Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

28 Şubat 2019 Perşembe

Genel geçer

Öncelikle, merhaba. Hava çok güzel burada ama buna güvenemem. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır sonuçta. Şimdi derseniz ki "Biz Şubat ayındayız?" O Mart, miladi takvime göre değil; Rumi takvime göre Mart. Yani şubatın son yarısıyla martın ilk yarısı. Öyle yani...

Ama konu o değil. Konu şu: Geçen gün sıkılmış halde öylece yatarken kendim hakkında bir şey fark ettim: İstediğim şey hiçbir şey yapmadan durmak değil. Tam aksine bir şeyler yapmak istiyorum ama sadece istediğim şeyleri, istediğim zaman yapmak istiyorum. Okul buna engel oluyor, ileride iş de buna engel olacak.

Yani hiçbir şey yapmadan durmak bayağı sıkıcı ama bunun temel sebebi, istediğim şeyleri istediğim an yapamamamın getirdiği boşluk ve boş vermişlik hissi.

Tavuskuşu beslemek için tavuskuşlarının evcil hayvan veya çiftlik hayvanı amaçlı çiftliklerde üretildiğine dair belge gerekiyor bu arada ama siz gidip resmi bir yerden tavuskuşu alırsanız o belgeyi zaten veriyorlar. Hayvan kaçakçılığını önlemek için bu tür belgeler dünya çapında sürüngenler için uygulanıyor, karşı olduğum bir sistem değil, hatta mantıklı bulduğum nadir devlet sistemlerinden. Yoksa önüne gelen doğadan tavuskuşu, yılan vs. alıp satardı. Sonucunda da doğadaki soyu tükenirdi o arkadaşın. Bu oldu, bazı tarantula ve geko türlerinin doğal hayatta soyu neredeyse tükenmiş durumda. Tabii bu belge işi olmadan ve henüz hiçbir sürüngen ya da omurgasız evcil hayvan olarak üretilmeye başlanmadan önceydi o, günümüzde bütün dünyada en az üç nesildir ev/çiftlik üretimi olmayan sürüngenlerin, omurgasızların vs. beslenmesi yasak. Bir de kiraz barbus diye bir balık var, Barbus titteya. Küçük, erkekleri kırmızı, dişileri ise kızıl-kahverengi bir balık bu; doğada soyu kirlilikten, aşırı toplamadan -balıklar için bu tür bir belge yok-, doğal ortamına salınan yırtıcılardan vs. dolayı tükendi ama hâlâ bütün akvaryumcularda bulunabiliyor. Çünkü akvaryumda üretimi kolay bir balık.

Neyse, konumuz o değil. Aslında konu da yok, başlığa bile ne yazacağıma karar veremedim daha. Bir de yorulmayı sevmeyen bir insan değilim. Bir şey başarmanın tatlı yorgunluğu en sevdiğim hislerden biri. Mesela bir çardak inşa etmek, güzel bir yemek ortaya çıkarmak, şehre bir günlük mesafedeki bir dağ başından şehre yürüyerek dönmek... Bu gibi şeylerin yorgunluğuna bayılıyorum ama istemediğim, hoşlanmadığım şeyleri yaparken... Oov... Hiç sevmiyorum onu. Benzer şekilde, ta üç yıl mı önce neydi, ailem, akrabalarımla bir dağda geziyorduk, ayağımı kanattım ama o acı gayet tatlı geldi bana. Şehirde, asfalt yolda ya da kaldırımda o olsaydı o acıya kesinlikle dayanamazdım ve muhtemelen yüksek sesle söylemesem bile içimden geçirdiğim küfürlerden ilk şehirleri kuran hangi halksa onlar bile payını alırdı. Öyle bir huyum var, beton binalarda ruhum sıkılıyor, uğursuz taşlar ne olacak. Oysaki ormanlık alan, dağ başı, bahçeli ev, ahşap yapı, çardak filan öyle mi... Mis gibi mis. Zaten o yüzden planlarımın ana ekseni köye taşınmak. Şehre yakın bir yer de olur ama bana büyük arazi lazım; meyve ağaçlarından ormana çevirebileceğim, içine çardak, otağ, süs havuzu, kümesler, ağıllar kurabileceğim bir yer lazım.

