Konuya direkt girip girmemeyi düşünüyorum, önce bir şeyler desem mi? Sonuçta her zamanki yazılardan olacak, kopuk konular, parça parça yazım, diğer şeyler...
Konuya giriyorum o zaman: Bir manga okuyordum, son bölüme (çevrilmiş son bölüme) geldim; durumunda "çevirisi devam ediyor." diyor, en son bölüm bir ay önce birkaç bölümle birlikte atılmış. Böyle devam eden çeviri mi olur arkadaş, "yarım bırakıldı" yazın o çeviri kısmına rahat edelim?
Havalar ısındıkça hiçbir şey yapasım gelmiyor, soğudukça da gelmiyor. Genel olarak benim bir şey yapasım yok galiba... Yok, konu o değil; hava ısınınca daha çok uyumak istiyorum, gündüzleri. Böyle güneş hafif hafif vursun, yatayım uyuklayayım, rahat. Neyse, sonuç olarak, sonuç olarak... Ne yapacağım, ne yapmam gerektiği hakkında derin bir kafa karışıklığına sahibim. Bazı şeyler diğerlerine engel olur; kendi orijinal reçetelerimi sunan bir restoran mesela, öyle bir şeyi öylece çalışanlara devredemem, hayatımın sonuna kadar çalışmam ya da yeterli parayı kazanınca kapatmam gerekir. Dağ başındaki bir evin bir çok sorunu olacaktır, onlarla uğraşmak istemiyorum. Bir süredir kaybolmuş hissediyordum, sanki günbatımında bir çam ormanında durmadan daireler çiziyormuş gibi... Birkaç gündür bir nehir bulup onu takip ediyormuş gibi hissetmeye başladım ama hâlâ ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ah, bekle; orijinal reçeteler hakkında ne yapacağımı buldum; ama tabii ki bunu söylemeyeceğim. Öte yandan, her şey, her şey bana yıldızlar kadar uzak geliyor şu an. İstediğim gibi bir ev, sıkıntısı çıkmayan, tam olarak istediğim gibi bir restoran ya da kafe, düşündüğüm başka şeyler... Endişelerim olmamasını isterdim; para hakkında endişe, sağlık hakkında endişe, diğer şeyler hakkında endişe... Bir karavanda yaşayıp domates yetiştirerek ülkeyi gezme fikri oldukça cazip geliyor, evet domates, karavandaki saksılarda... Bu konuyu biraz düşündüğümdeyse hemen sinir bozucu ayrıntılar, bütün olumsuz şeyler kafama hücum ediyor. Her şeyde böyle, her şeyde. Her halükarda paraya ihtiyacım olduğu gerçeğini artık görmezden gelemiyorum, bu da en çok sinirimi bozan şey. Gidip çadırda yaşasan bile o çadırın duracağı arsa için para gerek (senin olmayan ya da para ödemediğin, orman gibi yerlerde kalmak yasal değil), karavan desen benzin ya da elektrik, artık neyle çalışıyorsa... Elimi uzattığımda geleceğe dokunamıyorum, tek yaptığım burada durup şikayet etmek. Bu ne kadar sürecek? "Harekete geç o zaman" diye kişisel gelişim zırvalarıyla gelmeyin bana, kaynağı nereden bulacağımı, nasıl yasalara uyarken bunu yapacağımı, toplumu nasıl aşacağımı gösterin. Şimdilik bekliyorum, neyi beklediğimi bile bilmiyorum. Okulun bitmesini bekliyorum belki veya başka bir şeyi... Bir çeşit işaret? Neyi beklediğimi bile bilmiyorum, bana biraz izin verin. Neyse, bir süre bu şekilde devam edeceğim, nereye kadar olduğunu bilmiyorum... Birçok konu hakkında endişe ediyor, üzülüyorum, yine de düşündüğüm başka bir şey var: Temel amaçlarımdan birine, herhangi birine, istediğim şekliyle ulaşabilirsem... Geri kalan şeylerin bir önemi kalmayacak. Buna odaklanmaya çalıştım, zor bir iş, pek başarılı olamadım; yine de onlardan birine ulaştığımda geri kalan şeylerin önemi kalmayacağına inanıyorum. Daha çok... İnanmak istiyorum. Bakalım, bu hal de geçip gidecek, sonuçta hâlâ bu dünyada oyalanıyorum, ölüm beni hiçbir şey yapamamışken mi yoksa her şeyi başarabilmişken mi bulacak bilemem elbette, yine de o zaman geldiğinde direnmeyi düşünmüyorum. Bildiğim bir şey var: Bir şeyleri yarım yamalak yapmak istemiyorum, yani arkamdan her şey yarım kalırsa... Eh, sanırım o zaman biraz üzüleceğim. Aslında ben memnuniyetsiz biri değilim, gerçekten; küçük şeylerden mutlu olabiliyorum. Yolda gördüğüm güzel, renkli bir çakıl taşından mesela. Sadece etrafta çok fazla çileden çıkarıcı şey var.
Aslında planım bu değildi ama şu üst paragraf soğumadan yayınlıyorum bunu.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
26 Şubat 2020 Çarşamba
24 Şubat 2020 Pazartesi
Her Seferinde Başlık Bulunmaz!
İnternet bana kafayı yedirtmeye devam ediyor. Bugün sabahtan beri yoktu yine, hayır modeme ulaşabilsem kapatıp açacağım, bir şeyler yapacağım ama ev sahibiyle aynı interneti kullanıyorum, o da evde olmuyor. Hayır dört sene bu adada olacağım belli, neden internet almadıysak ilk başta. Tv açayım dedim, orada zaten bir halt yok. Sahte Kahramanlar'a devam edemiyorum, başka bir şeyi biraz ilerlettim. Aklıma fikir falan da gelmiyor evin içinde.
Bu arada Majutsu no Index'i izledim, artık çok mu sıkılıyordum yoksa ilk izlediğimde zaten ne açarsam açayım pek hoşlanmayacak mıydım bilmiyorum, gayet akıyor. Kendimi durdumasam ilk sezonu bitirecektim, bunun daha ay sonu var. Bir de zamanında Index'in ilk bölümüne ortasından başlamışım, onu fark ettim. Hatta bir süre "Lan acaba ben başka bir sezondan mı izlemeye başladım da onun için sıkıldım?" diye sorguladım. Oynatıcı bozuktu herhalde. Sezon demişken izleme sırası olayından bahsetmek istiyorum: Monogatari serisi, Fate serisi gibi seriler kronolojik olay sırasına göre değil çıkış sırasına göre izlenir, o sırayla çıkarmalarının bir sebebi var. Ha Fate hakkında "Zero'yu izle geri kalanını izleme" diyebilirsiniz, o konuda sıkıntı yok.
Aslında bu internet kesintileri kitap okumam açısından verimli olabilirdi, eğer dünkü kesintide zaten az sayfası kalmış Ütopya'yı bitirmeseydim.
Mount & Blade: Bannerlord'un erken erişiminde neler olmayacağına dair bir video izledim, enteresan bir durum; şöyle ki: O sayılan şeyleri çıkarınca geriye zaten Warband kalıyor, lan siz onca sene şirkette oturup ne yaptınız o özellikleri daha eklemediyseniz? Warband'ın aynısına niye 150 TL verelim ulan?
Bugün yine sabahtan beri internet yoktu, yok mu ulan bu modemin uzaktan kumandası falan? Ev sahibi üçte geliyor, her gün her gün kapıyı çalıp "Ya internet çekmiyor da" mı diyeceğim ulan? Yok mu şu aq modemini kendim kapatıp açmamın bir yolu? Zaten o saatten sonra bir halt da izlenmiyor, takılıp duruyor. "İnternet kanser yapıyor" derlerdi de inanmazdım, böyle yapıyormuş meğer, radyasyondan falan değil! Bu ne ulan? Böyle ikide bir kesilip duracaksa hiç internet vermeyin olsun bitsin, bu neymiş ama ya! Ben sizin yapacağınız işin de ver(m)eyeceğiniz hizmetin de ta amına koyayım ama; yeter lan! Üç gündür, yarın da aynı aq şeyi olacak kesin. Yok mu bu modemi kendim açıp kapamamın yolu? Üçe kadar internet yok, e üçten sonra? Bir şey yapılamıyor o internetle! Bu neymiş ama artık ya, hiç vermeyin siz de kurtulun ben de kurtulayım. Zaten kaşıkla veriyorsunuz aq interneti ay sonunda bir sayfa yarım saatte açılıyor, bir de ikide bir kesiliyor ya!
İki kelime sinirimi bozuyor, bu ikisine bir karşılık bulmak lazım. Birincisi "berry." Gerçekten berry denen şeyleri tanımlamak için bir kelimeye ihtiyaç var, Türkçeye genelde "çilek" ya da "böğürtlen" olarak çevriliyor, bazen de üzüm ya da dut; ama bu dört meyve de farklı meyveler ve İngilizceleri sırasıyla şöyle: Strawberry (saman "berry"si), blackbarry (siyah "berry"), grape (bunun adında berry bile yok ama "üzüm" çevirisi çayüzümü ve bektaşiüzümü gibi meyvelere atıfla yapılan bir çeviri olduğu için o ikisinin çevirisi: blueberry - mavi "berry", gooseberry - kaz "berry"si), mulberry (buradaki "mul" Latince "morum"dan geliyormuş, onun anlamı da aşağı yukarı "berry" ile aynı). Aromadan falan bahsederken "orman meyveleri" ya da "kırmızı meyveler" de deniyor. Şu var ki: Üzümle, çilekle ya da böğürtlenle karşılayamazsın bu kelimeyi. Yabanmersini, ahududu, kurtüzümü, çilek, ayıüzümü, acai üzümü, kızılcık, üzüm, mürver, kahve, Frenk üzümü, dut, böğürtlen, guava, kara hurma, keklik üzümü, çayüzümü, kivi, çitlembik, hanımeli, kekreyemiş, demirhindi... Bunların hepsi "berry" kapsamında, isimlere bakınca "üzüm" doğru çeviriymiş gibi geliyor ama normal üzümle farkını nasıl açıklayacağız?
İkincisi machete. Bu da pala falan diye çevrilir ama bırak karşılamayı, dış görünüş benzerliği dışında pala ve machete'in herhangi bir ilgisi yok. Pala bir kılıçtır, machete ise bıçak bile sayılmaz, balta gibi bir şeydir. Pala bildiğin adam doğramak içindir, machete ise odun kesmek için. "Ağaç palası" falan diye çevrilebilir belki.
Adaya gelirken biraz vaktim vardı, çoğunlukla koşuşturmalı, alelacele oluyor, Çanakkale'yi görmüşlüğüm yok neredeyse. Neyse, biraz vaktim vardı, Kilitbahir Kalesi'ne baktım. Gerçi yine çok uzun zamanım yoktu, tamamına bakamadım; sarı kuleyle ana kuleyi gezdim. İki şey ilgimi çekti; birincisi bir kalkan vardı, bayağı küçüktü. Türk kültüründe zaten küçük kalkanlar olduğunu biliyordum ama o kadar küçük kalkanı hayal bile etmemiştim daha önce, keşke fotoğraf çekseydim. Bir tane yayın fotoğrafı var, kalkanın fotoğrafını çekmedim. Bir de bir balta ucu vardı, savaş baltası falan değil ha, bildiğin odun baltası. Böyle süslü, güzel bir şeydi; yani bir eskinin bildiğin odun baltasına bakıyorum, bir şimdiye bakıyorum... İşleme, süsleme, bunlar ya yok ya da saçma sapan şekillerde göz kanatan biçimlerde var etrafımızda. Orada çektiğim tek fotoğraf, bahsettiğim yay:
Bu arada Majutsu no Index'i izledim, artık çok mu sıkılıyordum yoksa ilk izlediğimde zaten ne açarsam açayım pek hoşlanmayacak mıydım bilmiyorum, gayet akıyor. Kendimi durdumasam ilk sezonu bitirecektim, bunun daha ay sonu var. Bir de zamanında Index'in ilk bölümüne ortasından başlamışım, onu fark ettim. Hatta bir süre "Lan acaba ben başka bir sezondan mı izlemeye başladım da onun için sıkıldım?" diye sorguladım. Oynatıcı bozuktu herhalde. Sezon demişken izleme sırası olayından bahsetmek istiyorum: Monogatari serisi, Fate serisi gibi seriler kronolojik olay sırasına göre değil çıkış sırasına göre izlenir, o sırayla çıkarmalarının bir sebebi var. Ha Fate hakkında "Zero'yu izle geri kalanını izleme" diyebilirsiniz, o konuda sıkıntı yok.
Aslında bu internet kesintileri kitap okumam açısından verimli olabilirdi, eğer dünkü kesintide zaten az sayfası kalmış Ütopya'yı bitirmeseydim.
Mount & Blade: Bannerlord'un erken erişiminde neler olmayacağına dair bir video izledim, enteresan bir durum; şöyle ki: O sayılan şeyleri çıkarınca geriye zaten Warband kalıyor, lan siz onca sene şirkette oturup ne yaptınız o özellikleri daha eklemediyseniz? Warband'ın aynısına niye 150 TL verelim ulan?
Bugün yine sabahtan beri internet yoktu, yok mu ulan bu modemin uzaktan kumandası falan? Ev sahibi üçte geliyor, her gün her gün kapıyı çalıp "Ya internet çekmiyor da" mı diyeceğim ulan? Yok mu şu aq modemini kendim kapatıp açmamın bir yolu? Zaten o saatten sonra bir halt da izlenmiyor, takılıp duruyor. "İnternet kanser yapıyor" derlerdi de inanmazdım, böyle yapıyormuş meğer, radyasyondan falan değil! Bu ne ulan? Böyle ikide bir kesilip duracaksa hiç internet vermeyin olsun bitsin, bu neymiş ama ya! Ben sizin yapacağınız işin de ver(m)eyeceğiniz hizmetin de ta amına koyayım ama; yeter lan! Üç gündür, yarın da aynı aq şeyi olacak kesin. Yok mu bu modemi kendim açıp kapamamın yolu? Üçe kadar internet yok, e üçten sonra? Bir şey yapılamıyor o internetle! Bu neymiş ama artık ya, hiç vermeyin siz de kurtulun ben de kurtulayım. Zaten kaşıkla veriyorsunuz aq interneti ay sonunda bir sayfa yarım saatte açılıyor, bir de ikide bir kesiliyor ya!
İki kelime sinirimi bozuyor, bu ikisine bir karşılık bulmak lazım. Birincisi "berry." Gerçekten berry denen şeyleri tanımlamak için bir kelimeye ihtiyaç var, Türkçeye genelde "çilek" ya da "böğürtlen" olarak çevriliyor, bazen de üzüm ya da dut; ama bu dört meyve de farklı meyveler ve İngilizceleri sırasıyla şöyle: Strawberry (saman "berry"si), blackbarry (siyah "berry"), grape (bunun adında berry bile yok ama "üzüm" çevirisi çayüzümü ve bektaşiüzümü gibi meyvelere atıfla yapılan bir çeviri olduğu için o ikisinin çevirisi: blueberry - mavi "berry", gooseberry - kaz "berry"si), mulberry (buradaki "mul" Latince "morum"dan geliyormuş, onun anlamı da aşağı yukarı "berry" ile aynı). Aromadan falan bahsederken "orman meyveleri" ya da "kırmızı meyveler" de deniyor. Şu var ki: Üzümle, çilekle ya da böğürtlenle karşılayamazsın bu kelimeyi. Yabanmersini, ahududu, kurtüzümü, çilek, ayıüzümü, acai üzümü, kızılcık, üzüm, mürver, kahve, Frenk üzümü, dut, böğürtlen, guava, kara hurma, keklik üzümü, çayüzümü, kivi, çitlembik, hanımeli, kekreyemiş, demirhindi... Bunların hepsi "berry" kapsamında, isimlere bakınca "üzüm" doğru çeviriymiş gibi geliyor ama normal üzümle farkını nasıl açıklayacağız?
İkincisi machete. Bu da pala falan diye çevrilir ama bırak karşılamayı, dış görünüş benzerliği dışında pala ve machete'in herhangi bir ilgisi yok. Pala bir kılıçtır, machete ise bıçak bile sayılmaz, balta gibi bir şeydir. Pala bildiğin adam doğramak içindir, machete ise odun kesmek için. "Ağaç palası" falan diye çevrilebilir belki.
Adaya gelirken biraz vaktim vardı, çoğunlukla koşuşturmalı, alelacele oluyor, Çanakkale'yi görmüşlüğüm yok neredeyse. Neyse, biraz vaktim vardı, Kilitbahir Kalesi'ne baktım. Gerçi yine çok uzun zamanım yoktu, tamamına bakamadım; sarı kuleyle ana kuleyi gezdim. İki şey ilgimi çekti; birincisi bir kalkan vardı, bayağı küçüktü. Türk kültüründe zaten küçük kalkanlar olduğunu biliyordum ama o kadar küçük kalkanı hayal bile etmemiştim daha önce, keşke fotoğraf çekseydim. Bir tane yayın fotoğrafı var, kalkanın fotoğrafını çekmedim. Bir de bir balta ucu vardı, savaş baltası falan değil ha, bildiğin odun baltası. Böyle süslü, güzel bir şeydi; yani bir eskinin bildiğin odun baltasına bakıyorum, bir şimdiye bakıyorum... İşleme, süsleme, bunlar ya yok ya da saçma sapan şekillerde göz kanatan biçimlerde var etrafımızda. Orada çektiğim tek fotoğraf, bahsettiğim yay:
23 Şubat 2020 Pazar
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 5
Evren W444, MS 2020, Seedo/Balık
Vria nihayet bir Seedo-fu alanı buldu ama etrafta kimse yoktu. Normalde burada millet gün içinde birbirini kılıçlardı. Ya da yumruklar ya da tekmeler... Hatta Seedo-fu'da ateşli silahlara bile izin veriliyordu. Vria bunu bekleyemeyeceğini düşündü ve çoğu evrende canlı halde göremeyeceği birkaç şey görmek için evren çemberini açtı ve girdi.
