Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

21 Mart 2016 Pazartesi

Franz Kafka - Dönüşüm (Muhteşem Olacak!)

Bir başlığa bak, bir de yazacağım şeye bak aq :) Aslında, "ihmalkâr geri döndü!" daha uygun bir başlık olurdu sanırım. Her ne kadar diğer yazarlara "Yazın artık" diye çemkirip dursam da, son zamanlarda tüm blogları ihmal ettim. (Malum bir kaç tane daha blogum var: Anime & Anime, Sonradan Gurme) Evet, sonunda geri döndüm! Yine sizi saçmalamaya, sızlanmaya boğacağım. (Muhtemelen) Bir süre önce beyaz benek vardı balıklarda, ama tedavi oldu. Şimdi de floresanlar patladı, işe bak... Yenisini almak lazım. Bir çok planım, projem var da... Neyse...

Arkadaş, ben niye hiçbir yerde malzeme bulamıyorum? Balıkesir'i geçtim, İstanbul'da bile nori yosunu ve soya fasulyesi bulamamış insanım ben. (Acıyın bana...) Bir de, aslında Anime & Anime'ye yazmam gereken çok tanıtım var. 5-6 tane falan olmuştur. Buradan diğer yazarlara sesleniyorum: Bir şeyler yazın! Arkadaş dünyayı yönetecek zeka ve yetenek var (Üç erkek yazarınız bir araya gelince) ama hiçbirimiz üşengeçlikten, hevessizlikten kılımızı kıpırdatmıyoruz.

O bir yana, Shokugeki no Souma'nın mangası çevrilmiş; ikinci sezon gerçekten güzel şeyler göreceğiz :) Yalnız adam döneri "pita" denen bir ekmeğe (Bizdeki tombik dönerin ekmeğine benziyor, ayrıca "pide" tarzı tüm ekmekler için kullanılan bir isimmiş) koyup; Hint turşusuyla birlikte hamburger yaptı. (Psikopat olmayanı Tootsuki'ye almıyorlar herhalde)

Ne zamandır tek satır yazamıyorum. Şu aralar çizim yeteneğimi geliştirmeye çalıştığımdan ("Bir balığı en ince ayrıntısına dek çizip doğru düzgün çöp adam bile çizemeyen Paludaryum'un dramı" Neyse ki artık insan çizebiliyorum; ama 3/4 çizimlerde sorunlarım var. Aksi gibi en doğal ve dolayısıyla en çok kullanılan bakış 3/4)

Bu arada, yakın bir zamanda bir takım şeyler sipariş etmeyi düşünüyorum. (Yenilebilir böcek, Tayland atıştırmalıkları, evcil hayvan ve Japon atıştırmalıkları).

Onu bunu bırak da, bu arada... Son zamanlarda "onu bunu" lafını "onu kunu" biçiminde söylemeye başladım. Çünkü Japonca'da kanji yani Çin kökenli harflerin iki tip okunuşu var: On ve Kun. Ağzıma takıldı öyle.

Of, açık lise şeyinde mal gibi Fransızca seçtim; şimdi Haziran'a kadar öğrenmem gerekiyor. (Ama İngilizce sorularına da baktım, onları da yapamıyorum)

Bir de; Kuroko no Basket'e taktım şu aralar. Günde üç (bazen 6-7) bölüm izliyorum. Of, zaten havalar da soğuk. Doğaya gidemedim; öyle duruyorum evde. Şehir yaşantısından nefret ediyorum. Hep o Avrupa'nın başının altından çıkıyor bunlar... Neyse...

Bir de, arkadaş bir türlü "omuraisu" yapamıyorum. Yok, olmuyor. Ya pirinci fazla pişiyor, ya az pişiyor, ya da yumurta saçmalıyor.

Bir de aklıma ne geldi, yandere simulator oynamak istiyorum. Neyse...

Offf, canım sıkılıyor... Daha Anime & Anime'ye tonla tanıtım yazacağım; Sonradan Gurme'ye ise yazacak bir şey bulamıyorum bir türlü.

Bak işte, şehirde değil de ormanın kenarında bir evde yaşasaydım bunaldığım, daraldığım zaman çıkar dolaşırdım ormanda. Şehirde öyle bir imkan yok, dışarı çıkınca dumandan, gürültüden, trafikten daha beter daralıyorsun.

Nolur beni alın buradan, gerizekalı havalar da bir ısınmadı gitti... Of yaaa :( Arkadaş ilkbahardayız, bu ne soğuk? Ağlayacağım şimdi ama, bu ne ya? Yürüyün gidin, yalnız bırakın beni! Hop, nereye? Daha yazıyı bitirmedim! Alooo! Çok yalnızım, ühühühü :(

Yorgunum ayrıca... Hepsi sanayi devriminin suçu! Yeter arkadaş, bir istediğimi yapmama izin verin ya! Felsefede "insan özgür müdür?" diye bir soru(n) var. Değil arkadaş! Ben değilim en azından! Bana ne ya, niye biri istiyor diye gençliğimi heba ediyorum ben? Niye birileri saçma sapan şeyler yapmış diye ormanda kalamıyorum? Bıktım hepinizden, yeter! Kıyamet kopsa da rahatlasam, bu ne ya?