Bir de en sevdiğim kuş sülündür, bu bilgi ne işinize yarayacak bilmiyorum ama söyleyeyim dedim. Sülünler için de tavuskuşları gibi belge lazım bu arada.

Neyse, işte geniş bir arazi lazım bana. Böyle içinde at bakabileceğim, upuzun bir koridor şeklinde bir talimhane kurabileceğim, içinde kaybolabileceğim, içine yılanlar, böcekler, kertenkeleler, farelerin yuvalayabileceği bir arazi. Öyle bir arazide mutlu olacağım. Aslında şu anda da mutluyum, hava bayağı iyi, bu da beni iyi etkiliyor. Karı da yağmuru da güneşi de seviyorum ama yağışsız olmasına rağmen kapalı havaları hiç sevmiyorum.

Dağ başlarını seviyorum ama, o esinti, o gece soğukluğu... İstediğim zaman eve kapanabileceğim, istediğim zaman bahçeye çıkabileceğim bir yer istiyorum ve şu an adada kaldığım yerde bunu yapabiliyorum ama aynı zamanda istediğim gibi müdahale edeceğim bir bahçe lazım bana. Hani kafam atınca çıkıp ot çapalayabilmeli, kafama esince bir kulübe yapabilmeli, üzülünce gidip ağaçların önünde ağlayabilmeliyim. Neden ağacın önünde ağlıyorsun lan, diye sorarsanız bilmiyorum, aklıma öyle demek geldi. Bir de tabii istediğim hayvanlara baktığım bir bahçe lazım bana; hani çıkınca etrafım bir anda tavuk, hindi, beçtavuğu, ördek, kedi ve köpeklerle sarılmalı. Bir de bu ev betondan; bana ahşap bir ev lazım. Hadi ahşap olmadı bari doğal taştan olsun, beton ne lan? Beton diye malzeme mi olur? Bir beton evlere bir de brandadan yapılıp içeriyi cehennem sıcağına çeviren çadırlara kılım aga. Ev dediğim ahşap olur, taş olur, kerpiç olur, olmadı kum taşı olur yani. Çadır dediğin de kürkten, keçeden, deriden, kıldan, yünden, kumaştan, ipekten, şilebezinden, çuldan, olmadı halıdan, kilimden filan olur.

Neyse, öyle yani. Buna ne başlık yazsam "Birinci geleneksel tavuk raporu" filan mı yazsam, nasıl başlık olur ki buna? Hadi ben kaçtım, başlığa da genel geçer yazıyorum.

24 Şubat 2019 Pazar

Normal Bir Yazı

Başlığı atınca aklıma şey geldi, "Korkunç bir film". Bir de "komik bir film" diye bir film vardı, parodinin parodisi, cıcığının cıcığı, ebesinin örekesi ve daha bir sürü şey. Böyle de kısa kestim. Başlık böyle, çünkü havadan sudan konuşup muhtemelen biraz saçmalayacağım ama içinizi karartacak bir şey yazmayacağım. Bu da boyna şikayet ediyor aq, diyorsanız diye dedim.

Korkunç bir film ve normal bir yazı demişken Roblox'ta The Normal Elevator diye bir oyun var, o da güzel.

İki gündür kar yağıyor burada. Bembeyaz her yer. Çıktım biraz dolaştım, doğaya dair her şeyin üstünde yürümeyi seven bir insan evladıyım -manyak olduğumu da zaten bilmekteyim-: Toprak, yaprak yığınları, çamur, kar, ağaç kökleri, kayalar, taşlık araziler, kumlu yerler... Güzel yani. Bayağı da soğuk ha, gerçi kar yağıyor, tabii bayağı soğuk olacak. Gerçi dün de kar yağıyordu ama adada kışın geçirdiğim günlerin çoğundan daha sıcaktı o gün. O gün dediğim de dün oluyor, dilin ırzına nasıl geçilir? Aha böyle. O gün demişken Ogün diye isim var lan, neyse.