Evren J001, 544, Pangea/Nautilius köyü civarı
Evren J001, J serisi evrenlerin ilki. J serisi evrenlerde A123'ün olup bitmiş dönemleri insanlar varken yaşanırdı. J001 Kambriyendi ve insanlar haricinde karada ot dahi yoktu. "Bir bakalım" dedi Vria, "Opabinia yiyebilirim." Aniden sarışın bir erkek çocuğu "Abla" diye bacaklarına yapıştı, "Sen bir valkürsün değil mi? Bana yardım et!" Valkür nedir, diye sordu Vria, bu evrende valkür efsaneleri olmadığına emindi. "Yalan söyleme abla" dedi çocuk, "Gözlerindeki evren çemberini görebiliyorum." Vria çocuğa daha dikkatli baktı ve gözlerindeki evren çemberini gördü. Bir valkürün bir diğerini tanımasını sağlayan ama diğer kişilere basit bir renk tonu farklılığı olarak gözüken, irise kazınmış evren çemberi. "Bu evrende yaşamıyorum, buraya ait param yok." dedi çocuk. "Yeni nesil valkürlerin eğitimi düşündüğümden kötüymüş... Tabii, artık çocuklarına evren çemberi açmayı bile zar zor öğretiyor aileler." Burada olmamam gerekiyordu, dedi çocuk, "Ama bir şekilde geldim." Basit bir büyü, dedi Vria, "Elindeki parayı gittiğin evrenin gittiğin kısmının para birimine çevirmek için." Vria büyünün nasıl yapıldığını hatırlamaya çalıştı, onun gibi tecrübeli valkürler büyüyü her seferinde yapmak yerine otomatiğe alır ve nereye gittiklerini bilmeseler bile uygun paraya sahip olurlardı. Eğer paranın var olmadığı bir evrene gidiyorlarsa, paraları altın, gümüş, demir parçaları ya da değerli taşlara dönüşürdü. Evrenler arasında bile kur farkı olduğundan bir evrende çok paran olması diğerinde de öyle olduğu anlamına gelmezdi. Vria kendi üstünü kontrol etti ve: "J serisi evrenlerin hiçbirinde para yoktur." dedi, "Hem evin nerede? Oraya dönmen gerekmiyor mu?" Sn666'da yaşıyorum, dedi çocuk, "Ama oraya gitmek için birçok evren değiştirmeliyim." Ailen yaşamak için "ilginç" bir yer seçmiş, dedi Vria, "Avcılar hepinizi öldürebilirdi." Biz iyi yaratıklarız, dedi çocuk. "Sn666'daki avcıların çok azı bunu umursar, ayrıca Kızıl Evren'in valkürleri rahatlıkla Odin'in valkürleriyle karıştırılabilir. Nerede ve hangi zamanda yaşıyorsunuz?" Kansas, MS 2009, dedi çocuk. "Tam da Sn666'nın kıyameti... Neyse ki engellenecek ama çocuğa durduk yere spoylır vermeye gerek yok." Tamam, dedi Vria sonunda, "Seni götüreceğim. Elimi tut ve bırakma." Çocuk kafasını sallayıp Vria'nın elini tuttu, sağ elini. "Şey..." dedi Vria, "O şekilde evren çemberini açamam." Ama babam olduğu yerden açabiliyor, dedi çocuk. "Benden daha tecrübeli bir valkürmüş o zaman, sol tarafıma geç." Sağ elini uzattı ve evren çemberini açtı. "Bu arada adın ne?" Jake, dedi çocuk. "Sn666 adını değil, valkür adını sordum." Yanıt "Valkür adım yok." oldu. "Cidden... Yeni nesil valkürlere artık valkür adı da mı vermiyorlar?" Bunu boş verip avcıların onları bulmaması için dua ederek evren çemberine adım attı. Bir valkür dayanıklı bir varlık sayılmazdı, insanları öldürebilen her şey onları da öldürebilirdi. Bu arada Vria, dua etmesine rağmen belli bir inancı olmayan biriydi. Farklı evrenlerde o evrenin içinde yaşayıp insanların arasına inen tanrılar vardı ama bazı valkürler tüm evrenlerin üstündeki tek bir tanrının varlığına inanıyorlardı; Vria da bu inanca yakındı. Şaşırtıcı derecede fazla evrende birebir aynı şekilde bulunduklarından semavi dinlere inanan epey valkür de vardı.
Vria nihayet bir Seedo-fu alanı buldu ama etrafta kimse yoktu. Normalde burada millet gün içinde birbirini kılıçlardı. Ya da yumruklar ya da tekmeler... Hatta Seedo-fu'da ateşli silahlara bile izin veriliyordu. Vria bunu bekleyemeyeceğini düşündü ve çoğu evrende canlı halde göremeyeceği birkaç şey görmek için evren çemberini açtı ve girdi.
Evren J001, 544, Pangea/Nautilius köyü civarı
Evren J001, J serisi evrenlerin ilki. J serisi evrenlerde A123'ün olup bitmiş dönemleri insanlar varken yaşanırdı. J001 Kambriyendi ve insanlar haricinde karada ot dahi yoktu. "Bir bakalım" dedi Vria, "Opabinia yiyebilirim." Aniden sarışın bir erkek çocuğu "Abla" diye bacaklarına yapıştı, "Sen bir valkürsün değil mi? Bana yardım et!" Valkür nedir, diye sordu Vria, bu evrende valkür efsaneleri olmadığına emindi. "Yalan söyleme abla" dedi çocuk, "Gözlerindeki evren çemberini görebiliyorum." Vria çocuğa daha dikkatli baktı ve gözlerindeki evren çemberini gördü. Bir valkürün bir diğerini tanımasını sağlayan ama diğer kişilere basit bir renk tonu farklılığı olarak gözüken, irise kazınmış evren çemberi. "Bu evrende yaşamıyorum, buraya ait param yok." dedi çocuk. "Yeni nesil valkürlerin eğitimi düşündüğümden kötüymüş... Tabii, artık çocuklarına evren çemberi açmayı bile zar zor öğretiyor aileler." Burada olmamam gerekiyordu, dedi çocuk, "Ama bir şekilde geldim." Basit bir büyü, dedi Vria, "Elindeki parayı gittiğin evrenin gittiğin kısmının para birimine çevirmek için." Vria büyünün nasıl yapıldığını hatırlamaya çalıştı, onun gibi tecrübeli valkürler büyüyü her seferinde yapmak yerine otomatiğe alır ve nereye gittiklerini bilmeseler bile uygun paraya sahip olurlardı. Eğer paranın var olmadığı bir evrene gidiyorlarsa, paraları altın, gümüş, demir parçaları ya da değerli taşlara dönüşürdü. Evrenler arasında bile kur farkı olduğundan bir evrende çok paran olması diğerinde de öyle olduğu anlamına gelmezdi. Vria kendi üstünü kontrol etti ve: "J serisi evrenlerin hiçbirinde para yoktur." dedi, "Hem evin nerede? Oraya dönmen gerekmiyor mu?" Sn666'da yaşıyorum, dedi çocuk, "Ama oraya gitmek için birçok evren değiştirmeliyim." Ailen yaşamak için "ilginç" bir yer seçmiş, dedi Vria, "Avcılar hepinizi öldürebilirdi." Biz iyi yaratıklarız, dedi çocuk. "Sn666'daki avcıların çok azı bunu umursar, ayrıca Kızıl Evren'in valkürleri rahatlıkla Odin'in valkürleriyle karıştırılabilir. Nerede ve hangi zamanda yaşıyorsunuz?" Kansas, MS 2009, dedi çocuk. "Tam da Sn666'nın kıyameti... Neyse ki engellenecek ama çocuğa durduk yere spoylır vermeye gerek yok." Tamam, dedi Vria sonunda, "Seni götüreceğim. Elimi tut ve bırakma." Çocuk kafasını sallayıp Vria'nın elini tuttu, sağ elini. "Şey..." dedi Vria, "O şekilde evren çemberini açamam." Ama babam olduğu yerden açabiliyor, dedi çocuk. "Benden daha tecrübeli bir valkürmüş o zaman, sol tarafıma geç." Sağ elini uzattı ve evren çemberini açtı. "Bu arada adın ne?" Jake, dedi çocuk. "Sn666 adını değil, valkür adını sordum." Yanıt "Valkür adım yok." oldu. "Cidden... Yeni nesil valkürlere artık valkür adı da mı vermiyorlar?" Bunu boş verip avcıların onları bulmaması için dua ederek evren çemberine adım attı. Bir valkür dayanıklı bir varlık sayılmazdı, insanları öldürebilen her şey onları da öldürebilirdi. Bu arada Vria, dua etmesine rağmen belli bir inancı olmayan biriydi. Farklı evrenlerde o evrenin içinde yaşayıp insanların arasına inen tanrılar vardı ama bazı valkürler tüm evrenlerin üstündeki tek bir tanrının varlığına inanıyorlardı; Vria da bu inanca yakındı. Şaşırtıcı derecede fazla evrende birebir aynı şekilde bulunduklarından semavi dinlere inanan epey valkür de vardı.
19 Şubat 2020 Çarşamba
Yine, Yine, Yine Her Zamanki Şeyler
Yazarken çok sık kullandığım şeyler var. "Gece kadar siyah" tanımlaması bunlardan biri mesela, siyahı tanımlamak için bunu çok sık kullanıyorum. Bir de "Kişi 'kelime' dedi." şeklinde yazmak daha doğru ama bu ifadeyi neredeyse her zaman "Kelime, dedi kişi" şeklinde kullanıyorum, öyle daha rahatıma geliyor. Bunu niye yazdığım hakkında bir fikrim yok, sadece yazdım.
Teknoloji hakkında iki şey sinirimi bozuyor: Birincisi hâlâ doğru düzgün bir tırnak kesme aletinin icat edilmemesi. Koyalım eli, lazerle kessin, niye makasla törpüyle uğraşıyoruz? Tırnakların uzamasını engelleyecek herhangi bir şeye de razıyım. Bu aq şeylerini devamlı kesmek gerekiyor, dünyanın en gereksiz olayı falan yani. İkincisi: Her şeyi ama her şeyi depolayıp kolayca aktarmanın yolu var, müziklerin yok. Bazı şeyleri bulamadım, çoğu şey de alışkın olduğumdan farklı. Nedenini bilmiyorum.
Neden yazdığımı düşünüyordum da "kafamı hafifletmek için" kadar basit bir sebep mi gerçekten? Öyle olsaydı buna bu kadar uzun zamandır (genel anlamda ortaokul, hikaye/roman anlamında liseden beri yazıyorum) devam eder miydim? Artık neden yazdığımı biliyorum. GRRM ya da niceleri gibi görüş beyan etmek için yazmıyorum, Tolkienvari "kültür oluşturmak" gibi ulvi bir amacım da yok. Gerçek dünya pek ilginç değil, doğaüstü şeylere inanan biriyimdir ama gerçek dünyada koca bir sıkıcılık ve mantıksızlık seviyesinde bir mantık silsilesi var. Benim yazma amacım pek de ilginç olmayan gerçek dünyayı eğlenceli roman dünyalarıyla takas etmek. Bu yüzden kimsenin okuyup okumaması umurumda değil, insanlar için değil kendim için yazıyorum. Bu arada "eğlenceli" demişken, bu eğlenceli dünyada iğrenç, pislik, kaotik şeyler de olabilir, bunlarla kaplı bir dünya da epey eğlenceli olabilir. Başarılı bir yazar değilim, öyle olduğumu asla iddia etmedim, bunun beni pek rahatsız etmemesi ve yazdıklarımı sahiplenmem de bana eğlenceli, ilginç bir dünya sunduklarından. Hikaye/roman anlamında şimdiye kadar fantastik dışında bir türde pek bir şey yazmadım, bunun sebebi de bu. Neden hiç de ilginç olmayan gerçek dünyada geçen bir hikaye anlatayım ki?
Gökçeada'ya geldim, haliyle, okul başlayacak. Yıldız Koyu'na gittim bir, bu dünyada da oldukça ilginç şeyler olduğunu hatırladım. İnsanların sınırlarından ve mantık silsilesinden hâlâ hoşlanmıyorum ama deniz kabukları, taşlar ve balıklar bu dünyaya aitler ve gayet ilginçler. Yok olup iç içe geçmiş kültürden hoşlanmıyorum, eskinin birbiriyle alakası olmayan derin kültürleri epey ilginç ama yok olmuş durumdalar.
Talimlere yeniden başladım nihayet, iyi geldi. Kılıcın ağırlığını, yayın gerimini özlemişim. Genellikle bazı şeylerden uzaklaştığımda mutsuzlaştığımı fark ettim ya da daha doğrusu, birkaç basit şey mutsuzluğumu hemencecik götürebiliyor. Bir deniz kenarına gidip taş ve kabuk toplamak, kılıç ve kalkanla havayı kesmek ya da komik bir şey izlemek gibi basit şeyler. Gerçi yalnız yaşamak bazı şeyleri (mesela ne kadar yıkık olduğunu) insanın yüzüne vurmak gibi bir özelliğe sahip ama yapacak bir şey yok.
Şu geçen bahsettiğim "fikir çok güçlüydü" dediğim hikaye hakkında bir şey fark ettim: Yazarak anlatmaya çok uygun bir hikaye değil, görsel olarak anlatmaya daha uygun. Tabii ki insan çizemediğim için ya onu öylece bırakacağım ya da yazarak devam ettirmeye çalışacağım. Onu yazarken mekan ve kıyafet tasvirlerini hiç yazmadım, aslında tasvir yapmayı seviyorum ama hikaye içinde tasvir gereksiz olacaktı. Çizerek anlatsan mekanı, kıyafetleri rahatça gösterebilirsin. Onun da bazı şeyleri açıklama gibi sorunları var ama yapacak bir şey yok.
Profesyonel bir mutfağa ihtiyacım var, denemem gereken şeyler var. Orijinal reçeteler falan, onları mutlaka denemem lazım; aksi takdirde kafayı yerim. Onların bazılarını ev ortamında da deneyebilirim ama bazıları için profesyonel mutfak ve bazı özel ekipmanlar ya da öyle "ha" deyince alamayacağın malzemeler gerekiyor. Daha önce de söyledim, bir şeyi yapacaksam tam yaparım, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde. Değiştirilmesi gereken bir şey olup olmadığını orijinalini bilmeden nereden bilebilirim ki? Şimdilik hâlâ öğrenciyim, o yüzden bu denemeleri şimdilik çok da umursamıyorum. Ne var ki kendime ait bir yer, herhangi bir yer, açtığımda bunları denemem gerek. Aslında ev ortamında denenebilecekleri de denemem gerek; hepsi için ekipman gerekiyor. Nadir ya da pahalı olmayan ama bende bulunmayan ekipmanlar.
Bugün sabahtan internet yoktu, yeni geldi; şunu fark ettim ki modern dünya denen şeyde internet olmadan yapacak çok az şey var.
Teknoloji hakkında iki şey sinirimi bozuyor: Birincisi hâlâ doğru düzgün bir tırnak kesme aletinin icat edilmemesi. Koyalım eli, lazerle kessin, niye makasla törpüyle uğraşıyoruz? Tırnakların uzamasını engelleyecek herhangi bir şeye de razıyım. Bu aq şeylerini devamlı kesmek gerekiyor, dünyanın en gereksiz olayı falan yani. İkincisi: Her şeyi ama her şeyi depolayıp kolayca aktarmanın yolu var, müziklerin yok. Bazı şeyleri bulamadım, çoğu şey de alışkın olduğumdan farklı. Nedenini bilmiyorum.
Neden yazdığımı düşünüyordum da "kafamı hafifletmek için" kadar basit bir sebep mi gerçekten? Öyle olsaydı buna bu kadar uzun zamandır (genel anlamda ortaokul, hikaye/roman anlamında liseden beri yazıyorum) devam eder miydim? Artık neden yazdığımı biliyorum. GRRM ya da niceleri gibi görüş beyan etmek için yazmıyorum, Tolkienvari "kültür oluşturmak" gibi ulvi bir amacım da yok. Gerçek dünya pek ilginç değil, doğaüstü şeylere inanan biriyimdir ama gerçek dünyada koca bir sıkıcılık ve mantıksızlık seviyesinde bir mantık silsilesi var. Benim yazma amacım pek de ilginç olmayan gerçek dünyayı eğlenceli roman dünyalarıyla takas etmek. Bu yüzden kimsenin okuyup okumaması umurumda değil, insanlar için değil kendim için yazıyorum. Bu arada "eğlenceli" demişken, bu eğlenceli dünyada iğrenç, pislik, kaotik şeyler de olabilir, bunlarla kaplı bir dünya da epey eğlenceli olabilir. Başarılı bir yazar değilim, öyle olduğumu asla iddia etmedim, bunun beni pek rahatsız etmemesi ve yazdıklarımı sahiplenmem de bana eğlenceli, ilginç bir dünya sunduklarından. Hikaye/roman anlamında şimdiye kadar fantastik dışında bir türde pek bir şey yazmadım, bunun sebebi de bu. Neden hiç de ilginç olmayan gerçek dünyada geçen bir hikaye anlatayım ki?
Gökçeada'ya geldim, haliyle, okul başlayacak. Yıldız Koyu'na gittim bir, bu dünyada da oldukça ilginç şeyler olduğunu hatırladım. İnsanların sınırlarından ve mantık silsilesinden hâlâ hoşlanmıyorum ama deniz kabukları, taşlar ve balıklar bu dünyaya aitler ve gayet ilginçler. Yok olup iç içe geçmiş kültürden hoşlanmıyorum, eskinin birbiriyle alakası olmayan derin kültürleri epey ilginç ama yok olmuş durumdalar.
Talimlere yeniden başladım nihayet, iyi geldi. Kılıcın ağırlığını, yayın gerimini özlemişim. Genellikle bazı şeylerden uzaklaştığımda mutsuzlaştığımı fark ettim ya da daha doğrusu, birkaç basit şey mutsuzluğumu hemencecik götürebiliyor. Bir deniz kenarına gidip taş ve kabuk toplamak, kılıç ve kalkanla havayı kesmek ya da komik bir şey izlemek gibi basit şeyler. Gerçi yalnız yaşamak bazı şeyleri (mesela ne kadar yıkık olduğunu) insanın yüzüne vurmak gibi bir özelliğe sahip ama yapacak bir şey yok.
Şu geçen bahsettiğim "fikir çok güçlüydü" dediğim hikaye hakkında bir şey fark ettim: Yazarak anlatmaya çok uygun bir hikaye değil, görsel olarak anlatmaya daha uygun. Tabii ki insan çizemediğim için ya onu öylece bırakacağım ya da yazarak devam ettirmeye çalışacağım. Onu yazarken mekan ve kıyafet tasvirlerini hiç yazmadım, aslında tasvir yapmayı seviyorum ama hikaye içinde tasvir gereksiz olacaktı. Çizerek anlatsan mekanı, kıyafetleri rahatça gösterebilirsin. Onun da bazı şeyleri açıklama gibi sorunları var ama yapacak bir şey yok.
Profesyonel bir mutfağa ihtiyacım var, denemem gereken şeyler var. Orijinal reçeteler falan, onları mutlaka denemem lazım; aksi takdirde kafayı yerim. Onların bazılarını ev ortamında da deneyebilirim ama bazıları için profesyonel mutfak ve bazı özel ekipmanlar ya da öyle "ha" deyince alamayacağın malzemeler gerekiyor. Daha önce de söyledim, bir şeyi yapacaksam tam yaparım, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde. Değiştirilmesi gereken bir şey olup olmadığını orijinalini bilmeden nereden bilebilirim ki? Şimdilik hâlâ öğrenciyim, o yüzden bu denemeleri şimdilik çok da umursamıyorum. Ne var ki kendime ait bir yer, herhangi bir yer, açtığımda bunları denemem gerek. Aslında ev ortamında denenebilecekleri de denemem gerek; hepsi için ekipman gerekiyor. Nadir ya da pahalı olmayan ama bende bulunmayan ekipmanlar.
Bugün sabahtan internet yoktu, yeni geldi; şunu fark ettim ki modern dünya denen şeyde internet olmadan yapacak çok az şey var.
