı olduğunu bilmek için dahi olmaya gerek yok.

Her şey çok sıkıcı. İnsanlar sıkıcı, olaylar sıkıcı... Bir olaylar olsa keşke, 2020 iyiydi; her an bir heyecan. Bak bu paragraf da sıkıcı mesela. Mantık. Şunu unutmayın ki distopya bu dünyadan evladır. Hoş yaşadığımız bu "gerçek" hayat distopyadan hallice zaten. Ulan haberlerde her gün gördüğümüz şeylerden herhangi birinin onda birini yapmaya kalksak müebbet yeriz, bunlar nasıl sokak ortasında çete kavgasına girişebiliyor? Simülasyon mu lan bu? Uygulama hata veriyor abicim, kapatın şu dükkanı (dünyayı) da gidelim artık. Ciğerimiz soldu burada yaşamaktan be. Gerçekmiş... Şüpheci paranoyağın tekiyim ben, kendimin gerçek olup olmadığından emin değilim. Descartes sen bir sus, ya ben o şeytan tarafından üretilen bir hayal ürünüysem? Beni düşünebilen düşündüğümü de düşünebilir. Haliyle ne etrafın ne evrenin ne de diğer şeyler... Ağğğğ, paragrafın sonunu bağlayamıyorum. Her şeyden önce neden bu paragrafı yazma zahmetinde bulundum ki? "Distopya bu dünyadan evladır." Sadece bu cümleyi yazmak istemiştim. Bilirsiniz, "Bir oyukta bir hobbit yaşarmış." gibi. Devamının geleceğini düşünmüştüm ama... Evet, başından beri o denli yetenekli bir yazar değildim zaten. Neden hâlâ paragrafı bitirmiyorum? Şey, aslında... Herhangi bir sebebi yok. Sadece, öyle işte. Ellerim durmuyor, klavyenin üstünde. Devamı geliyor ama böyle gelecekse gelmesin, bu ne lan? Ortaçağ'da köylü olsam bir yerlerde ölüp giderdim, ben de rahat ederdim siz de. Sonuçta böyle bir tiple hiç muhatap olmayacaktınız. Eh, muhatap olmak istemeseydiniz şu an bunu okuyor olmazdınız gerçi. "Eh" ve "Zira" kelimelerini haddinden fazla kullandığımı fark ettim. Farkındalık diyoruz buna, halk arasında. Aynen.

"Öpüşülerek hamile kalındığını sanmak" diye bir kavram var. Bir de belli bir ülke, bölge veya coğrafyayla, hatta zamanla sınırlandırılamıyor; alakasız yerlerde, yapımlarda denk gelebiliyoruz. Soru şu: Neden? Muhtemelen, ekstrem şartlar dışında, bir çocuğun tanık olduğu/olabileceği en yüksek perdeden cinsel aktivitenin öpüşmek olmasından kaynaklı. İyi de bunun ayırdına nereden varıyor ki? Hadi bizde "öpüşme sahnesinde çocuğun gözünü kapamak" diye bir kavram, bir gelenek var (Çocuğum olunca/olursa yapmayacağımı iddia ettiğim şeylerin başında geliyor bu arada.). E peki diğerleri? Hani bu durumu farklılaştırıp öyle algılatan ne ki?