Bugün hem çıkıp karda dolaşayım hem de açlıktan ölmeyeyim diye alışverişe çıktım. Restoran ve kafelerin tamamı kapalıydı, muhtemelen "Ada lan burası, bu karda kışta deli .ikmedikçe kimse gelmez." diye düşündüler. Ki ben de adada bir restoran, kafe neyin açsaydım bu havada evde kalmayı tercih ederdim. Nitekim onlar da öyle yapmışlar. Öte yandan kırtasiye, kasap, market filan açıktı. Neden? Çünkü neden olmasın?

Tabii serde delilik olunca deli bikmese bile bu karda kışta gidip restoran arayabiliyorsun, o da ayrı konu. Çok Güzel Hareketler'i yeniden yayına sokmuşlar... Kadro farklı ama. BKM yetiştirip yetiştirip piyasaya mı salıyor ne yapıyor anlamadım.

Bizim Fırat'a (leopar geko olur kendisi) su verdim. Su kabı olmadığı için çay kasesinde verdim. Çay kasesi mi onun adı?  Yok, çay kasesi değil. Çay tabağı? Aynen, cam çay tabağında su verdim. Yeni deri değiştirmişti, mağarasının içindeydi. Böyle artist artist kafasını uzatmalar, "Burada bir değişiklik olmuş" tavırları... Acayip ya. Ben ayrı manyak, o ayrı manyak...

Ha, restoran buldum mu? Bulamadım doğal olarak, fırın-simitçi karışımı bir yer açıktı -adının ne olduğunu hiç bilmiyorum ama sevdiğim bir yer- oradan poğaça börek aldım, eve geldim.

Takagi-san mangasına başladım tekrar, o da şöyle oldu: Lan yapacak hiçbir şey bulamıyorum, dedim, bari manga okuyayım ama kısacık kalmış sinir edenlerden olmasın. Zira işsiz ikili var, ulan adının anlamını hatırlıyorum ama adını hatırlamıyorum. Bilmem ne futari'ydi; hatarakanai futari mi neydi. Aynen, öyleymiş. Türkçe çevirisi yedi bölüm mü ne, güzel de manga aslında ama. Tabii onu okumamamın bir sebebi de onları gördükçe sinir olmam. Oh, hiçbir şey yapmıyorlar ne güzel. Komedi mangası diye giriyorum sinir olup çıkıyorum. Takagi-san'da sadece gülüyorum, bir de biraz imreniyorum ama o konuyu hasır altı edebiliriz.

Yapacak bir şey bulamamam da internetin iğrenç olması ve Youtube videolarını bile zar zor izleyebilmem, Odnoklasniki seçeneği olmayan film, anime vs.yi hiç izleyememem sebebinden ama konu bu değil tabii.

Onedio iyice gıcıklaştı bu arada, artık çok az test içeriği yayınlıyorlar, yayınladıklarının da çoğu tırt oluyor.

Macrotis: A Mother's Journey güzel oyun bu arada, oynayın. Bulmacalı bir oyun ama arka taraf grafikleri filan çok sevimli. Bir de araknofobi diye bir seçeneği var, örümcek yerine başka bir şey gösteriyor herhalde. Keseli tavşanlar o kadar küçük olur mu, bilmiyorum gerçi.

Onu geçelim de... Ulan neyse. Yalnız şikayet etmeden de kısacık olmayan yazılar yazılabiliyormuş, onu öğrenmiş oldum. Aslında daha uzatasım var da yeter bu kadar. Zaten uykum geldi. Dün birde mi üçte mi ne uyuyup sabah on buçukta uyanınca uykum gelir tabii de... Neyse, ben kaçtım; hah, aklıma geldi.