16 Şubat 2020 Pazar
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 4
Evren W444, MS 2020, Gökçelik Devleti/Utigan
Vria ıslak toprak kokusuyla karışmış temiz havayı içine çekti, geldiği bu evrenin temelde A123'ten tek bir farkı vardı: Burada Warlaw Coğrafyası denen, Hint alt kıtasının güneyinde, hem coğrafi hem de kültür açısından eşsiz özellikler gösteren dört ada devletine sahip bir bölge vardı. Kimileri Warlaw coğrafyasını bir alt kıta olarak görüyordu çünkü adalardan biri fazlaca büyüktü. Bir diğeri, Seedo, özel bir teknoloji kullanarak küçücük alanları devasa hale getirebiliyordu ve kesinlikle dünyanın kalanından fazla teknolojiye sahipti... Ve şu anda bulunduğu Gökçelik Devleti, yapay olarak inşa edilmişti. Etrafta bellerinde kılıçlar olan, kaftanlar, zırhlar, börkler, sarıklar, tubeteikalar giymiş kişiler vardı. Erkekler ve kadınları ayıran şey bıyık ve sakaldı, çünkü Gökçelik erkekleri saçlarını uzatıyorlar, kadınları kılıç taşıyorlardı. Taştan ve ahşaptan geleneksel tarzda binaları, bir internet kafeyi ve yanındaki FRP kafeyi geçti ve büyük bir dönercinin önünde durdu. Gökçelik Devleti, "nostaljinin yaşadığı ülke." Bu çağda dışarıda geleneksel kıyafetle dolaşmayı ve kılıç taşımayı tercih eden, havasız, dar internet kafelerin okuldan kaçmış öğrencilerle tıklım tıklım dolu olduğu, yetişkinlerin bile sokakta oyun oynadığı bir ülke. "Hangi dönerler var?" diye sordu Vria dönerciye nazikçe. "Başlığın yok." Dönerci kaba değildi ama aşikar olan bir şeyi söylemişti. Vria adamın ne demek istediğini anlamaya çalışırken bulunduğu ülkenin kurallarını hatırladı: "Başlık yasası." Gökçelik devletinde, temel olarak turistler için bu kural uygulanmasa ve pek ağır cezaları olmasa da herhangi bir başlık takmadan dışarıda dolanmak suçtu. Genellikle, saça bağlanan bir ip parçası bile "başlık yasası"nı geçersiz hale getiriyordu. Vria bir an turist taklidi yapıp yapmamak arasında gidip geldi, turist taklidi yapsa bir yalan olmazdı ama hiçbir evrene ait kimlik veya pasaportu yoktu, dilleri ayırt edemediği için de her dili mükemmel şekilde konuşuyordu ve turist gibi konuşmayı bilmiyordu, sonunda cebinden bir püskül çıkardı ve saçının sağ tarafına bağladı: "Evden aceleyle çıkmışım da. E, hangi dönerler var?" Et ve tavuk, dedi dönerci. "Ne eti?" Mezheple mi ilgili, diye sordu dönerci bu kez. Warlaw coğrafyasının batısında İslam epey yaygındı ama dünyanın kalanında yaygın olan mezhepler yerine ilk Seedolulardan biri tarafından kurulmuş bir mezhebe bağlılardı. "Mezheple ilgili değil. Ne eti?" Warlaw coğrafyasında dönercinin bu tavrı genellikle sorundu ve Gökçelik yasalarına göre işini düzgün yapmamak suçundan kırbaç cezası alabilirdi ama Vria sabırlı olmaya karar vermişti. Koyun var, dedi dönerci, "Ayrıca at ve geyik de." Geyik, dedi Vria, "Yarım ekmek. Mayonez olmasın. Ve ayran: Susurluk ayranı." Masaya gelen bol köpüklü ayranı ve içi epey dolu döneri gören Vria para konusunda endişeye kapıldı. Temelde Warlaw coğrafyasında herkes en iyi hizmeti sunmaya çalışırdı ama bu bedeli olmayacağı anlamına gelmiyordu. Vria hesabı ödedikten ve biraz etrafta takıldıktan sonra Seedo'ya gitmeye karar verdi, evren çemberini açtı ve içine girdi.
Evren W444, MS 2020, Seedo/Balık
Hâlâ aynı evren ve aynı zamanda olduğuma inanmak zor, diye düşündü Vria etrafındaki gökdelenlere bakarken. Gerçi eşofman ve tişört giymiş kişilerin arasında karate elbisesi gibi bir şey giymiş, elinde bir katana taşıyan biri de vardı. "Madem Seedo'dayım, o zaman onların ekstrem etler dedikleri şeylerden yiyeceğim ve saray..." Seedo'ya bir nevi "Warlaw Amerikası" denilebilirdi, kendi yerli kabileleri olsa da modern Seedo devletinin halkının çoğu Warlaw dışından gelmişti, anadili Seedoca denen, Türkiye Türkçesi olarak konuşulan ama hangeul temelli bir alfabeyle yazılan bir dildi ve bu durumun sebebi Beş Özel Üye denen Seedo'yu kuran beş kişinin aynı anda hem Türk hem Uzakdoğu hayranı olmasıydı. Vria ekstrem etler sunan bir restorana girdi ve alfabeyi aldı. "Ah, okuyamıyorum." Alfabeler dillerden farklıydı, valkürlerin onları öğrenmesi gerekliydi. Aslında Vria hangeul okuyabiliyordu (yaşadığı evrenin yaşadığı zamanda kullanılan bütün alfabelerini bilmek bir valkür için oldukça önemli bir meziyetti) ama Seedo alfabesi hangeulda olmayan harflere ve okunuş kurallarına sahipti. Neyse ki Seedoca yazıların altında İngilizceleri vardı. Yani, en azından Latin alfabesiyle yazılmış bir dil, tabii ki Vria hangi dil olduğunu ayırt edemiyordu. Ekstrem etler, Seedo'da günlük hayatta pek tüketilmeyen hayvanların etlerini ifade ederdi; gerçi Seedolular bu etlere fazlasıyla düşkünlerdi. "Yabanmersini soslu yılan." dedi Vria. "İçecek bir şey ister miydiniz?" Nazik bir garson sorusu. Vria menüye biraz göz gezdirdi ve "Soğuk çay." Seedo halkının günlük hayatta en çok tükettiği içeceklerden biri, kola içmeyen 1/5 halkın sığınağı. Aslında kola içmeyen 2/5'ti ama 1/5'i diğer asitli içecekleri tercih ediyordu. Vria biraz etrafta oyalandı, kaplanları görmek için bir milli parka gitti ama tek gördüğü yabani ördekler oldu ve bir başka restorana girip saray rameni sipariş etti. Oluşturulmaya çalışılan ama pek başarılı olunamayan özgün Seedo kültürü ve özgün Seedo mutfağının önemli bir bileşeni. Aslında buna ramen denmesine rağmen spagetti ve salçayla yapılıp çubukla yenen bir yemekti ki Seedolular günlük hayatta çatal kullanırdı. Bir parkta mayışan Vria, "Uyumak için daha iyi bir yer bulsam iyi olur, biraz macera da istiyorum." dedikten sonra evren çemberini açtı ve adımını attı... Daha doğrusu, aklına iyi bir fikir gelmeseydi atacaktı. "Bu gece uyuyacak bir yer bulayım da yarın bir Seedo-fu sokak dövüşü izlerim." Seedo-fu da oluşturulmaya çalışılan özgün Seedo kültürünün parçasıydı, genel olarak var olan tüm dövüş sanatlarının -ki buna Seedo coğrafyasının eski dövüş sanatları da dahil- bir bulamacı. Tabii kendine özgü kısımları da vardı ve Seedo teknolojisi sağ olsun elektrik saldırısı gibi şeyler içeriyordu. Seedo-fucular özel ekipmanlarını kullanarak epey yükseğe sıçarayabiliyordu, kalabalığın arasındaki karate elbisesi gibi bir şey giymiş kişi de seedo-fucuydu. W444'ün Seedo'su, bulunduğu evrenin kurallarını hiçe sayan teknolojilere sahipti. Başı kopmuş kişinin kafasını dikebilen bir tıp, genetiğe sirayet edebilen estetik operasyonlar ve yerçekimini geçici de olsa iptal eden botlar, ayda ve Mars'ta üsler ve tatil için gidilen uzay gezileri. Bir insanın bedenini unufak edebilecek bombalar ateşleyen askeri tüfekler.
Vria ıslak toprak kokusuyla karışmış temiz havayı içine çekti, geldiği bu evrenin temelde A123'ten tek bir farkı vardı: Burada Warlaw Coğrafyası denen, Hint alt kıtasının güneyinde, hem coğrafi hem de kültür açısından eşsiz özellikler gösteren dört ada devletine sahip bir bölge vardı. Kimileri Warlaw coğrafyasını bir alt kıta olarak görüyordu çünkü adalardan biri fazlaca büyüktü. Bir diğeri, Seedo, özel bir teknoloji kullanarak küçücük alanları devasa hale getirebiliyordu ve kesinlikle dünyanın kalanından fazla teknolojiye sahipti... Ve şu anda bulunduğu Gökçelik Devleti, yapay olarak inşa edilmişti. Etrafta bellerinde kılıçlar olan, kaftanlar, zırhlar, börkler, sarıklar, tubeteikalar giymiş kişiler vardı. Erkekler ve kadınları ayıran şey bıyık ve sakaldı, çünkü Gökçelik erkekleri saçlarını uzatıyorlar, kadınları kılıç taşıyorlardı. Taştan ve ahşaptan geleneksel tarzda binaları, bir internet kafeyi ve yanındaki FRP kafeyi geçti ve büyük bir dönercinin önünde durdu. Gökçelik Devleti, "nostaljinin yaşadığı ülke." Bu çağda dışarıda geleneksel kıyafetle dolaşmayı ve kılıç taşımayı tercih eden, havasız, dar internet kafelerin okuldan kaçmış öğrencilerle tıklım tıklım dolu olduğu, yetişkinlerin bile sokakta oyun oynadığı bir ülke. "Hangi dönerler var?" diye sordu Vria dönerciye nazikçe. "Başlığın yok." Dönerci kaba değildi ama aşikar olan bir şeyi söylemişti. Vria adamın ne demek istediğini anlamaya çalışırken bulunduğu ülkenin kurallarını hatırladı: "Başlık yasası." Gökçelik devletinde, temel olarak turistler için bu kural uygulanmasa ve pek ağır cezaları olmasa da herhangi bir başlık takmadan dışarıda dolanmak suçtu. Genellikle, saça bağlanan bir ip parçası bile "başlık yasası"nı geçersiz hale getiriyordu. Vria bir an turist taklidi yapıp yapmamak arasında gidip geldi, turist taklidi yapsa bir yalan olmazdı ama hiçbir evrene ait kimlik veya pasaportu yoktu, dilleri ayırt edemediği için de her dili mükemmel şekilde konuşuyordu ve turist gibi konuşmayı bilmiyordu, sonunda cebinden bir püskül çıkardı ve saçının sağ tarafına bağladı: "Evden aceleyle çıkmışım da. E, hangi dönerler var?" Et ve tavuk, dedi dönerci. "Ne eti?" Mezheple mi ilgili, diye sordu dönerci bu kez. Warlaw coğrafyasının batısında İslam epey yaygındı ama dünyanın kalanında yaygın olan mezhepler yerine ilk Seedolulardan biri tarafından kurulmuş bir mezhebe bağlılardı. "Mezheple ilgili değil. Ne eti?" Warlaw coğrafyasında dönercinin bu tavrı genellikle sorundu ve Gökçelik yasalarına göre işini düzgün yapmamak suçundan kırbaç cezası alabilirdi ama Vria sabırlı olmaya karar vermişti. Koyun var, dedi dönerci, "Ayrıca at ve geyik de." Geyik, dedi Vria, "Yarım ekmek. Mayonez olmasın. Ve ayran: Susurluk ayranı." Masaya gelen bol köpüklü ayranı ve içi epey dolu döneri gören Vria para konusunda endişeye kapıldı. Temelde Warlaw coğrafyasında herkes en iyi hizmeti sunmaya çalışırdı ama bu bedeli olmayacağı anlamına gelmiyordu. Vria hesabı ödedikten ve biraz etrafta takıldıktan sonra Seedo'ya gitmeye karar verdi, evren çemberini açtı ve içine girdi.
Evren W444, MS 2020, Seedo/Balık
Hâlâ aynı evren ve aynı zamanda olduğuma inanmak zor, diye düşündü Vria etrafındaki gökdelenlere bakarken. Gerçi eşofman ve tişört giymiş kişilerin arasında karate elbisesi gibi bir şey giymiş, elinde bir katana taşıyan biri de vardı. "Madem Seedo'dayım, o zaman onların ekstrem etler dedikleri şeylerden yiyeceğim ve saray..." Seedo'ya bir nevi "Warlaw Amerikası" denilebilirdi, kendi yerli kabileleri olsa da modern Seedo devletinin halkının çoğu Warlaw dışından gelmişti, anadili Seedoca denen, Türkiye Türkçesi olarak konuşulan ama hangeul temelli bir alfabeyle yazılan bir dildi ve bu durumun sebebi Beş Özel Üye denen Seedo'yu kuran beş kişinin aynı anda hem Türk hem Uzakdoğu hayranı olmasıydı. Vria ekstrem etler sunan bir restorana girdi ve alfabeyi aldı. "Ah, okuyamıyorum." Alfabeler dillerden farklıydı, valkürlerin onları öğrenmesi gerekliydi. Aslında Vria hangeul okuyabiliyordu (yaşadığı evrenin yaşadığı zamanda kullanılan bütün alfabelerini bilmek bir valkür için oldukça önemli bir meziyetti) ama Seedo alfabesi hangeulda olmayan harflere ve okunuş kurallarına sahipti. Neyse ki Seedoca yazıların altında İngilizceleri vardı. Yani, en azından Latin alfabesiyle yazılmış bir dil, tabii ki Vria hangi dil olduğunu ayırt edemiyordu. Ekstrem etler, Seedo'da günlük hayatta pek tüketilmeyen hayvanların etlerini ifade ederdi; gerçi Seedolular bu etlere fazlasıyla düşkünlerdi. "Yabanmersini soslu yılan." dedi Vria. "İçecek bir şey ister miydiniz?" Nazik bir garson sorusu. Vria menüye biraz göz gezdirdi ve "Soğuk çay." Seedo halkının günlük hayatta en çok tükettiği içeceklerden biri, kola içmeyen 1/5 halkın sığınağı. Aslında kola içmeyen 2/5'ti ama 1/5'i diğer asitli içecekleri tercih ediyordu. Vria biraz etrafta oyalandı, kaplanları görmek için bir milli parka gitti ama tek gördüğü yabani ördekler oldu ve bir başka restorana girip saray rameni sipariş etti. Oluşturulmaya çalışılan ama pek başarılı olunamayan özgün Seedo kültürü ve özgün Seedo mutfağının önemli bir bileşeni. Aslında buna ramen denmesine rağmen spagetti ve salçayla yapılıp çubukla yenen bir yemekti ki Seedolular günlük hayatta çatal kullanırdı. Bir parkta mayışan Vria, "Uyumak için daha iyi bir yer bulsam iyi olur, biraz macera da istiyorum." dedikten sonra evren çemberini açtı ve adımını attı... Daha doğrusu, aklına iyi bir fikir gelmeseydi atacaktı. "Bu gece uyuyacak bir yer bulayım da yarın bir Seedo-fu sokak dövüşü izlerim." Seedo-fu da oluşturulmaya çalışılan özgün Seedo kültürünün parçasıydı, genel olarak var olan tüm dövüş sanatlarının -ki buna Seedo coğrafyasının eski dövüş sanatları da dahil- bir bulamacı. Tabii kendine özgü kısımları da vardı ve Seedo teknolojisi sağ olsun elektrik saldırısı gibi şeyler içeriyordu. Seedo-fucular özel ekipmanlarını kullanarak epey yükseğe sıçarayabiliyordu, kalabalığın arasındaki karate elbisesi gibi bir şey giymiş kişi de seedo-fucuydu. W444'ün Seedo'su, bulunduğu evrenin kurallarını hiçe sayan teknolojilere sahipti. Başı kopmuş kişinin kafasını dikebilen bir tıp, genetiğe sirayet edebilen estetik operasyonlar ve yerçekimini geçici de olsa iptal eden botlar, ayda ve Mars'ta üsler ve tatil için gidilen uzay gezileri. Bir insanın bedenini unufak edebilecek bombalar ateşleyen askeri tüfekler.
11 Şubat 2020 Salı
Fikirsiz Başlayıp Bir Sürü Konudan Bahsetmek
Tamam, her zamanki gibi ne yazacağım hakkında çok bir fikrim yok.
Telefonu değiştirdiğimi söylemiştim, tabii öyle olunca müzikler de gitti. Ben de müzikleri bir türlü aktaramayınca Youtube müzik aldım. Yani, en azından bir ay ücretsiz, sonrasına bakacağız. Şarkıları indirirken daha önce fark etmediğim birkaç şey fark ettim, zira bazı şarkılarda Türkçe altyazı vardı. İki şey: Birincisi Sugar Sweet Nightmare hakkında, Bakemonogatari'nin Tsubasa cat açılışı. Hanekawa'nın ağzıyla yazılmış ama fark ettiğim bu değil, Monogatari serisinin bütün açılışları aynı zaten. Hangi karakterin kısmına aitse o karakterin ağzından yazılıyor. Şu: Animede çok fark edilmiyor bu, şarkı bildiğin Araragi'ye (kaç Ra var lan bu adamın adında?) aşk itirafı içeriyor. Bir de "Bildiğim bir şey var - Hiçbir şey bilmiyorum" diye bir kısım var ki Hanekawa devamlı "Her şeyi bilmiyorum, sadece ne bildiğimi biliyorum" diyen bir karakter. Gaen de sonrasında... Tamam, tamam, ikinci kısma geçelim: Bu da bir anime açılışıyla ilgili, Mirai Nikki'ninki. Kami'yi "tanrılar" diye çevirmişler ama "kami-tachi" olması gerekmiyor mu onun için? Gerçi çoğul eki doğru, arada bütün Roma panteonunu sayıyor. Juno ve Jupiter'den başlıyor ki onlar da Mirai Nikki'nin iki ana karakterinin adını aldığı varlıklar. Bu arada bize (en azından bana) daha aşina olan Yunan mitolojisinde Hera ve Zeus'a karşılık geliyor o ikisi.
Sahte Kahramanlar'ı hâlâ tamamlayamadım. En son bir yerde kaldı, devam ettiremiyorum. Orada ortaya çıkan karakter hakkında biraz düşünsem iyi olacak. Tabii şöyle bir durum var: Sahte Kahramanlar'ı yazamıyorum ama arada yeni bir hikayeye başladım, fikir çok güçlüydü ne yapayım? Bu arada tamamen kafamdaki gibi yansıtabildiğim tek hikaye bu bahsettiğim yeni başladığım oldu ki zaten yarım sayfa yazdım. Gerçi Kara Kanatlı Gezgin'i de tamamen kafamdaki gibi yansıttım. Orijinal serilere çok girmedim galiba onda? Biraz tekrara düşecekti, bir de tam olarak oluşturmadığım dünyaların işin içine dahil olmasını istemedim. Örneğin Göç Zamanı diye bir roman gibi bir şey vardı ama odaklanılan ana halk haricindeki halkların neredeyse hiçbir özelliği elimde yok. Odaklanılan ana halk da Niterya'nın doğu süvarilerine gereğinden fazla benziyor. Zaten yazdığım farklı halkların olduğu her şeyde onlara benzeyen bir halk var. Niterya için Vria'yı Rarvera'ya götürsem daha iyiydi ama biraz da Sahte Kahramanlar zaten Rarvera odaklı olduğu için onu istemedim. Altı ana karakter ve ayrıca en önemli yan karakter Rarveralı, Rarvera kültürüne dair her şey var zaten. Aslında Besul'u da çok yansıtamadım, Besul'a götürebilirdim Vria'yı. Bir de son bölüm çok uzun oldu ama onun zararı yok.
Kullanmayı sevdiğim tanımlamalar var. "Gece kadar siyah" mesela ya da "melankolik bir gülümseme."
Ders seçimimi yaptım, bakalım nasıl olacak bu dönem?
Japonca lütfen demenin az bir yolu yok. İlla yalvaracaksın. Onegai ve Kudasai var ama ikisi de yalvarma anlamı taşıyor. Aslında Türkçedeki lütfenin kökenine (lütuf) bakarsak o da yalvarma anlamı taşıyor ama Türkçede yalvarmadan da lütfen demek mümkün. Onegai tam olarak yalvarma gerçi, kudasai daha basit bir kullanım ama yine de "lütfen gelir misin?" ile "N'olur beni öldürme!" arasındaki fark kadar fark yok onegai ve kudasai arasında, ikisi de ikinciye daha uygun bir lütfen. Bak İngilizce'de de yoğun bir özür yok mesela. Her türlü "sorry" ama sorry küçük özürler için uygun bir kelime, "özür özür" gibi bir anlamı var. "Yalvarırım affet!" ifadesi yok. Türkçede "pardon" ve doğru tonlamayla söylenen "çok üzgünüm" arasında çok fark var. O fark Japoncada da var: "Sumimasen" ve "gomen ne" daha küçük seviyeli bir özür, "gomen nasai" daha üst seviye.