18 Mart 2016 Cuma

Açlık Oyunları Hangi Zamanda Geçiyor?

Aslında, kitap üçlemesini bitirdiğimden beri bunun üzerinde düşünüyor ve uzun zamandır böyle bir şey yazmak istiyordum. Hemen akla iki cevap gelir:

1. Gelecekte
2. Geçmişte

Bu zıt gibi görünen cevapların nedeni, filmde sezilemese de kitaptaki gergin atmosferde gizli. Bir tarafta ok ve yaydan güçlü silahı olmayan kasaba halkı, diğer yanda ise ne idüğü belirsiz hava araçlarına sahip Capitol (Bu arada kitabı okurken bir Kapitalizm eleştirisi mi var diye düşündüm ama Capitol, İngilizce'de "başkent" anlamına geliyormuş). Peki, bunun sebebi ne? Bunun sebebi; kitabın geçtiği zamanda gizli: 3. Dünya savaşının hemen ardı... En mantıklı sonuç, bu olacaktır. Bu durumda; mıntıkalar yenilen devletler, Capitol ise kazanan devletler oluyor. Ve kitapta bu ülkeye bir isim verilmesine rağmen, Dünya sadece ondan ibaretmiş gibi anlatılıyor. Günümüz teknolojisinin topyekün kullanıldığı bir Dünya savaşının sonucu, sizce de aynı olmaz mıydı? Bu, ilk kitap olan Açlık Oyunları'nda pek sezilmiyor; ama ikinci kitap olan Ateşi Yakalamak'ta hafifçe seziliyor. (Tabii kitapta seziliyor; filmi kitap uyarlaması filmlerin %99'u gibi batırıp kendi kafalarına göre yaptıklarından pek belli olmamış. Arkadaş bir yönetmen neden kitap uyarlaması film çekerken kitabı okumaz?) Ama üçüncü, son kitap Alaycı Kuş'ta, 13. mıntıkanın nükleer gücü, görüntü montajı falan derken o havayı iyice yediriyor insana. Hele bir de Catniss'e verilen yeni bir ok-yay seti vardı ki kesinlikle teknolojisi aşmış.

Şimdi, neden birden bire damdan düşer gibi böyle bir konu yazdığımı sorgulayabilirsiniz tabii. YGS laneti üzerimden kalkınca, üzerime oturmuş olan koca fil de kalkıp onunla birlikte gitti. YGS'den beri yazmamamın sebebiyse bu kez de boynuma rehavet yılanının dolanmasıydı. Bu arada, yılanları sevdiğimi söylemiş miydim? Mitolojik olarak önemli bir varlık ve bence gerçekten asil hayvanlar. Bir de aklıma ne geldi, eğer bir çocuk yılan beslenen bir evde büyürse; doğal olarak yılanlardan korkmaz. (Evdeki yılan saldırgan bir zehirli yılansa ve çocuk kötü bir deneyim yaşamışsa işler farklı tabii. Ama siz de niye zehirli ve saldırgan yılan besliyorsunuz, mal mısınız?)

Konudan saptım iyice, gerçi konu hakkında yazacaklarım bitmişti. Daha Anime & Anime'ye yazmam gereken tonla tanıtım var; ama geciktiriyorum... Niye? Çünkü bir kedi kadar üşengecim. (Kedi ve üşengeçlik, hm? Kastettiğim şu: Kediler istediği zaman en hareketli canlı olur, istedikleri zaman kılını kıpırdatmaz ya; işte öyle bir üşengeçlik benimki. Hem üşengeç hem işsiz olmak zor azizim.)

Bu arada, örümceklerden korkup tarantulalardan korkmamam ise ayrı bir vaka. Küçük bir örümcek görünce ödüm kopar ama daha önce bir tarantulayı ev duvarında görüp (Türkiye'de iki çeşit tarantula yaşar: Chaetopelma concolor ve Chaetopelma olivaceum) gidene kadar boş boş bakmışlığım var. Bir de, beslemek istediğim canlılar arasında tarantula da var; özellikle görünüşünü çok sevdiğim ve bakımı en kolay tür olan B. smithi yani Kırmızı dizli Meksika tarantulasını ve yine görünüşünü çok sevdiğim ama bakımı en zor türlerden olan Avicularia versicolor'u.