Alışveriş demişken asıl onu diyecektim alışverişle ilgili, dün gece atıştırmak için tuzlu bir şeyler aradım, bulamadım. Nasıl içime oturmuşsa aldığım abur cuburların yarıdan fazlası tuzlu. Bu sefer de tatlı bir şey istersem kafayı yemem olası ama reçel falan var en azından. Falan da ilginç laf ha, filan daha zarif gibi. İkilemedir o ama tek başına olduğunda normalde falan diye kullanılır. Hadi ben kaçtım, hayır kaçsam ne olacak sanki uyuyacağım, birkaç bölüm daha Takagi-san okurum muhtemelen. Manganın tam adı Karakai Jouzu no Takagi-san bu arada, gerçi Takagi-san manga diye aratsanız tam adını bulurdunuz da... Eeeh amma uzattım lan, kendimden tiksindim bu uzatma seansında. Hadi bay mı güle güle mi hangisini tercih ederseniz artık.

19 Şubat 2019 Salı

Yalancı güneş, Eldivân ve Diğer Her Şey

Bahar gelmiş gibi... En azından Gökçeada'da. Aslında dışarıya baktığımda oldukça sıcakmış gibi görünüyor ama aslında buz gibi. İlginç bir konu var, şimdi geleneksel Türk giysileri arasında eldiven yok, adı Türkçe "el" ve Farsça "divân"ın birleşimi zaten de... Bir şeyi merak ettim: Bu herifler Sibirya'da ya da hadi öylesine bir dağ başında yaşarken hiç mi elleri üşümedi lan? Bilecik'in alçak dağları bile yaz gecelerinde dahi buz gibi oluyor, Kuzey Asya'nın dağ başı soğuğunu siz düşünün. Ama konumuz bu değil, bu arada başlık yazmadım. Neyse, bir başlık bulursam yazarım. Aha buldum. Gerçi eldiven ve elçek yerine geçen "eliglik" diye bir kelime buldum ama... Konumuz bu değil demiştim, evet.

Şimdi, havalar azıcık ısınmaya başladı ya, benim ruh hali yine dalgalı bulutluya geçiş yaptı. Az önce kendi kendime saçma sapan bir şeye kahkaha attım, ondan sonra da bir of çektim. Öyle acayip bir durum yani.

Ve her hava değişimindeki gibi, herhangi bir şey yapmak istemiyorum. İlk cemre düştü bu arada, en azından Ada'da. "Ada" dersem Gökçeada'yı anlayın, zaten kaç tane ada var Türkiye'de? Bir Gökçeada, bir Bozcaada, bir de Marmara denizi adaları var. Beş de azmış. Beş de azmış ne lan, derseniz, şu:
hay aklınla beş yaşa ile ilgili görsel sonucu

Ama konumuz... Konumuz bu aslında. Daha doğrusu bir konumuz yok.

Neyse, her hava değişiminde olduğu gibi herhangi bir şey yapmak istemiyorum. Evden çıkmak istemiyorum, elimi kaldırmak istemiyorum... Zaten sefa p...vengiyim halihazırda da mevsim dönümlerinde böyle acayip bir durum hasıl oluyor.