Biraz düşünüyordum da teknik olarak dil öğrenmek bildiğin dillere bağlı. Arapça bilen birinin İbranice öğrenmesi zor değil örneğin, Moğolca bilen birinin Türkçe öğrenmesi zor değil. İngilizce bilen birinin Almanca öğrenmesi zor değil. Tabii diller arasındaki farklılıklar ve değişimler kişiyi zorlayabilir ama o dilin yapısına, düşünce mantığına aşağı yukarı aşina olursunuz. Bir de İngilizce-Almanca arasında kanser eden bir artikel farkılılığı var ama konumuz o değil. Bu konuyu neden açtım lan ben? Hah, tamam: Bir daha dil öğrenmeye kalktığımda farklı bir aileden bir dil öğrenmeye çalışacağım. En azından ailenin farklı kollarından. Hintçe ve İngilizce Hint-Avrupa dil ailesinin farklı kollarından örneğin. Macarca ve Türkçe Ural-Altay dil ailesinin farklı kollarından. Daha alt birimde İngilizce ve Latince farklı kollardan (İngilizce Cermen kolundan, Latince Latin kolundan). Türkiye Türkçesi ve Kazakça farklı kollardan (Biri Oğuz diğeri Kıpçak lehçelerinden. Hatta Oğuz ve Kıpçak lehçeleri daha üst bir dalda ayrılıyor, Oğuz-Uygur ve Sibir-Kıpçak şeklinde). Macarca ve Fince farklı kollardan (Biri Ugor diğer kolun adının ne olduğunu unuttum). Daha büyük bir ihtimal: Daha sonra başka bir dil öğrenmeye kalkmam muhtemelen. İngilizce ve Japoncayı doğru düzgün konuşabilir hale gelelim de başka dil işini o zaman düşünürüz.
Majutsu (böyle miydi bu, Majitsu değildi değil mi?) no Index'i indirdim bir şekilde. Seçimimi iki sebepten dolayı bu yana kullandım: Birincisi Love Live için indirme yeri bulamadım. İkincisi ise ilk bölümün sıkıcılığıyla ilgili. Başka bir halt izleyemezken sıkılsam da onu izlerim de seriye başlayabilirim nihayet. Bu arada Toaru Kagaku no Railgun T, bu serinin en son çıkanı. Haftalık popüler karakter anketleri var da Railgun T çıkar çıkmaz listenin ebesini... On karakter var zaten listede, altısı Railgun'dan. Yani kadın karakter listesi böyle, erkek karakter listesini bilmiyorum, görmedim.
Konuşuyormuş gibi yazdığımı fark ettiniz mi? Aslında daha ziyade kendi kendime konuşuyormuş gibi yazıyorum. Evet, kendi kendimin sözünü keser, ara sıra laf sokarım. Bunu bilerek yapıyorum: Bu blog şu anki durumunda deneme tahtası ve günlük karışımı bir şey, o yüzden de buna uygun yazıyorum. Bu arada yine "aklımda bir şey yok" ile başlayıp birkaç bir sürü konudan bahsettim, verimli oldu bence. (Verimli mi? Günlük hayatında verimli diyen biri var mı?)
Telefonu değiştirdiğimi söylemiştim, tabii öyle olunca müzikler de gitti. Ben de müzikleri bir türlü aktaramayınca Youtube müzik aldım. Yani, en azından bir ay ücretsiz, sonrasına bakacağız. Şarkıları indirirken daha önce fark etmediğim birkaç şey fark ettim, zira bazı şarkılarda Türkçe altyazı vardı. İki şey: Birincisi Sugar Sweet Nightmare hakkında, Bakemonogatari'nin Tsubasa cat açılışı. Hanekawa'nın ağzıyla yazılmış ama fark ettiğim bu değil, Monogatari serisinin bütün açılışları aynı zaten. Hangi karakterin kısmına aitse o karakterin ağzından yazılıyor. Şu: Animede çok fark edilmiyor bu, şarkı bildiğin Araragi'ye (kaç Ra var lan bu adamın adında?) aşk itirafı içeriyor. Bir de "Bildiğim bir şey var - Hiçbir şey bilmiyorum" diye bir kısım var ki Hanekawa devamlı "Her şeyi bilmiyorum, sadece ne bildiğimi biliyorum" diyen bir karakter. Gaen de sonrasında... Tamam, tamam, ikinci kısma geçelim: Bu da bir anime açılışıyla ilgili, Mirai Nikki'ninki. Kami'yi "tanrılar" diye çevirmişler ama "kami-tachi" olması gerekmiyor mu onun için? Gerçi çoğul eki doğru, arada bütün Roma panteonunu sayıyor. Juno ve Jupiter'den başlıyor ki onlar da Mirai Nikki'nin iki ana karakterinin adını aldığı varlıklar. Bu arada bize (en azından bana) daha aşina olan Yunan mitolojisinde Hera ve Zeus'a karşılık geliyor o ikisi.
Sahte Kahramanlar'ı hâlâ tamamlayamadım. En son bir yerde kaldı, devam ettiremiyorum. Orada ortaya çıkan karakter hakkında biraz düşünsem iyi olacak. Tabii şöyle bir durum var: Sahte Kahramanlar'ı yazamıyorum ama arada yeni bir hikayeye başladım, fikir çok güçlüydü ne yapayım? Bu arada tamamen kafamdaki gibi yansıtabildiğim tek hikaye bu bahsettiğim yeni başladığım oldu ki zaten yarım sayfa yazdım. Gerçi Kara Kanatlı Gezgin'i de tamamen kafamdaki gibi yansıttım. Orijinal serilere çok girmedim galiba onda? Biraz tekrara düşecekti, bir de tam olarak oluşturmadığım dünyaların işin içine dahil olmasını istemedim. Örneğin Göç Zamanı diye bir roman gibi bir şey vardı ama odaklanılan ana halk haricindeki halkların neredeyse hiçbir özelliği elimde yok. Odaklanılan ana halk da Niterya'nın doğu süvarilerine gereğinden fazla benziyor. Zaten yazdığım farklı halkların olduğu her şeyde onlara benzeyen bir halk var. Niterya için Vria'yı Rarvera'ya götürsem daha iyiydi ama biraz da Sahte Kahramanlar zaten Rarvera odaklı olduğu için onu istemedim. Altı ana karakter ve ayrıca en önemli yan karakter Rarveralı, Rarvera kültürüne dair her şey var zaten. Aslında Besul'u da çok yansıtamadım, Besul'a götürebilirdim Vria'yı. Bir de son bölüm çok uzun oldu ama onun zararı yok.
Kullanmayı sevdiğim tanımlamalar var. "Gece kadar siyah" mesela ya da "melankolik bir gülümseme."
Ders seçimimi yaptım, bakalım nasıl olacak bu dönem?
Japonca lütfen demenin az bir yolu yok. İlla yalvaracaksın. Onegai ve Kudasai var ama ikisi de yalvarma anlamı taşıyor. Aslında Türkçedeki lütfenin kökenine (lütuf) bakarsak o da yalvarma anlamı taşıyor ama Türkçede yalvarmadan da lütfen demek mümkün. Onegai tam olarak yalvarma gerçi, kudasai daha basit bir kullanım ama yine de "lütfen gelir misin?" ile "N'olur beni öldürme!" arasındaki fark kadar fark yok onegai ve kudasai arasında, ikisi de ikinciye daha uygun bir lütfen. Bak İngilizce'de de yoğun bir özür yok mesela. Her türlü "sorry" ama sorry küçük özürler için uygun bir kelime, "özür özür" gibi bir anlamı var. "Yalvarırım affet!" ifadesi yok. Türkçede "pardon" ve doğru tonlamayla söylenen "çok üzgünüm" arasında çok fark var. O fark Japoncada da var: "Sumimasen" ve "gomen ne" daha küçük seviyeli bir özür, "gomen nasai" daha üst seviye.
Biraz düşünüyordum da teknik olarak dil öğrenmek bildiğin dillere bağlı. Arapça bilen birinin İbranice öğrenmesi zor değil örneğin, Moğolca bilen birinin Türkçe öğrenmesi zor değil. İngilizce bilen birinin Almanca öğrenmesi zor değil. Tabii diller arasındaki farklılıklar ve değişimler kişiyi zorlayabilir ama o dilin yapısına, düşünce mantığına aşağı yukarı aşina olursunuz. Bir de İngilizce-Almanca arasında kanser eden bir artikel farkılılığı var ama konumuz o değil. Bu konuyu neden açtım lan ben? Hah, tamam: Bir daha dil öğrenmeye kalktığımda farklı bir aileden bir dil öğrenmeye çalışacağım. En azından ailenin farklı kollarından. Hintçe ve İngilizce Hint-Avrupa dil ailesinin farklı kollarından örneğin. Macarca ve Türkçe Ural-Altay dil ailesinin farklı kollarından. Daha alt birimde İngilizce ve Latince farklı kollardan (İngilizce Cermen kolundan, Latince Latin kolundan). Türkiye Türkçesi ve Kazakça farklı kollardan (Biri Oğuz diğeri Kıpçak lehçelerinden. Hatta Oğuz ve Kıpçak lehçeleri daha üst bir dalda ayrılıyor, Oğuz-Uygur ve Sibir-Kıpçak şeklinde). Macarca ve Fince farklı kollardan (Biri Ugor diğer kolun adının ne olduğunu unuttum). Daha büyük bir ihtimal: Daha sonra başka bir dil öğrenmeye kalkmam muhtemelen. İngilizce ve Japoncayı doğru düzgün konuşabilir hale gelelim de başka dil işini o zaman düşünürüz.
Majutsu (böyle miydi bu, Majitsu değildi değil mi?) no Index'i indirdim bir şekilde. Seçimimi iki sebepten dolayı bu yana kullandım: Birincisi Love Live için indirme yeri bulamadım. İkincisi ise ilk bölümün sıkıcılığıyla ilgili. Başka bir halt izleyemezken sıkılsam da onu izlerim de seriye başlayabilirim nihayet. Bu arada Toaru Kagaku no Railgun T, bu serinin en son çıkanı. Haftalık popüler karakter anketleri var da Railgun T çıkar çıkmaz listenin ebesini... On karakter var zaten listede, altısı Railgun'dan. Yani kadın karakter listesi böyle, erkek karakter listesini bilmiyorum, görmedim.
Konuşuyormuş gibi yazdığımı fark ettiniz mi? Aslında daha ziyade kendi kendime konuşuyormuş gibi yazıyorum. Evet, kendi kendimin sözünü keser, ara sıra laf sokarım. Bunu bilerek yapıyorum: Bu blog şu anki durumunda deneme tahtası ve günlük karışımı bir şey, o yüzden de buna uygun yazıyorum. Bu arada yine "aklımda bir şey yok" ile başlayıp birkaç bir sürü konudan bahsettim, verimli oldu bence. (Verimli mi? Günlük hayatında verimli diyen biri var mı?)
10 Şubat 2020 Pazartesi
Genel
Beynimi uyuşturmanın zararsız bir yolunu bulmalıyım. Şimdiye kadar yazarak, okuyarak, bir şeyler izleyerek, müzik dinleyerek, kafamdaki hikayeleri yaşayarak bir yere kadar bunu halledebiliyordum. Arada patlamalar oluyordu ama idare ediyordum. Artık işe yaramıyor. Devamlı, devamlı, devamlı çığlıklar, çarpık düşünceler, anksiyete ve diğer Allah'ın belası her şey. Başka, başka, başka, başka, başka... Başka bir şey bulmam gerek. Beynimi uyuşturacak ama zarar vermeyecek bir şey. Tamam, öyle bir şey yok. Bununla yaşamalı mıyım? Ah, evet, işte en sevdiğim... Beynimde çığlıklar var ama bu tek sorun değil. Kalbimin yerinde bir boşluk hissediyorum, bunu ilk hissedişim değil ama şu an epey yoğun. Artık beynimi uyuşturamamamla mı ilgili? Bu arada talimleri de bir gün unuttum sonra komple bıraktım, onu yaparken de pek bir şey düşünmüyordum. Her zamankinden farklı mı? Yoksa abartıyor muyum? Belki sadece artık tutamadığım o sıradan zaman... Bedensel yorgunluk hissediyorum, bunun herhangi bir sebebi yok. Yetersiz, saçma. Her zamanki gibi yetersizim, her zamanki gibi bir şeyi bile beceremiyorum. Soğuk çay içmem gerek, sanki bir işe yaradığı var. Kafein, tein ya da şeker; üçü de herhangi bir işe yaramıyor. Bağımlılığa bu kadar meyilliyken sigara bile içmiyor olmam büyük bir başarı aslında. Gerçi birçok bağımlılığım var: Soğuk çay, göl havası, deniz taşı toplamak (Benimki gibiyse bu hobi değil bağımlılık oluyor), uyku (gündüz uykusu, gece değil), kahve falan. Neyse, bununla yaşamayı öğrenirim herhalde. Ya da kendime ruhani suikast düzenleyip zombi gibi gezmeye başlarım. En iyisi bu olur bence.
Evet, çığlıklar ve diğer şeyler hâlâ var ama üstteki paragrafı yazdığım kadarki kadar yoğun değil. Belki gerçekten her zamanki patlamalardan biri. Bir de okulun açılması yaklaşıyor, yöresel mutfağı nasıl işleyeceğiz, kim girecek diye düşünüyordum. Doğru düzgün işlememiz lazım o dersi, dört tane koymasaydınız o zaman aq. Türk mutfağını küçümsemiyorum, teknik açıdan en sevdiğim mutfak. Yalnız dört yöresel mutfak dersine cidden gerek var mıydı? İki tane Türk mutfağı dersi koysaydınız, doğru düzgün görseydik.
Daha önce söylemiştim, bir şeyi "öylece" yapamıyorum. Olabildiğince mükemmel yapmak zorundayım. Yani, o gerçekten yapmak istediğim bir şeyse. Yapmak istemediğim ya da umursamadığım şeyleri savsaklamakta da üstüme yoktur. Eğer bir Youtube kanalı açacaksam orijinal, Türkiye'de pek olmayan konseptlere sahip, kaliteli efekt kullanılan bir şey olacak. Bu basit bir örnek. Daha basit bir örnek: Eğer bir yemek yapacaksam, orijinaliyle aynı şekilde yapmalıyım. Değişiklik ve diğer şeylere karşı değilim, peki o değişiklikler orijinaline aşina olmadan nasıl yapılabilir? Orijinalinin nasıl olduğunu bilmeden yaptığım değişikliğin iyi olup olmadığını nereden bileceğim? Avangard mutfağın temsilcileri, Escoffier'in reçetelerini denemeden mi değişiklikleri uyguladılar? Hayır, hepsi orijinalin nasıl olması gerektiğini ve neresini değiştirirlerse aşağı yukarı ne sonuç alacaklarını biliyorlardı. Daha farklı örneklere geçelim: Eğer bir kafe açacaksam bu kaliteli kahve, tatlı ve atıştırmalıkların sunulduğu, kahvelerin makinede değil elde hazırlandığı bir kafe olacak. Espresso bazlı kahveler için mocha pot ve Türk kahveleri için bakır cezve. Eğer bir Uzakdoğu restoranı açacaksam gerçek Uzakdoğu yemeklerinin sunulduğu, (Amerikan Asyalı yemeklerin değil, gerçek Uzakdoğu yemeklerinin. Oraya Acılı Ekşili Çorba yazan restoranların alayı Amerikan Asya mutfağına sahip, Pekin çorbası onun adı. Tatlılar konusuna hiç girmiyorum, Uzakdoğu mutfaklarının hepsi tatlı konusunda eksik ama olan az sayıda tatlıyı da menüye koymazsanız ne anladım ben o işten?) dekoruyla bile inanı Uzakdoğu'da hissettiren bir restoran olacak. Yukatalı garsonlara sahip, ramen kasesini kafaya dikebildiğiniz, Uzakdoğu müzikleri çalınan bir restoran. Eğer orijinal reçetelerimi sunacağım bir restoran açacaksam bu kesinlikle Michelin yıldızı almayı hak eden, üst düzey kaliteli -ve tercihen yerli- malzemeler kullanan, moleküler gastronomi, füzyon mutfağı gibi tekniklerin az da olsa uygulandığı bir restoran olacak. Bir şeyi en iyi şekilde yapmayacaksam neden yapayım ki? Ne gerek var? Başka bir basit örnek: Aklımdaki şeyi aklımdaki gibi çizemiyorsam onu çizmem. Aklımdaki hikayeyi yazıya geçiremiyorsam yazmam ki bunu yapmışlığım çok oldu. Yazıya geçirmek istediğim kafamdaki hikayeler, beceremeyince kafamda sürdürmeye devam ettim.
Kara Kanatlı Gezgin'i pazar günü yayınlıyorum. Nedeni hakkında bir fikrim yok, aslında ilk bölüm yayınlamadan birkaç gün önce bitmişti. Sadece öyle olsun istedim.
Telefonu değiştirdim, kurcalarken ne zaman yazdığımı bilmediğim bir şiire denk geldim. Telefonda şiir yazdığımı bile bilmiyordum, sadece bilgisayardaki ve kağıt üstündekileri hatırlıyorum. Tam olarak neden bahsettiğimi anlayamadım yalnız; belli ki hüzünlüymüşüm onu yazdığım sırada ama konu neydi acep? Başlık maşlık da yok. Acaba onu bir hikayenin, romanın vs. içinde kullanmak için mi yazdım? Bir de neden orada olduğunu çözemediğim bir kelime var, otomatik düzeltmenin hışmına uğramışım muhtemelen. Onun orijinali o kelimeyse çünkü ben Türkçe bilmiyorum demektir. (Bu cümleden sonra gerçekten öyle de olabilir, evet)
Komi-san diye manga okuyorum da, aklıma takılan bir şey var: Haftalık olarak çevirip atıyorlar. Şimdi, manga zaten genel olarak haftalık çıkan bir şey, "Ne var bunda?" diyebilirsiniz. Şu var: En son atılan Türkçe bölüm 75, en son atılan İngilizce bölüm 238. Güncelde değilsiniz ki, şunu fırsat buldukça çevirip yayınlasanıza? Haftalık yayınlamak zorunda değilsiniz? Gidip İngilizce okuyacağım ama o da hiç zevk vermiyor ki. Tek tesellim Noxsubs'un çevirmesi, şimdiye kadar herhangi bir mangayı yarım bıraktıklarını görmedim, yani üç yüz yıl sonra da olsa muhakkak güncele yetişecekler.
Evet, çığlıklar ve diğer şeyler hâlâ var ama üstteki paragrafı yazdığım kadarki kadar yoğun değil. Belki gerçekten her zamanki patlamalardan biri. Bir de okulun açılması yaklaşıyor, yöresel mutfağı nasıl işleyeceğiz, kim girecek diye düşünüyordum. Doğru düzgün işlememiz lazım o dersi, dört tane koymasaydınız o zaman aq. Türk mutfağını küçümsemiyorum, teknik açıdan en sevdiğim mutfak. Yalnız dört yöresel mutfak dersine cidden gerek var mıydı? İki tane Türk mutfağı dersi koysaydınız, doğru düzgün görseydik.
Daha önce söylemiştim, bir şeyi "öylece" yapamıyorum. Olabildiğince mükemmel yapmak zorundayım. Yani, o gerçekten yapmak istediğim bir şeyse. Yapmak istemediğim ya da umursamadığım şeyleri savsaklamakta da üstüme yoktur. Eğer bir Youtube kanalı açacaksam orijinal, Türkiye'de pek olmayan konseptlere sahip, kaliteli efekt kullanılan bir şey olacak. Bu basit bir örnek. Daha basit bir örnek: Eğer bir yemek yapacaksam, orijinaliyle aynı şekilde yapmalıyım. Değişiklik ve diğer şeylere karşı değilim, peki o değişiklikler orijinaline aşina olmadan nasıl yapılabilir? Orijinalinin nasıl olduğunu bilmeden yaptığım değişikliğin iyi olup olmadığını nereden bileceğim? Avangard mutfağın temsilcileri, Escoffier'in reçetelerini denemeden mi değişiklikleri uyguladılar? Hayır, hepsi orijinalin nasıl olması gerektiğini ve neresini değiştirirlerse aşağı yukarı ne sonuç alacaklarını biliyorlardı. Daha farklı örneklere geçelim: Eğer bir kafe açacaksam bu kaliteli kahve, tatlı ve atıştırmalıkların sunulduğu, kahvelerin makinede değil elde hazırlandığı bir kafe olacak. Espresso bazlı kahveler için mocha pot ve Türk kahveleri için bakır cezve. Eğer bir Uzakdoğu restoranı açacaksam gerçek Uzakdoğu yemeklerinin sunulduğu, (Amerikan Asyalı yemeklerin değil, gerçek Uzakdoğu yemeklerinin. Oraya Acılı Ekşili Çorba yazan restoranların alayı Amerikan Asya mutfağına sahip, Pekin çorbası onun adı. Tatlılar konusuna hiç girmiyorum, Uzakdoğu mutfaklarının hepsi tatlı konusunda eksik ama olan az sayıda tatlıyı da menüye koymazsanız ne anladım ben o işten?) dekoruyla bile inanı Uzakdoğu'da hissettiren bir restoran olacak. Yukatalı garsonlara sahip, ramen kasesini kafaya dikebildiğiniz, Uzakdoğu müzikleri çalınan bir restoran. Eğer orijinal reçetelerimi sunacağım bir restoran açacaksam bu kesinlikle Michelin yıldızı almayı hak eden, üst düzey kaliteli -ve tercihen yerli- malzemeler kullanan, moleküler gastronomi, füzyon mutfağı gibi tekniklerin az da olsa uygulandığı bir restoran olacak. Bir şeyi en iyi şekilde yapmayacaksam neden yapayım ki? Ne gerek var? Başka bir basit örnek: Aklımdaki şeyi aklımdaki gibi çizemiyorsam onu çizmem. Aklımdaki hikayeyi yazıya geçiremiyorsam yazmam ki bunu yapmışlığım çok oldu. Yazıya geçirmek istediğim kafamdaki hikayeler, beceremeyince kafamda sürdürmeye devam ettim.