Onun haricinde on beş, on bir, iki, yedi diye gidiyor işte... jhabdhjadknxk... Ahan da bundan bahsediyordum "dalgalı bulutlu ruh hali" derken, az önce oldukça yorgun hissediyordum, şimdi ne yapıyorum. Neyse, bir şeyler izlerken nerede asosyal, çekingen karakter varsa en sevdiklerim onlar oluyor. Eskiden çok tanımadığım kimseyle konuşamazdım, tutulup kalırdım ki oldukça iğrenç bir şeydi. Kimsenin yaşamasını istemem o hali. Şimdi tanıdığım -az ya da çok- kişilerle rahatça -istisnaları var tabii- konuşabiliyor ve tanımadığım kişilerle konuşurken de tutulmuyorum. O gerginlik, o sıkıntı var ama; boğazım kuruyor, ellerim titriyor. Bir de hâlâ ama hâlâ topluluk önünde konuşma, sunum yapamıyorum. Yani ailem ya da çok yakın olduğum birilerine belki konferans filan verebilirim de -ne konferasıysa artık, neyse- çok iyi tanımadığım ya da sadece belli düzeyde tanıdığım kişilere sunum-konuşma yapamıyorum. Bacak titremesi, boğaz kuruluğu... İlk kısmı atlattıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor gerçi. Bir aşamadım şunu. Aslında aşmayı isteyip istemediğim de muamma. O gerginlik iğrenç bir şey ve bana asosyal günlerimden kalma. Gerçi şimdi de çok sosyal bir tip olduğum söylenemez, hele adaya geldiğimden beri okul ve zorunlu haller -alışveriş vs.- haricinde evden nadiren çıktığım, çıktığımda da insanların arasına karışmaktan ziyade tek başıma bir yerlere gittiğim düşünülürse. Tek başına demişken, haftasonu bir Yıldız Koyu'na gideyim. Yıldız Koyu demişken de Evde Tek Başına vardı eskiden, her yılbaşı, istisnasız her yılbaşı yayınlanırdı. Bak, nasıl da bağladım Tek Başına'ya? Beynimin bağlantılarına edeyim, evet.

Saydam bir makarna yapmanın bir yolu var mı? Var... Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama şu arkadaş bir Ravioli:
transparent ravioli ile ilgili görsel sonucu
Plastik poşet gibi duruyor ama makarna bu aslında. Peki ben bu konuya nereden geldim? İnovasyon'dan. İnovasyon dedim mi? Hayır, şimdi diyorum. O zaman bir kez daha: Hay ben benim beynimin bağlantısına...

Bu arada içindeki kırmızıları et sanmıştım ama ahududu lan galiba, vay arkadaş.

Neyse, Warband'a Awoiaf denen densiz moddan yükledim. Neden densiz? Çünkü yorulma gibi bir sürü saçma sapan gereksiz, -bence- oynayış keyfinin içine eden şeyi var da ondan. Gerçi o özellikler Crusade Against Jihad'da da olup kapatılabiliyor, bunda da kapatılabiliyorsa süper olacak. Ama konu modun densizliği değil... Allah'ın cezası -veya artık Yedi'nin cezası, Eski Tanrılar'ın cezası, Boğulmuş Tanrı'nın cezası, ne derseniz ki Allah belamı verecek muhtemelen siz bir şey demeden önce, kafamın bağlantılarına sokayım- son sürümün Türkçe yaması yok. En son v3.6'nın Türkçe yaması var. 1.3'ün güzel bir yaması var ama onu da ben çalıştıramadım. Sürümü çalıştıramadım, yama kendi halinde takılıyordu.

Ama konumuz bu mu? Değil mi? Bilmiyorum, bence değil. Kedime şarkı da söyleyebilirsiniz isterseniz, yanınızda havlu olmalı ama. Galaksi Rehberi'ni de yanınıza almayı unutmayın.

Bir kez daha kopukluk yaşayıp... Neyse, bu cümlenin devamı aklıma gelmedi. Şimdi, hah, asosyal ve çekingen, hatta sosyofobik karakterler diyordum. Yani artık geçmişten gelen şeyle mi bilmiyorum ama her türlü seride en sevdiklerim daima böyle karakterler oluyor.

Facebook daha terk edilmiş kasaba modunda değilken ve her gün elli bin komedi sayfası birbirinden çaldığı paylaşımları yaparken şöyle bir şey görmüştüm: "Ruh eşim de benim gibi evden çıkmaya üşendiği için karşılaşamadık bence." Tam böyle değildi de aşağı yukarı böyleydi. Aniden aklıma geldi yani, özel bir şey yok.