Kara Kanatlı Gezgin'i pazar günü yayınlıyorum. Nedeni hakkında bir fikrim yok, aslında ilk bölüm yayınlamadan birkaç gün önce bitmişti. Sadece öyle olsun istedim.
Telefonu değiştirdim, kurcalarken ne zaman yazdığımı bilmediğim bir şiire denk geldim. Telefonda şiir yazdığımı bile bilmiyordum, sadece bilgisayardaki ve kağıt üstündekileri hatırlıyorum. Tam olarak neden bahsettiğimi anlayamadım yalnız; belli ki hüzünlüymüşüm onu yazdığım sırada ama konu neydi acep? Başlık maşlık da yok. Acaba onu bir hikayenin, romanın vs. içinde kullanmak için mi yazdım? Bir de neden orada olduğunu çözemediğim bir kelime var, otomatik düzeltmenin hışmına uğramışım muhtemelen. Onun orijinali o kelimeyse çünkü ben Türkçe bilmiyorum demektir. (Bu cümleden sonra gerçekten öyle de olabilir, evet)
Komi-san diye manga okuyorum da, aklıma takılan bir şey var: Haftalık olarak çevirip atıyorlar. Şimdi, manga zaten genel olarak haftalık çıkan bir şey, "Ne var bunda?" diyebilirsiniz. Şu var: En son atılan Türkçe bölüm 75, en son atılan İngilizce bölüm 238. Güncelde değilsiniz ki, şunu fırsat buldukça çevirip yayınlasanıza? Haftalık yayınlamak zorunda değilsiniz? Gidip İngilizce okuyacağım ama o da hiç zevk vermiyor ki. Tek tesellim Noxsubs'un çevirmesi, şimdiye kadar herhangi bir mangayı yarım bıraktıklarını görmedim, yani üç yüz yıl sonra da olsa muhakkak güncele yetişecekler.
9 Şubat 2020 Pazar
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 3
Evren MVB7, Savaş Bandı, Sarranid Sultanlığı/Shariz
"Çok sıcak." Vria şimdi bir çöl şehrinin pazarındaydı, etrafta atçı, silahçı, zırhçı ve erzakçı vardı. Bir lord silahçıyla bir yay hakkında pazarlık ediyordu. "Tamam, doğru yerdeyim ama... Galiba kafam biraz karışıktı, neden çölün ortasındayım? Veluca'ya gitmek istiyordum." Vria büyüsünü gereğinden fazla ve rastgele kullanmıştı ve şimdi de evren olarak doğru yere gitse bile konumu tam olarak tutturamıyordu. "Belki bir süre burada kalıp bir şeyler yapmalıyım. Eminim bir yerlerde bir akrabası fidyeciler tarafından kaçırılmış bir tüccar vardır. Ah, zeytinyağı ve ekmek yemek istiyordum..." Sonunda boş verip bir hana (şehirdeki tek hana, Kalradya şehirlerinde daima tek han olurdu) girdi, kapının önünde sıra sıra dizilmiş, kıyafetlerinden tüccar olduğu belli olan kişiler vardı. Hepsi önlerine gelenlere "Kardeşim kaçırıldı, lütfen yardım edin..." deyip duruyordu. Vria birine yöneldi, "Kardeşini kim kaçırdı?" Ah, dedi tüccar, "Ona gece dışarı çıkmamasını söyledim ama..." A123'tekiler ne kadar şanslı, diye düşündü Vria, tüccar hâlâ konuşurken, "Bu tiplerin konuşmalarını direkt geçebiliyorlar. Lanet bilgisayar teknolojileri ve öykü düşkünlerinin neden olduğu şu şeylere bak." Tamam, tamam, formaliteyi çabuk geçelim, dedi Vria sabırsızca, "Beş adam toplayıp fidyecilerin sığınağına saldıracak ve kardeşini kurtaracağım ama hiç param yok." Ah, tamam, dedi tüccar ve bir kese çıkarıp verdi: "İşte, 300 dinar." Yeterli değil, dedi Vria, pazarlık etmeye karar vermişti. "Şansınıza küsün A123'lüler, bunlar NPC değil." Sonunda tüccardan 560 dinar koparmayı başardı, "Şimdi..." diye düşündü, "Gerçekten adam toplamalı mıyım? Tek başıma olsam bile onları yenebilirim... Büyü kullanabiliyorum, bu evrenin 'hile'lerini de kullanabilmeliyim." Vria önce bir at almaya karar verdi. "300 dinar? Atlar niye her yerde, her zaman bu kadar pahalı?" At tüccarı Vria'nın neden bahsettiğini anlayamıyordu, anlaması da gerekmiyordu. Vria bir yandan da tüccarın verdiği 300 dinar hakkında pazarlık yaptığı için mutlu olmuştu, dışarıdan Mona Lisa gibi görünüyor olsa gerekti. Sonunda Vria, sakat bir atı pazarlıkla ucuza aldıktan sonra en yakın köye doğru yola çıktı. "O köyden 5 adam alabilirsem iyi olur" diye söylendi, "Belki de 000-B'de dinlenmeliydim." Bütün evrenlerin çıkış noktası A123 olmasına rağmen bütün evrenlerin yegane kesişim noktası 000-B'ydi, normalde evrenler arasında direkt seyahat yapılamazdı, belli bir sıralamayla gitmek gerekirdi ama Vria gibi tecrübeli valkürler 000-B'yi evren çemberinin tamponu olarak kullanıp aradaki evrenlere uğramadan ya da 000-B'ye girmeden başka evrenlere giderdi. 000-B'de temel olarak hiçbir şey yoktu, sadece bir zemin, valkürlerin nefes alabilmesini sağlayan bir çeşit gaz ve evrenlere giriş için kapılar. Yine de büyüsü karışan bir valkür için 000-B en iyi oteldi. Nihayet köye gelen Vria, meydanda at üstünde bağırdı: "Benimle kılıç çarpıştırmak isteyen var mı? On dinar vaat ediyorum!" Nihayet, üç hevesli genç çekincenge öne çıktı. Vria vaat ettiği on dinarı verdikten sonra bir gece köyde kaldı, sonra diğer en yakın köye gitmeye hazırlandı... "Bir dakika." Aklına bir şey gelmişti. "Bir gece uyudum, büyüm kendini toparlamış olmalı. Fidyeci sığınağına saldırabilecek bir sürü kişi var zaten." Vria evren çemberini açtı ve adımını attı, tanıdık bir yerin tanıdık olmayan bir kopyasına gidiyordu.
"Çok sıcak." Vria şimdi bir çöl şehrinin pazarındaydı, etrafta atçı, silahçı, zırhçı ve erzakçı vardı. Bir lord silahçıyla bir yay hakkında pazarlık ediyordu. "Tamam, doğru yerdeyim ama... Galiba kafam biraz karışıktı, neden çölün ortasındayım? Veluca'ya gitmek istiyordum." Vria büyüsünü gereğinden fazla ve rastgele kullanmıştı ve şimdi de evren olarak doğru yere gitse bile konumu tam olarak tutturamıyordu. "Belki bir süre burada kalıp bir şeyler yapmalıyım. Eminim bir yerlerde bir akrabası fidyeciler tarafından kaçırılmış bir tüccar vardır. Ah, zeytinyağı ve ekmek yemek istiyordum..." Sonunda boş verip bir hana (şehirdeki tek hana, Kalradya şehirlerinde daima tek han olurdu) girdi, kapının önünde sıra sıra dizilmiş, kıyafetlerinden tüccar olduğu belli olan kişiler vardı. Hepsi önlerine gelenlere "Kardeşim kaçırıldı, lütfen yardım edin..." deyip duruyordu. Vria birine yöneldi, "Kardeşini kim kaçırdı?" Ah, dedi tüccar, "Ona gece dışarı çıkmamasını söyledim ama..." A123'tekiler ne kadar şanslı, diye düşündü Vria, tüccar hâlâ konuşurken, "Bu tiplerin konuşmalarını direkt geçebiliyorlar. Lanet bilgisayar teknolojileri ve öykü düşkünlerinin neden olduğu şu şeylere bak." Tamam, tamam, formaliteyi çabuk geçelim, dedi Vria sabırsızca, "Beş adam toplayıp fidyecilerin sığınağına saldıracak ve kardeşini kurtaracağım ama hiç param yok." Ah, tamam, dedi tüccar ve bir kese çıkarıp verdi: "İşte, 300 dinar." Yeterli değil, dedi Vria, pazarlık etmeye karar vermişti. "Şansınıza küsün A123'lüler, bunlar NPC değil." Sonunda tüccardan 560 dinar koparmayı başardı, "Şimdi..." diye düşündü, "Gerçekten adam toplamalı mıyım? Tek başıma olsam bile onları yenebilirim... Büyü kullanabiliyorum, bu evrenin 'hile'lerini de kullanabilmeliyim." Vria önce bir at almaya karar verdi. "300 dinar? Atlar niye her yerde, her zaman bu kadar pahalı?" At tüccarı Vria'nın neden bahsettiğini anlayamıyordu, anlaması da gerekmiyordu. Vria bir yandan da tüccarın verdiği 300 dinar hakkında pazarlık yaptığı için mutlu olmuştu, dışarıdan Mona Lisa gibi görünüyor olsa gerekti. Sonunda Vria, sakat bir atı pazarlıkla ucuza aldıktan sonra en yakın köye doğru yola çıktı. "O köyden 5 adam alabilirsem iyi olur" diye söylendi, "Belki de 000-B'de dinlenmeliydim." Bütün evrenlerin çıkış noktası A123 olmasına rağmen bütün evrenlerin yegane kesişim noktası 000-B'ydi, normalde evrenler arasında direkt seyahat yapılamazdı, belli bir sıralamayla gitmek gerekirdi ama Vria gibi tecrübeli valkürler 000-B'yi evren çemberinin tamponu olarak kullanıp aradaki evrenlere uğramadan ya da 000-B'ye girmeden başka evrenlere giderdi. 000-B'de temel olarak hiçbir şey yoktu, sadece bir zemin, valkürlerin nefes alabilmesini sağlayan bir çeşit gaz ve evrenlere giriş için kapılar. Yine de büyüsü karışan bir valkür için 000-B en iyi oteldi. Nihayet köye gelen Vria, meydanda at üstünde bağırdı: "Benimle kılıç çarpıştırmak isteyen var mı? On dinar vaat ediyorum!" Nihayet, üç hevesli genç çekincenge öne çıktı. Vria vaat ettiği on dinarı verdikten sonra bir gece köyde kaldı, sonra diğer en yakın köye gitmeye hazırlandı... "Bir dakika." Aklına bir şey gelmişti. "Bir gece uyudum, büyüm kendini toparlamış olmalı. Fidyeci sığınağına saldırabilecek bir sürü kişi var zaten." Vria evren çemberini açtı ve adımını attı, tanıdık bir yerin tanıdık olmayan bir kopyasına gidiyordu.
6 Şubat 2020 Perşembe
Blogun Eski Adına Uygun Bir Yazı Oldu
Tamam, bahsedeceğim pek bir şey yok. Majutsu no Index'i izlemek istiyorum, konusu epey ilgi çekici ama ilk sezon acayip sıkıcıydı. Gerçi bunu herkes kabul ediyor ve önerirken peşin peşin belirtiyor.
OPM'nin Saitama'sını yenebilecek karakterler sıralı tam liste yapasım var yeminle, arkadaş Saitama yaklaşmadan bir halt yapamaz. Komedi serisi lan ayrıca bu, fazla abartmıyor musunuz? Kanser fanlığın bir sınırı olur. Kendi serisinde herkese tek atan tek karakter Saitama değil ayrıca, Tomo ni Isekai Smartphone'un ana karakterinin yüksek yerlerden torpili var, Kenja no Mago'nun (animesi iğrençtir bu arada, mangada ne kadar önemli ya da komedisi yüksek sahne varsa kesmişlerdir, mangada komedi dozu yüksek, harem esintili bir şeyken animesi dandik bir isekai harem haline gelmiştir) ana karakteri kendi evreninin sınırlarına meydan okuyor. Şimdilik ilk aklıma gelen birkaç tanesini yazıp geçeceğim, daha bahsedeceğim başka şeyler var.
Yagami Light (Death Note): Adını ve yüzünü bilmesi yeter, deftere yazdı mı orada olmasına bile gerek yok.
Eucliwood Hellschyte (Kore wa Zombie Desu Ka): Ölümsüz bir kişiyi "öl" diyerek öldürebilen ve üstüne sonra bir de tekrar diriltebilen biri kendisi.
Rimuru Tempest: Rimuru kendi novel'inde defalarca yenildi, bak yenildi diyorum. Kendi serisinde ondan güçlüler var yani. Rimuru'ya yumruk falan işlemiyor zaten kendisi balçık olduğu için, rakibini sarıp eriterek özümseyebiliyor.
Suzumiya Haruhi (The Melancholy of Haruhi Suzumiya): Sadece isteyerek her şeyi yapabilen bir varlık. Güvercinlerin türlerini sırf film çekimi için değiştirebiliyor. Bu şu demek: Eğer ölmenizi isterse, gerçekten isterse, ölürsünüz. Bu kadar basit. Ha bu arada kendi serisinde bunun güçlerini sıfırlayabilen bir karakter de var.
Pet'teki Eziciler: Kişinin bilincini mahvederek onu delirtebilen, intihar ettirebilen ve daha başka şeyler yapabilen/yaptırabilen karakterler. Bir tane de yok bunlardan, Pet'i yarım bıraktım (zaten güncel seri, çok istersem döner kaldığım yerden izlerim) ama benim izlediğim yere kadar üç tane gördük. Seri zaten bunlara odaklanıyor, o yüzden daha fazlasını görmemiz olası.
İlk anda aklıma gelenler bunlar, aklıma gelmeyen (veya benim izlemediğim serilerde) vardır daha fazlası kesin. Bu arada dikkat ederseniz yukarıdakilerden hiçbiri fiziksel güç kullanmıyor (belki Rimuru'yu öyle sınıflayabiliriz) yumruk yumruğa kavgada yenilmeyeceğini kabul ediyorum zaten; ama her karakter yumruk yumruğa kavga etmez. Bu arada kılıç, tabanca vs. kullananları da eklemedim malum "kılıç ısırma" sahnesi nedeniyle. Hatta şu SAO ile Tate no Yuusha'nın karışımı (blogda da yazdığım) yeni animenin ana karakteri Maple'ı da ekleyecektim çünkü ilk bölümde hasar falan almıyordu ve büyü benzeri Hydra saldırısı var ama sonradan adminler müdahale etti ona, hasar alıyor şu an o yüzden yenilebilir. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Saitama fiziksel olarak güçlü, evet, fiziksel bir karşılaşmada yenilmesi çok mümkün değil ama büyü, zihinsel güç gibi şeyler kullanan bu yukarıdaki karakterlere karşı herhangi bir şansı yok. Bu arada dikkatinizi çekerim, yukarıda yazdığım karakterlerin tamamı kendi serisinde en az bir kere yenildi (Pet'tekileri bilmiyorum, diğerleri), yani Saitama gibi "kendi serisinde yenilmez" durumları da yok kendilerinin.
Yabancı kanallar var ama Türkiye'de pek "hayatta kalma" temalı Youtube kanalı yok. Aslında bir tane açabilirim ama izinler, ekipman, diğer şeyler falan derken uğraşamam onla dedim. Bir yandan çekip bir yandan da bir şeyler yapmaya çalışamam. Bir de uzun zaman uğraşmak falan gerekiyor, mekan bul, hazırlıkları yap falan filan... Bu izin işi yurtdışında daha mı kolay ki acaba, bizde bir sürü izin almak gerekiyor. Kalmak için ayrı, inşa etmek için ayrı (Serdar Kılıç gibi dağ evi inşa etmeyeceğim tabii ki de dal ve çamurdan barınak için de izin gerekiyordur muhtemelen), avcılık için ayrı (tamam, bu o kadar önemli değil. Geyik, kurt falan avlayacak halimiz yok sonuçta; en fazla balık, kertenkele, kuş. Ki avlanmadan da yaşamak mümkün, Türkiye coğrafyasında hayatta kalmaya çalışıyorsanız epey zor -çünkü patates, ekmek ağacı gibi yüksek karbonhidratlı yumrulara/meyvelere sahip bitkiler doğal olarak yetişmiyor; basit meyve ve otlar var. En iyi şansınız yabani havuç ve nohut. Bir de yabani buğdaygiller ve pirinç kesiği -rice cutgrass- var ama onları da toplayacaksın da kurutacaksın da oho... Bolca mantar var ama mantar için hem mevsimi olması hem mantardan anlamak hem de coğrafyayı tanımak gerekiyor- ama mümkün. Bir diğer seçenek de yanınıza kurutulmuş et, konserve gibi şeyler almanız ama bana göre o da işi "hayatta kalma" olayından çıkarıyor) izinler gerekiyor. Aslında müşterileri için bunların hepsine izin veren bir kamp alanı olsa... Çok geçmeden batardı. (İtiraf edin bu şekilde bitirmemi beklemiyordunuz) Yine de olsa güzel olurdu.
Bu arada blogun eski adına ne kadar uygun bir yazı oldu lan bu, en son akvaryumlar hakkında da zırvalayıp yayınlasam mı acep bunu?
Bazı akvaryum balıklarının Türkiye sularında olmasını isterdim (ama tabii ki gidip bir yerlere bunları salmayacağım. Eğer bir şekilde kendime ait göletim olursa -Oha!- gerekli deneyleri yapıp doğal duruma yerel türlere zararları olmayacaksa salardım gerçi. Gambusya hikayesini tekrarlattırmayın bana!) Mesela makrakanta ilk aklıma gelen, gerçi bizde de Barbatula barbatula, Ankara çamur balığı, dere kayabalığı (Gobio gobio) falan var. Bence bunların süslü akvaryum balıklarından -özellikle makrakantatan- eksiği yok. Gerçi ben sazan akvaryumu kurmayı düşünen bir insanım, çok takmayın benim bu konudaki düşüncelerimi. Sonra beta. Betta splendens. Siyam kavgacısı. Bizim sularımızda epey güzel balıklar var: mesela kızılkanat, kırmızı noktalı alabalık, turna balığı (Esox lucius), Aphanius mento, hatta her ne kadar istilacı da olsa Japonbalığı (Bu arada Japonbalığı bulunduğu bütün sularda istilacıdır çünkü insan üretimidir, yabanisi olan bayağı havuz balığı -Carassius carassius- da bizim sularımızda yaşıyor gerçi ve o da güzel bir balık)... Ama kabul edelim, beta ayarında bir tatlısu balığımız yok. Sıradaki bir balık değil aslında: Ateş karidesi. Neocaridina heteropoda. Bu arkadaşın doğada tam olarak nerede yaşadığı ve doğal renginin kahverengi mi saydam mı yoksa kırmızı mı olduğu tartışılıyordu ben akvaryum forumlarını aktif takip ediyorken. Tabii saydam diyen pek yoktu, daha çok doğada kahverengi olduğuna inanılıyordu ama doğada da kırmızı olduğunu düşünenler de vardı. Şimdilik bu kadar, bu arada yazı yeterince uzamadı. Aklıma bir şey gelince sonra yazarım.
Kara Kanatlı Gezgin'i nihayet tamamen yazıp bitirdim ama hızımı alamadım. MC00'ı biraz daha deşmek istiyorum, aklıma çok güzel bazı şeyler geldi ve Kızıl Evren'den daha fazla şey göstermek istiyorum. Kızıl Evren'in bir sürü yaratığı ve farklı büyüleri var. SK-2C zaten blogda da bahsettiğim bir türlü bitiremediğim -ama sonunu yazmayı başardığım- Sahte Kahramanlar'ın evreni, ezkaza o kitabı bitirip yayınlamayı başarırsam blogdan duyururum, o evreni iyice anlarsınız zaten. Bölümlere isim koyacağım bir de. Aslında bölümler için özel birkaç çizim de koymak istiyorum ama çok emin olamadım. MC00'ı temel alacak bir yan seri fikri aklımda, okuyup okunmaması o kadar önemli değil. Yazdıklarımın okunup okunmamasını dert etseydim uzun zaman önce yazmayı bırakırdım. Ben sadece kafamı biraz rahatlatabilmek için yazıyorum. Aslında bütün hobilerim bununla alakalı, şey, genel olarak hobinin tanımı zaten bu değil mi? Neyse, yan seri neredeyse tamamen MC00'da geçecek çünkü karakter orada yaşıyor, ne kadar uzar ya da ne kadar derinleşir şimdilik bilemiyorum. Serinin adı Kara Kanatlı Madenci. Üzerine acayip düşünülmüş bir isim değil mi, hani Mine-maden, miner... (Bir de utanmadan açıklama yapıyor.) Kara Kanatlı Madenci'nin tek atımlık (Ne ulan one-shot'un çevirisi? Tek atımlık işte. One-shot. Tek şat belki?) olmasına karar verdim.
Bu üstteki paragrafı Kara Kanatlı Gezgin'in tüm bölümlerinin listesinin başına koymuştum ama Kara Kanatlı Madenci'yi de yazmayı bitirdim. Kızıl Evren'den bir şey göstermedim gerçi, tamamen MC00'a ait oldu.
Kanal adını falan hatırlamıyorum, bir video gördüm. Avustralyalı bir Youtube kanalı Türkiye'de gezip yerel yemekleri tatmışlar. Videoda şey diyor: "Üç hafta kaldık, eğer gözden kaçırdığımız, tadamadığımız yemek varsa yazın." Değil üç hafta, seksen yıl Türkiye'deki tüm yemekleri denemeye yetmez. Restoranlarda vs. yapılmayan, sadece tek köyde bilinen yemekler var mesela. Ya da aynı yemeği farklı şehirlerde (hatta aynı şehrin farklı ilçelerinde) çok farklı yapabiliyorlar, haliyle iki versiyonu oluyor. Aslında çoğu zaman ikiden de fazla versiyonu oluyor. Mesela örnek olarak Türkiye genelinde ünlü olan birkaç köfte (İnegöl, Tekirdağ, Akçaabat, İzmir vs.) var ama Türkiye'de her şehrin kendine ait köftesi var. Ya da tarhana çorbası bırak şehri, aile bazında farklılaşan bir yemek.
OPM'nin Saitama'sını yenebilecek karakterler sıralı tam liste yapasım var yeminle, arkadaş Saitama yaklaşmadan bir halt yapamaz. Komedi serisi lan ayrıca bu, fazla abartmıyor musunuz? Kanser fanlığın bir sınırı olur. Kendi serisinde herkese tek atan tek karakter Saitama değil ayrıca, Tomo ni Isekai Smartphone'un ana karakterinin yüksek yerlerden torpili var, Kenja no Mago'nun (animesi iğrençtir bu arada, mangada ne kadar önemli ya da komedisi yüksek sahne varsa kesmişlerdir, mangada komedi dozu yüksek, harem esintili bir şeyken animesi dandik bir isekai harem haline gelmiştir) ana karakteri kendi evreninin sınırlarına meydan okuyor. Şimdilik ilk aklıma gelen birkaç tanesini yazıp geçeceğim, daha bahsedeceğim başka şeyler var.
Yagami Light (Death Note): Adını ve yüzünü bilmesi yeter, deftere yazdı mı orada olmasına bile gerek yok.
Eucliwood Hellschyte (Kore wa Zombie Desu Ka): Ölümsüz bir kişiyi "öl" diyerek öldürebilen ve üstüne sonra bir de tekrar diriltebilen biri kendisi.
Rimuru Tempest: Rimuru kendi novel'inde defalarca yenildi, bak yenildi diyorum. Kendi serisinde ondan güçlüler var yani. Rimuru'ya yumruk falan işlemiyor zaten kendisi balçık olduğu için, rakibini sarıp eriterek özümseyebiliyor.
Suzumiya Haruhi (The Melancholy of Haruhi Suzumiya): Sadece isteyerek her şeyi yapabilen bir varlık. Güvercinlerin türlerini sırf film çekimi için değiştirebiliyor. Bu şu demek: Eğer ölmenizi isterse, gerçekten isterse, ölürsünüz. Bu kadar basit. Ha bu arada kendi serisinde bunun güçlerini sıfırlayabilen bir karakter de var.
Pet'teki Eziciler: Kişinin bilincini mahvederek onu delirtebilen, intihar ettirebilen ve daha başka şeyler yapabilen/yaptırabilen karakterler. Bir tane de yok bunlardan, Pet'i yarım bıraktım (zaten güncel seri, çok istersem döner kaldığım yerden izlerim) ama benim izlediğim yere kadar üç tane gördük. Seri zaten bunlara odaklanıyor, o yüzden daha fazlasını görmemiz olası.
İlk anda aklıma gelenler bunlar, aklıma gelmeyen (veya benim izlemediğim serilerde) vardır daha fazlası kesin. Bu arada dikkat ederseniz yukarıdakilerden hiçbiri fiziksel güç kullanmıyor (belki Rimuru'yu öyle sınıflayabiliriz) yumruk yumruğa kavgada yenilmeyeceğini kabul ediyorum zaten; ama her karakter yumruk yumruğa kavga etmez. Bu arada kılıç, tabanca vs. kullananları da eklemedim malum "kılıç ısırma" sahnesi nedeniyle. Hatta şu SAO ile Tate no Yuusha'nın karışımı (blogda da yazdığım) yeni animenin ana karakteri Maple'ı da ekleyecektim çünkü ilk bölümde hasar falan almıyordu ve büyü benzeri Hydra saldırısı var ama sonradan adminler müdahale etti ona, hasar alıyor şu an o yüzden yenilebilir. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Saitama fiziksel olarak güçlü, evet, fiziksel bir karşılaşmada yenilmesi çok mümkün değil ama büyü, zihinsel güç gibi şeyler kullanan bu yukarıdaki karakterlere karşı herhangi bir şansı yok. Bu arada dikkatinizi çekerim, yukarıda yazdığım karakterlerin tamamı kendi serisinde en az bir kere yenildi (Pet'tekileri bilmiyorum, diğerleri), yani Saitama gibi "kendi serisinde yenilmez" durumları da yok kendilerinin.
Yabancı kanallar var ama Türkiye'de pek "hayatta kalma" temalı Youtube kanalı yok. Aslında bir tane açabilirim ama izinler, ekipman, diğer şeyler falan derken uğraşamam onla dedim. Bir yandan çekip bir yandan da bir şeyler yapmaya çalışamam. Bir de uzun zaman uğraşmak falan gerekiyor, mekan bul, hazırlıkları yap falan filan... Bu izin işi yurtdışında daha mı kolay ki acaba, bizde bir sürü izin almak gerekiyor. Kalmak için ayrı, inşa etmek için ayrı (Serdar Kılıç gibi dağ evi inşa etmeyeceğim tabii ki de dal ve çamurdan barınak için de izin gerekiyordur muhtemelen), avcılık için ayrı (tamam, bu o kadar önemli değil. Geyik, kurt falan avlayacak halimiz yok sonuçta; en fazla balık, kertenkele, kuş. Ki avlanmadan da yaşamak mümkün, Türkiye coğrafyasında hayatta kalmaya çalışıyorsanız epey zor -çünkü patates, ekmek ağacı gibi yüksek karbonhidratlı yumrulara/meyvelere sahip bitkiler doğal olarak yetişmiyor; basit meyve ve otlar var. En iyi şansınız yabani havuç ve nohut. Bir de yabani buğdaygiller ve pirinç kesiği -rice cutgrass- var ama onları da toplayacaksın da kurutacaksın da oho... Bolca mantar var ama mantar için hem mevsimi olması hem mantardan anlamak hem de coğrafyayı tanımak gerekiyor- ama mümkün. Bir diğer seçenek de yanınıza kurutulmuş et, konserve gibi şeyler almanız ama bana göre o da işi "hayatta kalma" olayından çıkarıyor) izinler gerekiyor. Aslında müşterileri için bunların hepsine izin veren bir kamp alanı olsa... Çok geçmeden batardı. (İtiraf edin bu şekilde bitirmemi beklemiyordunuz) Yine de olsa güzel olurdu.
Bu arada blogun eski adına ne kadar uygun bir yazı oldu lan bu, en son akvaryumlar hakkında da zırvalayıp yayınlasam mı acep bunu?
Bazı akvaryum balıklarının Türkiye sularında olmasını isterdim (ama tabii ki gidip bir yerlere bunları salmayacağım. Eğer bir şekilde kendime ait göletim olursa -Oha!- gerekli deneyleri yapıp doğal duruma yerel türlere zararları olmayacaksa salardım gerçi. Gambusya hikayesini tekrarlattırmayın bana!) Mesela makrakanta ilk aklıma gelen, gerçi bizde de Barbatula barbatula, Ankara çamur balığı, dere kayabalığı (Gobio gobio) falan var. Bence bunların süslü akvaryum balıklarından -özellikle makrakantatan- eksiği yok. Gerçi ben sazan akvaryumu kurmayı düşünen bir insanım, çok takmayın benim bu konudaki düşüncelerimi. Sonra beta. Betta splendens. Siyam kavgacısı. Bizim sularımızda epey güzel balıklar var: mesela kızılkanat, kırmızı noktalı alabalık, turna balığı (Esox lucius), Aphanius mento, hatta her ne kadar istilacı da olsa Japonbalığı (Bu arada Japonbalığı bulunduğu bütün sularda istilacıdır çünkü insan üretimidir, yabanisi olan bayağı havuz balığı -Carassius carassius- da bizim sularımızda yaşıyor gerçi ve o da güzel bir balık)... Ama kabul edelim, beta ayarında bir tatlısu balığımız yok. Sıradaki bir balık değil aslında: Ateş karidesi. Neocaridina heteropoda. Bu arkadaşın doğada tam olarak nerede yaşadığı ve doğal renginin kahverengi mi saydam mı yoksa kırmızı mı olduğu tartışılıyordu ben akvaryum forumlarını aktif takip ediyorken. Tabii saydam diyen pek yoktu, daha çok doğada kahverengi olduğuna inanılıyordu ama doğada da kırmızı olduğunu düşünenler de vardı. Şimdilik bu kadar, bu arada yazı yeterince uzamadı. Aklıma bir şey gelince sonra yazarım.
Kara Kanatlı Gezgin'i nihayet tamamen yazıp bitirdim ama hızımı alamadım. MC00'ı biraz daha deşmek istiyorum, aklıma çok güzel bazı şeyler geldi ve Kızıl Evren'den daha fazla şey göstermek istiyorum. Kızıl Evren'in bir sürü yaratığı ve farklı büyüleri var. SK-2C zaten blogda da bahsettiğim bir türlü bitiremediğim -ama sonunu yazmayı başardığım- Sahte Kahramanlar'ın evreni, ezkaza o kitabı bitirip yayınlamayı başarırsam blogdan duyururum, o evreni iyice anlarsınız zaten. Bölümlere isim koyacağım bir de. Aslında bölümler için özel birkaç çizim de koymak istiyorum ama çok emin olamadım. MC00'ı temel alacak bir yan seri fikri aklımda, okuyup okunmaması o kadar önemli değil. Yazdıklarımın okunup okunmamasını dert etseydim uzun zaman önce yazmayı bırakırdım. Ben sadece kafamı biraz rahatlatabilmek için yazıyorum. Aslında bütün hobilerim bununla alakalı, şey, genel olarak hobinin tanımı zaten bu değil mi? Neyse, yan seri neredeyse tamamen MC00'da geçecek çünkü karakter orada yaşıyor, ne kadar uzar ya da ne kadar derinleşir şimdilik bilemiyorum. Serinin adı Kara Kanatlı Madenci. Üzerine acayip düşünülmüş bir isim değil mi, hani Mine-maden, miner... (Bir de utanmadan açıklama yapıyor.) Kara Kanatlı Madenci'nin tek atımlık (Ne ulan one-shot'un çevirisi? Tek atımlık işte. One-shot. Tek şat belki?) olmasına karar verdim.
Bu üstteki paragrafı Kara Kanatlı Gezgin'in tüm bölümlerinin listesinin başına koymuştum ama Kara Kanatlı Madenci'yi de yazmayı bitirdim. Kızıl Evren'den bir şey göstermedim gerçi, tamamen MC00'a ait oldu.
Kanal adını falan hatırlamıyorum, bir video gördüm. Avustralyalı bir Youtube kanalı Türkiye'de gezip yerel yemekleri tatmışlar. Videoda şey diyor: "Üç hafta kaldık, eğer gözden kaçırdığımız, tadamadığımız yemek varsa yazın." Değil üç hafta, seksen yıl Türkiye'deki tüm yemekleri denemeye yetmez. Restoranlarda vs. yapılmayan, sadece tek köyde bilinen yemekler var mesela. Ya da aynı yemeği farklı şehirlerde (hatta aynı şehrin farklı ilçelerinde) çok farklı yapabiliyorlar, haliyle iki versiyonu oluyor. Aslında çoğu zaman ikiden de fazla versiyonu oluyor. Mesela örnek olarak Türkiye genelinde ünlü olan birkaç köfte (İnegöl, Tekirdağ, Akçaabat, İzmir vs.) var ama Türkiye'de her şehrin kendine ait köftesi var. Ya da tarhana çorbası bırak şehri, aile bazında farklılaşan bir yemek.
3 Şubat 2020 Pazartesi
Bir Sürü Saçma Sapan Şey
Tamam, hâlâ dünyada bana uygun bir yer olmadığını düşünüyorum ve o yeri kurabileceğime inancım da pek yok ama kötü ruh halim geçti. Sonuçta, onun için mücadele edeceğim. "Ormanın ortasındaki ahşap evde bana uygun bir dünya oluşturabilirim.", "Eğer emir verecek konumda olursam kendime uygun bir yer inşa edebilirim." Saçmalığa bak, neyse; hayatla boğuşmaya devam edeceğim. Eh, muhtemelen kazanamayacağım ama bir sinir anında göğsüme (ya da başka birine) bıçak sokmazsam kendimi iyi mücadele etmiş sayacağım.
İstanbul'dayım, Sushico'ya gittik (bu sefer elebaşı ben değildim, kuzenimdi; hatta o söyleyene kadar aklımda öyle bir şey yoktu bile.) Şubeler arasında bariz kalite farkı var, bu şube kaliteliydi. Dokuz kişiydik, yediklerimiz: bir suşi seti ve bir Beijing kaoya (Pekin ördeği). Ne olduğunu hatırlayamayıp pirinç lavaşına istiridye sosu basmasaydım iyiydi tabii. Surimi'ler zamanında aldığım bir surimiden bariz daha iyiydi. Nori hatırladığım kadar sıkıntılı bir şey değilmiş, gayet gidiyor. Kappamaki bayağı iyiydi, genel olarak vejetaryen suşileri seviyorum sanırım (Tamago nigiriyi de sevmiştim). Wakame salatası vardı, wakame bazen "tatlı yosun" diye çevrilir, bazen de "tatlı bir yosun" diye tanımlanır. Tadına baktım, gerçekten bildiğin tatlı bir tadı var. Susam yağıyla yapmışlar (Yani, doğal olarak. Neticede Uzakdoğu mutfağında zeytinyağı yok, sıvı yağ olarak hep susam yağı kullanıyorlar). Tabii Türkiye'deki Uzakdoğu restoranlarına gıcık olmamın sebebi olan Amerikan Asyalı menü (California roll sushi Japon yemeği değildir, adından da belli olduğu gibi Kaliforniya mutfağının parçasıdır; uramakilerin neredeyse tamamı Amerika çıkışlıdır zaten, o yüzden de çoğunun adı İngilizcedir) ve konsepte uygun olmayan mekan tasarımı elbette ki vardı. Menüye Bun eklemişler gerçi (Bir çeşit Tayvan ekmeği, menüde sandviç versiyonundaydı).
Her yerde depremler, internette türeyen Mesih'ler, Avustralya'da önce yangın sonra sel, korona virüsü derken ciddi ciddi kıyamet kopuyor galiba. Ben zaten şahsi olarak kıyamet veya en azından benzeri bir olayın yakın olduğunu düşünüyorum ama bu benim kendi düşüncem tabii. Yine de 2020'nin daha başında tüm dünyada felaketler oluyor, normal bir durum değil bu.
Bazı oyunları oynamak, bazılarını izlemek daha zevkli. Bana göre tabii, başkasının ne düşündüğünü bilemem. Örneğin Minecraft oynayınca bir yerden sonra bayıyor (hele bir de modsuz, senaryosuz, tek oyunculu hayatta kalma oynuyorsan) ama videoları eğlenceli oluyor. Plague Inc. oynaması zevkli bir oyun ama beş dakika izleyemedim. Ark: Survival'ı izlemek zevkli ama zorluktan ve tek oyunculu için tasarlanmadığından oynarken pek zevk aldığım söylenemez.
Bugün bayağı sıcak, dün de sıcaktı. Şubat ayında bu sıcaklık olmaması gereken bir şey, dünyayı kapatıp gitsek mi artık ne yapsak?
Eski yazdığım şeylere göz atmayı seviyorum, birçok farklı sebepten. Kendi karakter gelişimimi takip edebiliyorum (ister bir hikaye olsun ister bir peçete, insan yapımı her şey onu tasarlayan ve yapan kişilerden izler taşır), yaptığım hataları (kurgu ya da imla konusunda) ve katlettiğim cümleleri görüyorum. Bir de eski karakterlerim ve yeni karakterlerime bakıyorum, pek değişmemişler. Anakarakterlerim çoğunlukla benzer görünüyor zaten. Bilen bilir FRP'lerde yönelim mevzusu vardır, kuralcı iyi, nötral iyi, kaotik iyi, kuralcı nötr... diye gider. Bana göre gerçekte insanların tamamı, istisnasız tamamı kaotik nötral varlıklar. Buna uygun olarak yazdığım ve hayal ettiğim (aklıma gelen hikayelerin çeyreğini bile yazıya geçirmiyorum, büyük bölümünü kafamda sürdürüyorum, onları yazıya geçirebilecek kadar iyi bir yazar değilim ben) bütün karakterler de kaotik nötral.