Öte yandan, muhtemelen yalnız öleceğim ve yine muhtemelen bunun sebebi tam olarak bu olacak: Zorunluluk dışında evden çıkmamam... Ki eğer her şey planladığım gibi giderse -ki gitmeyecek, neden gitsin?- zaten evden çıkmamı gerektirecek bir durum da olmayacak. Sonuç: İşler umduğum gibi giderse yaptıracağım evin yerini de düşününce, muhtemelen öldükten bir yirmi otuz yıl sonra tesadüfen bulurlar beni. O da kediler, köpekler vs. kemiklerimi bıraktıysa. Köpekler yemez gerçi de kedileri bilemeyeceğim, ne yapacakları belli olmaz onların. Şimdi "Lan ev diyorsun?" derseniz de, ben de size "Arkadaşım, ben her fırsatta o evi hayvanat bahçesine çevireceğimi, envai çeşit akvaryum, birkaç kedi ve en az bir köpekle yaşayacağımı zaten söylüyorum" derim. Gerçi ecelimle değil de başka türlü de ölebilirim, özellikle eğer her şey planladığım gibi giderse kurt, ayı veya leopar, olmadı yabandomuzu saldırısında filan ölme ihtimalim yüksek. O kısmı şimdi karıştırmayın ama, söylemeyeceğim. Daha önce de söylediğim gibi, kötü şeylerin çoğunu -ama asla hepsini değil- ve iyi şeylerin de çok azını buradan paylaşıyorum. Hayal ve planlarımı iyi şeylerden bile az paylaşıyorum. Aslında planladığım gibi gitmezse de o şekilde ölebilirim, düşündüm de... Leopar olmaz da... Hadi kurdu da ele ama ayı veya domuz olabilir. Yine öte yandan kendimi dizginleyemeyip ölüm takipçisi akrebi, karadul, efendime söyleyeyim kral kobra ya da mercan yılanı, olmadı bir engerek çeşidi bakmaya kalkışırsam onlar tarafından sokularak da ölebilirim, o da mümkün. Manyağım ben, söylemiş miydim?

Adadaki evde kendime ufak bir "okçu köşesi" yaptım, kılıcımı, buradaki yayımı, oklarımı, börklerimi, kaftanımı filan oraya koydum.

Ama ama ama... Aslında... Şu an tabağımda portakallar var, iri ve sulu... Çünkü neden olmasın? Pazardan kumkuat aldım, acayip bir meyve. Suyu inanılmaz ekşi, neredeyse limon gibi ama kabuğu ve etli kısmı tatlı. Özellikle kabuğu ağızda ferahlatan bir aroma bırakıyor, naneli ya da mentollü sakız çiğnedikten sonra ağızdan kalan serinlik gibi bir serinlik oluyor. Portakal ve mandalinanın kış meyvesi olmasına rağmen sıcak -nispeten sıcak tabii, çölde de yetişmiyor, dört mevsimi görüyor yine ama aynı iklimde yetiştiği diğer meyvelere oranla daha sıcak ki bu sadece Türkiye için değil portakal yetişen her yer için geçerli- yerde yetişmesi bana hep ilginç gelmiştir. Bir de muz var ama onun doğada yetiştiği yerde dört mevsim yok sadece yağışlı ve kurak mevsim olduğu için Türkiye'de Antalya vs. gibi yerlerde yetişmesi gayet doğal.

O kadar. Ben kaçtım, kaçtım da ne halt edeceğimi bilmiyorum ki... Portakalları bitiririm herhalde.

5 Şubat 2019 Salı

Hobilerim Burnumda Tütüyor ve Blogger'a Bir Şey Olmuş

Google+ yorumları kaldırılacak, taşınamayacak, Google+ desteği kalkacak filan diyor lan... Neden ki? Google+'ı kimse kullanmadığı için olabilir esasen... Neyse. Bir de şablon değişimi filan demiş, yirmi bin saat uğraşacağım kesin onla. Hayır ne alaka ki? Blogger da Google'a ait, şirket içi anlaşmazlık filan mı çıktı ne oldu? Neyin peşindesiniz?