Bir sürü fikirle doluyum. Hikaye fikirleri, oyun fikirleri, yemek fikirleri, farklı farklı fikirler... İşte o oyun fikirlerinden biri için kılıç tasarımı yapmaya çalıştım. Tamam, biraz daha geriden başlayalım. İnanılmaz derecede kılıç tasarımı yapmak istiyordum, o yüzden de buna uygun fikirler içinde dolanırken eski sayılabilecek bir oyun fikrimi bulup onun üzerine gittim. Sonuç: İstediğim, hayal ettiğim tasarımı yansıtamıyorum. Eh, hiçbir şeyde becerikli olmadığımı zaten biliyordum ama yine de hoş bir durum değil. Bu arada tasarımlar kendi başlarına fena değiller ama aklımdaki tasarım değiller. Gerçekten, hiçbir şey yapamazken hayatta kalabilmem mucize mi yoksa ceza mı bilmiyorum. Hiçbir şey derken sadece yazmak, çizmek gibi zaten sınırlı kişilerin yapabileceği şeyleri kastetmiyorum. Ayakkabımı bağlayamam, sakarımdır, odun kesemem, başka şeyler... Sadece bir sürü işe yaramaz fikir ve o fikirlerin çatışmasından doğan saçmalıklar var. Yine bu konuya geri döndük ha? Sonuçta fikirler de olmasa hiçten başka bir şey değilim. Ve farkındalık... Allah'ın belası farkındalık. Aklımdaki senaryo ve hikayeleri aynı zamanda yaşıyorum ama gerçek olmadıklarına dair farkındalığım da var ve bu beni üzüyor. Keşke o farkındalığa sahip olmasaydım, chuunibyou olmak eğlenceli olabilirdi. Sorunlar ya da diğer kişisel saçmalıklarla ilgili değil bu, dünyanın kendisiyle ilgili. Hiçbir şey yapamayan biri hayatta kalmamalı. Gerçekten, eğer dünyada bir iz bırakmayacaksam; şimdi ölmem ve seksen yıl sonra ölmem arasında ne fark var? Hiçbir şey yapamayan biri, dünyada herhangi bir iz bırakabilir mi zaten? "Bana uygun bir yer" Bu konu aslında, bir şeyler yapabileceğim, değiştirebileceğim bir yeri tasvir ediyor. Hiçbir şey yapamayan biri, oraya uygun değildir. Yine de... Emir verecek konum? Tam yetki? İstenen değişiklikleri yapmak? Bunlar orayı bana uygun yapmayacak. Tanımadığı kişilerle konuşmakta zorlanan biri emir verebilir mi? Elinden hiçbir iş gelmeyen biri, herhangi bir yerde bir herhangi bir değişiklik yapabilir mi? Bana uygun bir yer, demek... Öyle bir yer yok, bunu kabullendim. Yalnız öleceğimi kabullendiğim gibi. Asla başarılı biri olamayacağımı kabullendiğim gibi. Saçma bir düşünce gibi görünebilir, çok da önemli değildir belki. Çok daha ciddi sorunları olanlar var dünyada. Öte yandan benim zihnimi yiyenler bunlar, o yüzden de bunları önemsiyorum. Kronik bir melankoli, hep hep hep... Daima bu ruh halindeyim, dalgın ve önemsiz. Kaç kere "benden buraya kadar" dedim? Sonuçta, içi boş bir kabuk olarak yaşamak şu anki ruh halimden daha iyidir; yine de "benden buraya kadar" olmuyor. Her seferinde sarılacak bir şeyler buluyorum. Sonucunda da buraya geri varıyorum. Bu bir döngü, sonsuz bir saçmalık döngüsüne hapsolmuş gibiyim. Aklımı tamamen yitireceğim veya hayatımı başka bir yöne sokacağım bir travmaya ihtiyacım var, yoksa benden bir cacık olmayacak. Tamamen sıkıcı bir karakter gibiyim, hiç komik olmayan bir komedinin sıkıcı ana karakteri. Herkes kendi hikayesinin anakarakteridir, diğerleri sadece figüran ve kötülerdir. Ama onlar için de bu aynı. Bu ruh halinden sıyrılacağım, sonra yeniden bu ruh haline geleceğim, sıyrılacak, gelecek, sıyrılacak, gelecek ve nihayet bir gün öleceğim. Bakalım, sıyrılmak ve geri dönmek ne kadar sürecek?
Primitive survival diye Youtube kanalı var. Temel konsept ilkel yöntemlerle havuz yapma üzerine kurulu. Ev falan da yapıyorlar ama havuz mutlaka oluyor. Bir ekip bunlar, bazı videolarda tek kişi var, bazılarında iki, bazılarında üç falan. Hah, işte o ekip hakkında en merak ettiğim neden kanalın adını Primitive Pool değil de Primitive survival koyma fikrini ortaya attıkları ve bunun neden kabul gördüğü.
Aynı filmi, aynı diziyi defalarca izleyenlerden değilim. En sevdiklerimi bile sadece bir kez izlerim. Ha bir yerde karşıma çıkarsa izleme ihtimalim yüksektir ama özel olarak arayıp izlemem. En sevdiğim şeyler hakkında bir liste mi yapsam? Blogda durumum zaten "Susun deli konuşuyor. Konuş deli" şeklinde, yapıp yapmamam pek fazla kişiyi ilgilendirmiyor. Yapsam mı? "En sevdiğim X" Aslında bir Youtube kanalı açsam orada yapardım bunu. Youtube kanalı açmayı düşündüm ama neredeyse her şey yapıldı, yapılmayan (en azından benim görmediğim) birkaç şey var ama onlar da yüksek maliyetli işler. Sonuç olarak yine hiçbir işe yaramayan fikirler.
Vocaloid'ler aslında karakter değil ama şarkılar belli temaları sıkça içeriyor, yani adeta karakterleri oluşmuş durumda. Mesela Gumi "umutsuz aşık genç kız" formatında, bir sürü böyle şarkısı var. Tabii bazen diğer şarkılardaki karakterlerine çok uymayan şekillerde de karşımıza çıkabiliyorlar ama temel kişilikleri oluşmuş durumda ve buna pek dokunulmuyor.
En sevdiğim şeyler hakkında... Filmden mi başlayalım? Filmden başlayalım. En sevdiğim 5 film. Aslında birkaç farklı sebepten çok fazla film izlemedim, film kültürüm pek kuvvetli değildir yani. Matrix'i hâlâ izlemedim mesela (Ama izleyeceğim). Neyse, en sevdiğim 5 film diyordum. Birinci sırada kesinlikle Into the Wild var, bu net. Geri kalan dördünün biri diğerine üstün değil. Usual Suspects (Böyle mi yazılıyordu bu?), Korkusuz Korkak... Adam olana üç film çok bile, beş taneyle uğraşamam. Dizi... Dizi konusunda da aynı, pek izlemiyorum. Birinci sırada Leyla ile Mecnun var, ikinci Supernatural. Geri kalanı... Friends, The Big Bang Theory ve... Beşinciyi bulamadım. Animasyon. Bunu hem normal animasyon hem anime hem klasik Amerikan çizgifilmleri hem de Simpsons, Rick and Morty gibi yapımları kapsayacak şekilde kullanacağım. FMAB, Kayıp Balık Nemo (Nemo'nun bende yeri ayrı), Gravity Falls, Disenchantment ve Oregairu. En sevdiğim beş Youtube kanalı. Böyle tarzları çok diğerlerine yakın olmayan kanalları seviyorum, bir de komedi kanallarını: Hiç Komik Değil, Kalt, Kurcala falan. En sevdiğim beş şarkı. Evet, bunu seçmek bayağı zor. İlk ikisi belli, birinin diğerine üstünlüğü yok gerçi. İlk ikiden biri Çökertme türküsü, diğeri Gumi-Mane mane psychotropic (Neden hep yazımı zor kelimeler geliyor lan bugün?). Diğer üçü... Evet. Tamam, diğerlerinden daha çok sevdiğim şarkılar var ama beşe indirgemem zor. Üçüncüye karar verip geçiyorum. Üçüncü, üçüncü... Kagamine Rin-Aku no Hana? Değil. Toygar Işıklı-Sen Eşittir Ben? Pek sayılmaz. Ah, tamam buldum: Felaket'in Zeynep Bastık cover'ı. (Cover mı o? Yorum mu? Ne? Cover ile yorum arasında ne fark var ki zaten?) Hatta dördüncü de Drama Köprüsü, ona da karar verdim. Şimdi beşinciye gelirsek, o da Sen Eşittir Ben olsun. Bu kadar. Bunu da sırf yazmak istediğimden yazdım. Bu arada şarkı olayını uzatırsak altıncısı Grup Göktürkler-Gök Girsin Kızıl Çıksın. (Bunu yazmak istedim) Aha, kitap, az daha unutuyordum! En sevdiğim beş kitap. Evet, bu zor olacak. Özellikle okumak istediğim birçok eseri henüz okumamışken. ASOIAF, Kutlar: Göktanrı'nın Mührü, Tanrının Saati, Kardeşlik Savaşçıları ve Son Kuşlar. Aslında buraya Dede Korkut Hikayeleri'ni de yazabilirdim (Kardeşlik Savaşçıları'nın yerine) ama o daha ziyade derleme, tam anlamıyla bir kitap değil. Bir de sadece roman ve öykü kitaplarını aldım, şiirleri, bilgi kitaplarını falan almadım listeye. O zaman benden bu kadar, yazı yine sakız olmuş zaten. Ha ayrıca yazıya başlarken iyiydim, ortalarda saçma sapan döngüye geri girdim, sonlara doğru yine çıktım. Neyse, muhtemelen bir sonraki yazıda da saçmalığın izlerini görürsünüz.
İstanbul'dayım, Sushico'ya gittik (bu sefer elebaşı ben değildim, kuzenimdi; hatta o söyleyene kadar aklımda öyle bir şey yoktu bile.) Şubeler arasında bariz kalite farkı var, bu şube kaliteliydi. Dokuz kişiydik, yediklerimiz: bir suşi seti ve bir Beijing kaoya (Pekin ördeği). Ne olduğunu hatırlayamayıp pirinç lavaşına istiridye sosu basmasaydım iyiydi tabii. Surimi'ler zamanında aldığım bir surimiden bariz daha iyiydi. Nori hatırladığım kadar sıkıntılı bir şey değilmiş, gayet gidiyor. Kappamaki bayağı iyiydi, genel olarak vejetaryen suşileri seviyorum sanırım (Tamago nigiriyi de sevmiştim). Wakame salatası vardı, wakame bazen "tatlı yosun" diye çevrilir, bazen de "tatlı bir yosun" diye tanımlanır. Tadına baktım, gerçekten bildiğin tatlı bir tadı var. Susam yağıyla yapmışlar (Yani, doğal olarak. Neticede Uzakdoğu mutfağında zeytinyağı yok, sıvı yağ olarak hep susam yağı kullanıyorlar). Tabii Türkiye'deki Uzakdoğu restoranlarına gıcık olmamın sebebi olan Amerikan Asyalı menü (California roll sushi Japon yemeği değildir, adından da belli olduğu gibi Kaliforniya mutfağının parçasıdır; uramakilerin neredeyse tamamı Amerika çıkışlıdır zaten, o yüzden de çoğunun adı İngilizcedir) ve konsepte uygun olmayan mekan tasarımı elbette ki vardı. Menüye Bun eklemişler gerçi (Bir çeşit Tayvan ekmeği, menüde sandviç versiyonundaydı).
Her yerde depremler, internette türeyen Mesih'ler, Avustralya'da önce yangın sonra sel, korona virüsü derken ciddi ciddi kıyamet kopuyor galiba. Ben zaten şahsi olarak kıyamet veya en azından benzeri bir olayın yakın olduğunu düşünüyorum ama bu benim kendi düşüncem tabii. Yine de 2020'nin daha başında tüm dünyada felaketler oluyor, normal bir durum değil bu.
Bazı oyunları oynamak, bazılarını izlemek daha zevkli. Bana göre tabii, başkasının ne düşündüğünü bilemem. Örneğin Minecraft oynayınca bir yerden sonra bayıyor (hele bir de modsuz, senaryosuz, tek oyunculu hayatta kalma oynuyorsan) ama videoları eğlenceli oluyor. Plague Inc. oynaması zevkli bir oyun ama beş dakika izleyemedim. Ark: Survival'ı izlemek zevkli ama zorluktan ve tek oyunculu için tasarlanmadığından oynarken pek zevk aldığım söylenemez.
Bugün bayağı sıcak, dün de sıcaktı. Şubat ayında bu sıcaklık olmaması gereken bir şey, dünyayı kapatıp gitsek mi artık ne yapsak?
Eski yazdığım şeylere göz atmayı seviyorum, birçok farklı sebepten. Kendi karakter gelişimimi takip edebiliyorum (ister bir hikaye olsun ister bir peçete, insan yapımı her şey onu tasarlayan ve yapan kişilerden izler taşır), yaptığım hataları (kurgu ya da imla konusunda) ve katlettiğim cümleleri görüyorum. Bir de eski karakterlerim ve yeni karakterlerime bakıyorum, pek değişmemişler. Anakarakterlerim çoğunlukla benzer görünüyor zaten. Bilen bilir FRP'lerde yönelim mevzusu vardır, kuralcı iyi, nötral iyi, kaotik iyi, kuralcı nötr... diye gider. Bana göre gerçekte insanların tamamı, istisnasız tamamı kaotik nötral varlıklar. Buna uygun olarak yazdığım ve hayal ettiğim (aklıma gelen hikayelerin çeyreğini bile yazıya geçirmiyorum, büyük bölümünü kafamda sürdürüyorum, onları yazıya geçirebilecek kadar iyi bir yazar değilim ben) bütün karakterler de kaotik nötral.
Bir sürü fikirle doluyum. Hikaye fikirleri, oyun fikirleri, yemek fikirleri, farklı farklı fikirler... İşte o oyun fikirlerinden biri için kılıç tasarımı yapmaya çalıştım. Tamam, biraz daha geriden başlayalım. İnanılmaz derecede kılıç tasarımı yapmak istiyordum, o yüzden de buna uygun fikirler içinde dolanırken eski sayılabilecek bir oyun fikrimi bulup onun üzerine gittim. Sonuç: İstediğim, hayal ettiğim tasarımı yansıtamıyorum. Eh, hiçbir şeyde becerikli olmadığımı zaten biliyordum ama yine de hoş bir durum değil. Bu arada tasarımlar kendi başlarına fena değiller ama aklımdaki tasarım değiller. Gerçekten, hiçbir şey yapamazken hayatta kalabilmem mucize mi yoksa ceza mı bilmiyorum. Hiçbir şey derken sadece yazmak, çizmek gibi zaten sınırlı kişilerin yapabileceği şeyleri kastetmiyorum. Ayakkabımı bağlayamam, sakarımdır, odun kesemem, başka şeyler... Sadece bir sürü işe yaramaz fikir ve o fikirlerin çatışmasından doğan saçmalıklar var. Yine bu konuya geri döndük ha? Sonuçta fikirler de olmasa hiçten başka bir şey değilim. Ve farkındalık... Allah'ın belası farkındalık. Aklımdaki senaryo ve hikayeleri aynı zamanda yaşıyorum ama gerçek olmadıklarına dair farkındalığım da var ve bu beni üzüyor. Keşke o farkındalığa sahip olmasaydım, chuunibyou olmak eğlenceli olabilirdi. Sorunlar ya da diğer kişisel saçmalıklarla ilgili değil bu, dünyanın kendisiyle ilgili. Hiçbir şey yapamayan biri hayatta kalmamalı. Gerçekten, eğer dünyada bir iz bırakmayacaksam; şimdi ölmem ve seksen yıl sonra ölmem arasında ne fark var? Hiçbir şey yapamayan biri, dünyada herhangi bir iz bırakabilir mi zaten? "Bana uygun bir yer" Bu konu aslında, bir şeyler yapabileceğim, değiştirebileceğim bir yeri tasvir ediyor. Hiçbir şey yapamayan biri, oraya uygun değildir. Yine de... Emir verecek konum? Tam yetki? İstenen değişiklikleri yapmak? Bunlar orayı bana uygun yapmayacak. Tanımadığı kişilerle konuşmakta zorlanan biri emir verebilir mi? Elinden hiçbir iş gelmeyen biri, herhangi bir yerde bir herhangi bir değişiklik yapabilir mi? Bana uygun bir yer, demek... Öyle bir yer yok, bunu kabullendim. Yalnız öleceğimi kabullendiğim gibi. Asla başarılı biri olamayacağımı kabullendiğim gibi. Saçma bir düşünce gibi görünebilir, çok da önemli değildir belki. Çok daha ciddi sorunları olanlar var dünyada. Öte yandan benim zihnimi yiyenler bunlar, o yüzden de bunları önemsiyorum. Kronik bir melankoli, hep hep hep... Daima bu ruh halindeyim, dalgın ve önemsiz. Kaç kere "benden buraya kadar" dedim? Sonuçta, içi boş bir kabuk olarak yaşamak şu anki ruh halimden daha iyidir; yine de "benden buraya kadar" olmuyor. Her seferinde sarılacak bir şeyler buluyorum. Sonucunda da buraya geri varıyorum. Bu bir döngü, sonsuz bir saçmalık döngüsüne hapsolmuş gibiyim. Aklımı tamamen yitireceğim veya hayatımı başka bir yöne sokacağım bir travmaya ihtiyacım var, yoksa benden bir cacık olmayacak. Tamamen sıkıcı bir karakter gibiyim, hiç komik olmayan bir komedinin sıkıcı ana karakteri. Herkes kendi hikayesinin anakarakteridir, diğerleri sadece figüran ve kötülerdir. Ama onlar için de bu aynı. Bu ruh halinden sıyrılacağım, sonra yeniden bu ruh haline geleceğim, sıyrılacak, gelecek, sıyrılacak, gelecek ve nihayet bir gün öleceğim. Bakalım, sıyrılmak ve geri dönmek ne kadar sürecek?
Primitive survival diye Youtube kanalı var. Temel konsept ilkel yöntemlerle havuz yapma üzerine kurulu. Ev falan da yapıyorlar ama havuz mutlaka oluyor. Bir ekip bunlar, bazı videolarda tek kişi var, bazılarında iki, bazılarında üç falan. Hah, işte o ekip hakkında en merak ettiğim neden kanalın adını Primitive Pool değil de Primitive survival koyma fikrini ortaya attıkları ve bunun neden kabul gördüğü.
Aynı filmi, aynı diziyi defalarca izleyenlerden değilim. En sevdiklerimi bile sadece bir kez izlerim. Ha bir yerde karşıma çıkarsa izleme ihtimalim yüksektir ama özel olarak arayıp izlemem. En sevdiğim şeyler hakkında bir liste mi yapsam? Blogda durumum zaten "Susun deli konuşuyor. Konuş deli" şeklinde, yapıp yapmamam pek fazla kişiyi ilgilendirmiyor. Yapsam mı? "En sevdiğim X" Aslında bir Youtube kanalı açsam orada yapardım bunu. Youtube kanalı açmayı düşündüm ama neredeyse her şey yapıldı, yapılmayan (en azından benim görmediğim) birkaç şey var ama onlar da yüksek maliyetli işler. Sonuç olarak yine hiçbir işe yaramayan fikirler.
Vocaloid'ler aslında karakter değil ama şarkılar belli temaları sıkça içeriyor, yani adeta karakterleri oluşmuş durumda. Mesela Gumi "umutsuz aşık genç kız" formatında, bir sürü böyle şarkısı var. Tabii bazen diğer şarkılardaki karakterlerine çok uymayan şekillerde de karşımıza çıkabiliyorlar ama temel kişilikleri oluşmuş durumda ve buna pek dokunulmuyor.