Gel gelelim esas konuya... Hobilerimden en zevk aldıklarım, en "olmazsa olmazım" dediklerim şunlar: Akvaryum, birincisi bu. Hatırladığım en eski anıda dahi akvaryum var. Yeşil devasa filtre ve Japonbalıkları. Aslında en eski anım Japonbalıklı mı yoksa su kaplumbağalı mı tam hatırlayamasam da balık beslemeyi kaplumbağadan daha eskiden beri yaptığımı biliyorum. Bu arada şu adalı saçma plastik kaplarda kaplumbağa beslenmez, UV ışığı ve geniş alan lazım RES'ler yani Red Eared Slider'lar yani Kırmızı Yanaklı/Kulaklı Su Kaplumbağaları yani Trachemys scripta elegans'lar için. Ne biçim büyüyor o hayvan... Fanusta balık olayına hiç girmiyorum bak, ağzımı bozarım yoksa. Fanus çiçek bakmak içindir, aslında tam olarak karayosunu teraryumu kurmak amaçlıdır. Moss terrarium diye arayarak fanusun gerçek kullanım amacıyla kullanımını görebilirsiniz. Bir tek beta fanusta yaşayabilir bir de küçük karides türleri. Japonbalığı için hayvan gibi yer lazım, sonra "üç günde ölüyor." Ölür tabii, seni fanusa koysam sen de üç günde ölürsün. Neyse...

İkincisi denizkabuğu toplama, aslında genel olarak koleksiyon yapma ama denizkabuklarının yeri apayrı bende. Yine de şu an denizkabuğu koleksiyonum için para harcamam gerekiyor çünkü Türkiye sularında bulunabilecek kabukların çoğunu topladım. Birkaç yabancı denizkabuğuna da sahibim.

Üçüncüsü geleneksel okçuluk. Bu arada geleneksel okçuluk kursuna gitmeyi çok da istemiyordum, kendi kendime öğrenirim diyordum ama iyi ki kursa gitmişim. Kendi kendime asla öğrenemeyeceğim, öğrensem bile doğru bir şekilde uygulayamayacağım çok fazla şey öğrendim o kursta. Bu arada geleneksel okçuluk demişken, dünyanın her yerinde savaş baltası kavramı vardır. Kore'de de Çin'de de Orta Asya'da da Ortadoğu'da Avrupa'da da kolonileşme öncesi Amerika'da da savaş baltası var. Günümüzde daha çok Vikinglerin savaş baltası biliniyor ama Aztek savaş baltaları var, Cermen savaş baltaları var, Roma savaş baltaları var, Türk-Moğol savaş baltaları var, İran ve Arap savaş baltaları var... Var da var yani. Aslında geleneksel okçulukla bu balta konusunun çok da ilgisi yok, benim zaten savaş baltalarıyla ilgili bir şeyler söyleyesim vardı, bahane oldu. Savaş baltaları boyuna -ve tabi kullananın boyuna- göre sırta ya da bele asılırdı bu arada.