En sevdiğim şeyler hakkında... Filmden mi başlayalım? Filmden başlayalım. En sevdiğim 5 film. Aslında birkaç farklı sebepten çok fazla film izlemedim, film kültürüm pek kuvvetli değildir yani. Matrix'i hâlâ izlemedim mesela (Ama izleyeceğim). Neyse, en sevdiğim 5 film diyordum. Birinci sırada kesinlikle Into the Wild var, bu net. Geri kalan dördünün biri diğerine üstün değil. Usual Suspects (Böyle mi yazılıyordu bu?), Korkusuz Korkak... Adam olana üç film çok bile, beş taneyle uğraşamam. Dizi... Dizi konusunda da aynı, pek izlemiyorum. Birinci sırada Leyla ile Mecnun var, ikinci Supernatural. Geri kalanı... Friends, The Big Bang Theory ve... Beşinciyi bulamadım. Animasyon. Bunu hem normal animasyon hem anime hem klasik Amerikan çizgifilmleri hem de Simpsons, Rick and Morty gibi yapımları kapsayacak şekilde kullanacağım. FMAB, Kayıp Balık Nemo (Nemo'nun bende yeri ayrı), Gravity Falls, Disenchantment ve Oregairu. En sevdiğim beş Youtube kanalı. Böyle tarzları çok diğerlerine yakın olmayan kanalları seviyorum, bir de komedi kanallarını: Hiç Komik Değil, Kalt, Kurcala falan. En sevdiğim beş şarkı. Evet, bunu seçmek bayağı zor. İlk ikisi belli, birinin diğerine üstünlüğü yok gerçi. İlk ikiden biri Çökertme türküsü, diğeri Gumi-Mane mane psychotropic (Neden hep yazımı zor kelimeler geliyor lan bugün?). Diğer üçü... Evet. Tamam, diğerlerinden daha çok sevdiğim şarkılar var ama beşe indirgemem zor. Üçüncüye karar verip geçiyorum. Üçüncü, üçüncü... Kagamine Rin-Aku no Hana? Değil. Toygar Işıklı-Sen Eşittir Ben? Pek sayılmaz. Ah, tamam buldum: Felaket'in Zeynep Bastık cover'ı. (Cover mı o? Yorum mu? Ne? Cover ile yorum arasında ne fark var ki zaten?) Hatta dördüncü de Drama Köprüsü, ona da karar verdim. Şimdi beşinciye gelirsek, o da Sen Eşittir Ben olsun. Bu kadar. Bunu da sırf yazmak istediğimden yazdım. Bu arada şarkı olayını uzatırsak altıncısı Grup Göktürkler-Gök Girsin Kızıl Çıksın. (Bunu yazmak istedim) Aha, kitap, az daha unutuyordum! En sevdiğim beş kitap. Evet, bu zor olacak. Özellikle okumak istediğim birçok eseri henüz okumamışken. ASOIAF, Kutlar: Göktanrı'nın Mührü, Tanrının Saati, Kardeşlik Savaşçıları ve Son Kuşlar. Aslında buraya Dede Korkut Hikayeleri'ni de yazabilirdim (Kardeşlik Savaşçıları'nın yerine) ama o daha ziyade derleme, tam anlamıyla bir kitap değil. Bir de sadece roman ve öykü kitaplarını aldım, şiirleri, bilgi kitaplarını falan almadım listeye. O zaman benden bu kadar, yazı yine sakız olmuş zaten. Ha ayrıca yazıya başlarken iyiydim, ortalarda saçma sapan döngüye geri girdim, sonlara doğru yine çıktım. Neyse, muhtemelen bir sonraki yazıda da saçmalığın izlerini görürsünüz.
2 Şubat 2020 Pazar
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 2
Evren MC00, 1.15.1, Çayırlık
"Evimi özledim" dedi Vria zorlukla yakalayıp zorlukla pişirdiği somonu yerken. Elleriyle yakalaması, elleriyle ağaç kesmesi ve taş kazıp fırın yapması gerekmişti. "Bu evrenin lanet zanaat kuralları" diye düşünmüştü, "Diğer evrenlerdeki gibi bir şeyleri uygun şekilde bir araya getirmenin yeterli olduğunu sanırsın... Ama hayır, illaki bir çalışma masası ve tarife ihtiyacın var!" Ev, bir valkür için nereye giderse gitsin önünde sonunda döneceği yerdi, uzun zaman önce orası bütün valkürler için Kızıl Evren'di. Vria'nın şimdiki evi A123'teydi, orayı seviyordu, "başlangıç evreni", her şeyin çıkış noktası... Orada arkadaşı ya da akrabası yoktu, biraz da bilerek olmamasını seçmişti. "A123 için cidden bir isim bulmam gerekiyor." Balığı yedikten sonra gökyüzüne baktı, küp şeklindeki güneş batıyordu. "Neyse ki bir ev yaptım." Ahşapları özensizce seçilmiş, penceresiz evine baktı ve içeri girdi. "Evet, yatağım yok. Sanırım gece boyu bekleyeceğim." Gecenin sonlarına doğru Vria açlığa dayanamayıp dışarı çıktı, sırtına taş bir balta atmıştı. Bu evrenin insanlarının aksine envanter kullanımını bilmiyordu, o büyüden farklı bir şeydi. Bir an bir tıslama duydu, sonra yeşil bir parlaklık gördü ve creeper'ın patlamasından zorlukla kurtulan Vria, bir kez daha nereye gittiğini kontrol etmeden evren çemberine girdi.
Evren SK-2C, Devletten Sonra 1620, Doğu Süvari İmparatorluğu/Akota
Vria evren çemberinden çıkar çıkmaz boynuna yalmanlı bir kılıç dayandı: "Kimsin sen?" Vria etrafa baktı, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Arkada börk, kaftan, deri kedim zırh, kırmızı bir şalvar ve üstü yılan işlemeli çizmeler giymiş, boynunda kopçayla tutturulmuş bir tilki postu olan, hilal bıyıklı, yanları kazınmış uzun saçlı ve çekik gözlü bir adam, belindeki yatağanı tutarak "Beni küçümsüyor musun şövalye?" diye bağırdı, önündeki zincir zırh ve kırmızı cübbe giymiş, belinden bir uzunkılıç sarkan kişiye. Etrafta keçe çadırlar vardı. "Tarihe de bakmadım." diye düşündü Vria, "Acaba A123'e mi döndüm? Kaçıncı yüzyıla?" Kimsin sen, diye bağırdı Vria'nın boynunda kılıç tutmaya devam eden adam. "Dilleri de ayırt edemiyorum ki." Valkürler sadece Kızıl Evren'deki dilleri ayırt edebilirdi, diğer evrenlerdeki dillerin hepsi onlara anadilleriymiş gibi gelirdi. "Affedin" dedi Vria, "Adınızı bağışlar mısınız?" Kençir, dedi adam önemsizce. "Kençir? Kulağa Niterya'nın doğu süvarileri gibi geliyor ama..." Olanca nezaketiyle kılıcını nihayet indirmiş adama sordu: "Şu anki hükümdar kim acaba?" Ahkan'la ne işin var ki, diye bağırdı etrafına toplanmış kalabalıktan biri, Vria nihayet nereye geldiğini öğrenmişti. "Bir işim yok" dedi Vria önemsizce, "Ben tanrı misafiriyim." Bir valkür, farklı evrenlerdeki ve o evrenlerin farklı zamanlarındaki halkların yumuşak karnını ve adetlerini bilmek zorundaydı. "Yine de Rarvera'ya gelsem iyiydi" diye düşündü Vria, "Niterya'nın doğu süvarilerinin çoğu yemeği A123'teki Türk ve Moğol denen halklarla aynı... Elf Toprakları da olurdu, gele gele birçok şeyini tattığım bir yere geldim!" Vria kurulan sofraya otururken yanında hançer taşımaya başlayıp başlamaması gerektiğini düşündü. İyi bir sofra kurmuşlardı, Vria, bunun için Tarun denen bu halkı övebilirdi, yine de "Gerçekten hepsi daha önce tattığım şeyler... Tarun kahvesi, Türk kahvesiyle tamamen aynı şey. Mezeler ve yemekler de aynı... Ah, bir şey vardı." Önünde oturan Ahkan'a, Doğu Süvari İmparatorluğu'nun imparatoruna seslendi: "Tadını ejderha etine benzetmek için uğraşılan bir Tarun yemeği olduğunu duymuştum." Var, dedi Ahkan, elindeki sülün budunu ısırırken. "En azından daha önce sülün... Ah, evet, A123'ün Selçuklu'sunda yemiştim." Vria daha fazla soru sormaması gerektiğini hissetti; "tanrı misafiri" olması şimdilik ona iyi davranmalarına neden olacaktı ama eğer tepelerini attırırsa kellesini elinde bulabilirdi. "Kullandığın büyü epey ilginç." dedi yanına gelen biri, omuzları baykuş ve kartal pençeleriyle süslenmiş, her yerinden deri püsküller sarkan mavi bir kaftan giymişti, sakallarına ve uzun saçlarına kemikler takmıştı. Yanında belinde bir şemşir olan bir kadın vardı, kollarından kırmızı ve mavi püsküller sarkan parlak yeşil, eteklerine altınla altı köşeli yıldız işlenmiş bir kaftan giymişti. Her ikisinin de kafasında gece kadar siyah, üstüne gümüşle kurt başı işlenmiş kuyruklu börkler vardı. "Ah, Kam'lar." Doğu Süvari İmparatorluğu'nun devlet şamanları. "Bir ihtimal sen..." diye sordu kadın olan, "Bilge Costratur'un..." Vria sorunun devamını biliyordu: "...Bahsettiği valkürlerden olabilir misin?" Bir gün Bilge Costratur'un yaşadığı dönemde bu evrene geleceğim ve onu öldüreceğim, diye düşündü Vria. Zamanında fazlaca salak olduğu belli olan bir valkür Bilge Costratur'a ne olduğunu ve neler yapabildiğini anlattığından beri Niterya, Valkürler için güvenli bölge olmaktan çıkmıştı. Valkürlerin diğer evrenlerde sadece sıra dışı güçlere sahip insanlar olması gerekiyordu, daha fazlası değil. "Değilim." dedi Vria, yalan söylemek zorundaydı, valkür varlığı ifşa edilemezdi. "Yani o büyü portal büyüsü değildi?" Öyleydi, dedi Vria, bunu inkar etmek işleri kolaylaştırmayacaktı. "Ama evrenler arasında seyahat etmeyi sağlayan bir portal değil. Yeni bir büyü teknolojisi, Kum Krallığı'nda deneniyor." Kum Krallığı'nın büyücüleri yapabildiklerini gizlerdi, bu yüzden bilinmeyen bir teknolojinin Kum Krallığı çıkışlı olması en mantıklı yalan olurdu. Kum İnsanı gibi durmuyorsun, dedi erkek olan Kam, "Onların arasında bu kadar beyaz tenli kişiler yok." Aslında Pata halkından beyaz tenli kişiler nadiren de olsa çıkıyor, dedi Vria, "Ama doğru, ben Kum Krallığı'ndan değilim. Besullüyüm." Giysilerin Besullü gibi değil, dedi Ahkan'ın yanındaki muhafızlardan biri, kurt kulakları ve kuyruğu vardı. "Giysilerim nereli gibi ki zaten?" diye düşündü Vria, mavi işlemeleri olan beyaz bir elbise giyiyordu, Niterya'da bu tarz bir elbise hiçbir yerde yoktu. Yoksa var mıydı? "Emrik" dedi Vria, "Emrik'teydim... Çeşitli sebeplerden dolayı." Emrik Niterya'nın insanına uzak bir kıtaydı, tam olarak nasıl giyindiklerini sadece zamanında oraya gitmiş biri bilebilirdi ve ışınlanma büyüsünün olmadığı bu evrende oraya gitmek için epey çaba göstermek gerekliydi. "Aslında buz ejderi süvarisiyim ama ejderham deri değiştirdiği için beni geçici olarak başka göreve verdiler. Tahmin edersiniz ki daha fazlasını söylemeye iznim yok." Elbette, dedi Ahkan, "Besul askeri Besul sırlarını ifşa edemez." Ertesi gün, Vria misafir çadırından bile çıkmadan evren çemberini açtı ve içeri girdi. Bu sefer nereye ve hangi zamana gittiğini biliyordu.
"Evimi özledim" dedi Vria zorlukla yakalayıp zorlukla pişirdiği somonu yerken. Elleriyle yakalaması, elleriyle ağaç kesmesi ve taş kazıp fırın yapması gerekmişti. "Bu evrenin lanet zanaat kuralları" diye düşünmüştü, "Diğer evrenlerdeki gibi bir şeyleri uygun şekilde bir araya getirmenin yeterli olduğunu sanırsın... Ama hayır, illaki bir çalışma masası ve tarife ihtiyacın var!" Ev, bir valkür için nereye giderse gitsin önünde sonunda döneceği yerdi, uzun zaman önce orası bütün valkürler için Kızıl Evren'di. Vria'nın şimdiki evi A123'teydi, orayı seviyordu, "başlangıç evreni", her şeyin çıkış noktası... Orada arkadaşı ya da akrabası yoktu, biraz da bilerek olmamasını seçmişti. "A123 için cidden bir isim bulmam gerekiyor." Balığı yedikten sonra gökyüzüne baktı, küp şeklindeki güneş batıyordu. "Neyse ki bir ev yaptım." Ahşapları özensizce seçilmiş, penceresiz evine baktı ve içeri girdi. "Evet, yatağım yok. Sanırım gece boyu bekleyeceğim." Gecenin sonlarına doğru Vria açlığa dayanamayıp dışarı çıktı, sırtına taş bir balta atmıştı. Bu evrenin insanlarının aksine envanter kullanımını bilmiyordu, o büyüden farklı bir şeydi. Bir an bir tıslama duydu, sonra yeşil bir parlaklık gördü ve creeper'ın patlamasından zorlukla kurtulan Vria, bir kez daha nereye gittiğini kontrol etmeden evren çemberine girdi.
Evren SK-2C, Devletten Sonra 1620, Doğu Süvari İmparatorluğu/Akota
Vria evren çemberinden çıkar çıkmaz boynuna yalmanlı bir kılıç dayandı: "Kimsin sen?" Vria etrafa baktı, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Arkada börk, kaftan, deri kedim zırh, kırmızı bir şalvar ve üstü yılan işlemeli çizmeler giymiş, boynunda kopçayla tutturulmuş bir tilki postu olan, hilal bıyıklı, yanları kazınmış uzun saçlı ve çekik gözlü bir adam, belindeki yatağanı tutarak "Beni küçümsüyor musun şövalye?" diye bağırdı, önündeki zincir zırh ve kırmızı cübbe giymiş, belinden bir uzunkılıç sarkan kişiye. Etrafta keçe çadırlar vardı. "Tarihe de bakmadım." diye düşündü Vria, "Acaba A123'e mi döndüm? Kaçıncı yüzyıla?" Kimsin sen, diye bağırdı Vria'nın boynunda kılıç tutmaya devam eden adam. "Dilleri de ayırt edemiyorum ki." Valkürler sadece Kızıl Evren'deki dilleri ayırt edebilirdi, diğer evrenlerdeki dillerin hepsi onlara anadilleriymiş gibi gelirdi. "Affedin" dedi Vria, "Adınızı bağışlar mısınız?" Kençir, dedi adam önemsizce. "Kençir? Kulağa Niterya'nın doğu süvarileri gibi geliyor ama..." Olanca nezaketiyle kılıcını nihayet indirmiş adama sordu: "Şu anki hükümdar kim acaba?" Ahkan'la ne işin var ki, diye bağırdı etrafına toplanmış kalabalıktan biri, Vria nihayet nereye geldiğini öğrenmişti. "Bir işim yok" dedi Vria önemsizce, "Ben tanrı misafiriyim." Bir valkür, farklı evrenlerdeki ve o evrenlerin farklı zamanlarındaki halkların yumuşak karnını ve adetlerini bilmek zorundaydı. "Yine de Rarvera'ya gelsem iyiydi" diye düşündü Vria, "Niterya'nın doğu süvarilerinin çoğu yemeği A123'teki Türk ve Moğol denen halklarla aynı... Elf Toprakları da olurdu, gele gele birçok şeyini tattığım bir yere geldim!" Vria kurulan sofraya otururken yanında hançer taşımaya başlayıp başlamaması gerektiğini düşündü. İyi bir sofra kurmuşlardı, Vria, bunun için Tarun denen bu halkı övebilirdi, yine de "Gerçekten hepsi daha önce tattığım şeyler... Tarun kahvesi, Türk kahvesiyle tamamen aynı şey. Mezeler ve yemekler de aynı... Ah, bir şey vardı." Önünde oturan Ahkan'a, Doğu Süvari İmparatorluğu'nun imparatoruna seslendi: "Tadını ejderha etine benzetmek için uğraşılan bir Tarun yemeği olduğunu duymuştum." Var, dedi Ahkan, elindeki sülün budunu ısırırken. "En azından daha önce sülün... Ah, evet, A123'ün Selçuklu'sunda yemiştim." Vria daha fazla soru sormaması gerektiğini hissetti; "tanrı misafiri" olması şimdilik ona iyi davranmalarına neden olacaktı ama eğer tepelerini attırırsa kellesini elinde bulabilirdi. "Kullandığın büyü epey ilginç." dedi yanına gelen biri, omuzları baykuş ve kartal pençeleriyle süslenmiş, her yerinden deri püsküller sarkan mavi bir kaftan giymişti, sakallarına ve uzun saçlarına kemikler takmıştı. Yanında belinde bir şemşir olan bir kadın vardı, kollarından kırmızı ve mavi püsküller sarkan parlak yeşil, eteklerine altınla altı köşeli yıldız işlenmiş bir kaftan giymişti. Her ikisinin de kafasında gece kadar siyah, üstüne gümüşle kurt başı işlenmiş kuyruklu börkler vardı. "Ah, Kam'lar." Doğu Süvari İmparatorluğu'nun devlet şamanları. "Bir ihtimal sen..." diye sordu kadın olan, "Bilge Costratur'un..." Vria sorunun devamını biliyordu: "...Bahsettiği valkürlerden olabilir misin?" Bir gün Bilge Costratur'un yaşadığı dönemde bu evrene geleceğim ve onu öldüreceğim, diye düşündü Vria. Zamanında fazlaca salak olduğu belli olan bir valkür Bilge Costratur'a ne olduğunu ve neler yapabildiğini anlattığından beri Niterya, Valkürler için güvenli bölge olmaktan çıkmıştı. Valkürlerin diğer evrenlerde sadece sıra dışı güçlere sahip insanlar olması gerekiyordu, daha fazlası değil. "Değilim." dedi Vria, yalan söylemek zorundaydı, valkür varlığı ifşa edilemezdi. "Yani o büyü portal büyüsü değildi?" Öyleydi, dedi Vria, bunu inkar etmek işleri kolaylaştırmayacaktı. "Ama evrenler arasında seyahat etmeyi sağlayan bir portal değil. Yeni bir büyü teknolojisi, Kum Krallığı'nda deneniyor." Kum Krallığı'nın büyücüleri yapabildiklerini gizlerdi, bu yüzden bilinmeyen bir teknolojinin Kum Krallığı çıkışlı olması en mantıklı yalan olurdu. Kum İnsanı gibi durmuyorsun, dedi erkek olan Kam, "Onların arasında bu kadar beyaz tenli kişiler yok." Aslında Pata halkından beyaz tenli kişiler nadiren de olsa çıkıyor, dedi Vria, "Ama doğru, ben Kum Krallığı'ndan değilim. Besullüyüm." Giysilerin Besullü gibi değil, dedi Ahkan'ın yanındaki muhafızlardan biri, kurt kulakları ve kuyruğu vardı. "Giysilerim nereli gibi ki zaten?" diye düşündü Vria, mavi işlemeleri olan beyaz bir elbise giyiyordu, Niterya'da bu tarz bir elbise hiçbir yerde yoktu. Yoksa var mıydı? "Emrik" dedi Vria, "Emrik'teydim... Çeşitli sebeplerden dolayı." Emrik Niterya'nın insanına uzak bir kıtaydı, tam olarak nasıl giyindiklerini sadece zamanında oraya gitmiş biri bilebilirdi ve ışınlanma büyüsünün olmadığı bu evrende oraya gitmek için epey çaba göstermek gerekliydi. "Aslında buz ejderi süvarisiyim ama ejderham deri değiştirdiği için beni geçici olarak başka göreve verdiler. Tahmin edersiniz ki daha fazlasını söylemeye iznim yok." Elbette, dedi Ahkan, "Besul askeri Besul sırlarını ifşa edemez." Ertesi gün, Vria misafir çadırından bile çıkmadan evren çemberini açtı ve içeri girdi. Bu sefer nereye ve hangi zamana gittiğini biliyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)