Dördüncü... Sanırım bu kadar. Amatör bir şeyler yazmaya çalışıyorum ama "Bu benim bir parçam" diyemem, özellikle de uzun süredir bir şeyler karalamadığım göz önünde bulundurulursa... Yine küçüklüğümde çok fazla resim çizerdim -neredeyse her zaman balıkların ve su canlılarının resimleri- ama uzun zamandır resim de çizmiyorum. Yani çizim hakkında da "Benim bir parçam" diyemem. Ah, anime, tabii... Tabi ile tabii arasındaki farka bir göz atmam gerekiyor bu arada, hangisi hangisiydi unuttum, ondan böyle tutarsız, bir tabii bir tabi yazıyorum. Biri doğal, elbette anlamında diğeri bağlı, bağımlı anlamında. Neyse, anime izleyiciliğimi bir parçam olarak kabul edebilir miyim? Muhtemelen... Dördüncüyü de bulduk. İşin ilginç yanı, dört uzakdoğu kültüründe uğursuz bir sayıdır çünkü Çince "Si", Japonca "Shi", Korece "Sa" diye okunur. (Japonca ve Korece'de Yon ve Net okunuşu da var ama onlar şimdi konumuzla alakasız). Çinci Si ölüm demektir. Japonca Shi ölüm, Shinu ölmek anlamına gelen kelimelerdir. Korece'de ölüm cezasına Sa-Hyeong, ölen kişiye "Sa-Mang" denir. Ondan dolayı da dört, Uzakdoğu kültürlerinin tamamında uğursuz kabul edilir. Daha ayrıntılı bilgi ve bizde de bayağı benzerleri olduğunu görmek için "Sözcük tabusu" diye araştırabilirsiniz. Tamamen doğa ruhlarına inanılan eski inançlarla ilgili bir olay bu aslında. Japonların geleneksel inancı Şintoizm esasen Şamanizm'in bir türü, yeri gelmişken Japonca'da "tanrı" anlamına gelen "Kami" kelimesinin Türkçe'deki "Kam" ile etimolojik bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Korelilerin geleneksel inancı Kore şamanizmi diye geçiyor, Çin'de de genel olarak düalist veya paganist inançlar hâkimdi eski çağlarda. Günümüzde Uzakdoğu'da yaygın olan Tibet budizmi de doğanın kutsallığına inanılan bir inanç. Neyse, anime diyorduk... Anime ayrılmaz bir parçam mı? Emin değilim açıkçası... Ne olursa olsun anime izlemeye devam etmeyi planlıyorum ama "ayrılmaz parça"? Sanmıyorum açıkçası... Uzakdoğu kültürüne merak olabilir belki, bu merak her ne kadar anime izlemeye başlamamla başlamış olsa da şu anda anime izlemeyi bıraksam bile uzakdoğu kültürüne -spesifik olarak Kore, Moğol ve Japon; ve evet, Moğolistan da Uzakdoğu'ya dahil. Hatta Hindistan bile Uzakdoğu'ya dahil- ilgi duymaya merak edeceğim muhtemelen.

Neyse, üniversiteyi kazandığımdan beri Balıkesir-Gökçeada arasında git-gel yapıp durduğumdan bir akvaryum kurmaya da ok atmaya da fırsatım olmadı. Zaten şu an herhangi bir kulübe dahil olmadığım için yarışmalara da katılamıyorum. Yaptığım antrenman kağıdı da... Sınavlar başladığında ara verdim, çünkü sınavlara doğru düzgün çalışmak istedim ve sonra antrenmanları hepten bıraktım. Okul açılınca geri başlayacağım ama... Bir de adada okçuluk çalışabileceğim güzel bir yer buldum, onu da hallederim...

Akvaryuma gelince... Yakın zamanda nehir kenarı, göl kıyısı vs. bir yere gidip oranın havasını, su kaynağının kendine özgü kokusunu içime çekince kendime gelirim... Acaba nereye gitsem? Balıkesir işi yaş zira en yakın yer Değirmenboğazı ve otobüs gidiyor mu bilmiyorum... Kendim zaten gidemem. O zaman Gökçeada'da bir bisiklet ayarlayıp Zeytinli barajına gitsem iyi olacak gibi... Acaba Gökçeada'nın deniz kıyısı yeterince iyi olur mu? Yıldızkoyu'nda çok güzel domates anemonları, karabaş balıkları, keşiş yengeçleri filan var... Karabaş balığı diye girince bayağı sonuç çıkıyor bu arada, Tubitak'ın Türkiye tür listesine bu adla eklenmişti ama bazı canlılar da saçma sapan, kullanılmayan veya farklı canlılar için kullanılan adlarla eklendiğinden güvenememiştim tam olarak... Ama karabaş balığı gerçekten yaygın kullanımmış. Çok güzel bir balık ama, tam akvaryumda beslemelik... Acayip şeker lan.

Neyse, işte o kadar. Şimdi bu kadar yazdın anafikir neydi diye sorarsanız, ben de "Ne anafikri lan?" derim haliyle... Yok arkadaşım anafikir filan, canım istedi yazdım, Allah Allah...