10 Mart 2016 Perşembe

Sinir Stresten Patlayacağım Şimdi

YGS'ye 3 gün kaldı. Sinirden stresten heba oldum. Zaten gerçek dünyayı oldum olası sevmemişimdir, insan ilişkilerinde de son bir kaç yıldır düzgün iletişim kurabiliyorum. O da herkesle değil. Bir şeyler okuyup-izlerken genellikle en sevdiğim kararkterlerle aynıge hisleri yaşıyorum. Bunun nedeni, "gerçeklikten kaçış" amacıyla kendimi o karakterlerin yerine koymam. Hikikomorilik, otakuluk ve NEET'lik eğilimim olduğu söylenebilir. Hikikomoriliğe yatkınlığım gerek kişisel, gerekse çevresel bir çok nedeni var. Zaten hep çekingen biriydim, nasıl konuşulacağını da bilmem. Ayrıca, bunda beni evden dışarı çıkarmayan ve "aman yavrum düşersin" biçiminde çocukluğumu yaşatmamış bir babaanneyle büyümemin de etkisi olabilir. Zaten, o "okul kavgası" olayı patlak verdikten sonra gerçekten tam bir hikikomori haline geldiğim bir zaman da olmuştu. Gelecek planlarım içinde dahi hikikomorilik var. Otaku eğilimi sadece anime anlamında değil, ilgi duyduğum her konuya takıntı derecesinde bağlı ve bilgiliyim. Öte yandan, bilgisayar oyunlarında tam bir "noob" olmam da oyun otakusu olmamı engellemiş olsa gerek. NEET'liğe eğilimim özellikle ayrı bir konu. Gerçekten tek istediğim çalışmadır, şudur, budur dertlerinin olmaması.

Seyyahlara ve survival durumunu yaşamış insanlara hep özenirim. Kimseye tabi olmadan, kafana göre yaşam. En fazla yolda bir yerde ölürsün. Zaten başka türlü sınavdır, strestir derken ülser, kanser, migren, taşikardi filan olup ölüyorsun. Bir fark olmuyor yani, hatta ölüm riski ilk seçenekte daha az. Ülser için ilaç veriyorlar, kanseri güçlendiriyor. İlk seçenekte ise durumlardan nasıl korunacağını bilmek yetiyor.

Of, of... Yazmak, yazmak... Yazmak benim için iki farklı anlam ifade ediyor: Birincisi: kendimi kendime itiraf etmek, "kendi gerçeğimle" yüzleşmek. Bu birincisi, blogdaki yazılarımda ve Allah bilir şu an nerede olan üzüntüden (genellikle başkaları kaynaklı üzüntüden, özellikle dalga geçilme) yazdığım yazılardaki amacım. İkincisi ie buna tezat görünse de "gerçeklikten kaçmak." Hikaye, roman gibi şeyler yazarken; genellikle fantezi ya da bilim-kurgu yazarım. "Gerçekçi" hikayelerim de vardır ama bunlar da ütopyada geçer. Ve o "gerçekçi" hikayelerimdeki karakterlerin çoğu gerçek olamayacak kadar saf ve tek yönlü. Oysaki insanlar tek yönlü değildir, her birinin "şeytan" ve "melek" tarafları vardır. Kötü ve iyi taraf yani. Hangisini dışa göstereceği ve hangisini içinden yaşayacağı belirsiz.

Toplum içine karışmak... "Normal" kelimesinden nefret ettiğimi söylemiş miydim? Ayrıca gerçek dünyadan (Ona bakarsan şizofrenler için de "gerçek". Ya hepimiz şizofrensek? Aslında çevremizde kimse yoksa? O zaman ne olacak?), toplumsal normlardan, insanlardan (kendim de dahil, hatta en çok kendim) ve hayattan da nefret ederim. Ölüm, çoğu için korkulacak bir şey olabilir; beni ise ölüm fikri pek korkutmuyor. Ama "acı çekerek ölüm" dendiğinde o zaman korkarım. Örneğin örümcek, yılan sokması gibi şeyler... Ama eğer yüksek bir yerden atlarsam, ölürken acı çekmem. Neden mi? Çünkü kemikler kırılıp, kan etrafa saçıldığında; hiç bir şey hissetmiyorsunuz. Bunu, parmağımı kemiğe kadar yardığımda bizzat keşfettim.

Ama buna rağmen, hayatla ilişkim o kadar basit değil. Bir "kaçsam da kurtulsam" değil benim hayata karşı duruşum, "inadına yaşayacağım .... çocuğu" daha uygun.

Çok yazdım gene, of of... Başım, göz kapaklarım ağrıyor. Sol dirseğim uzun süredir pürüzlü bir yüzey aldı ve kıyafete temas ettiğinde garip ve kötü bir his veriyor.

Neyse... Karamsar bir dönemdeyim. Bu garip, çünkü bahar mevsimi aslında en sevdiğim mevsimdir. (Sert, sivri ve uç yönlerimi açığa çıkarsa ve ruhumu bulandırsa da) Sanırım hala kış yaşıyormuşuz gibi devam eden havalar yüzünden. Bu karamsar dönem, aslında çok garip. Bu tür dönemlerde, genellikle engellendiğim için suçu başkasına atar ve hiçbir şey yapmamaya devam ederim. Ama son zamanlarda bir gayret de geldi bana; neden bilmem... Bir balığı en ince ayrıntısına dek kalemi rastgele oynatarak ölçüsüz, kuralsız çizebiliyorken; insanı çizmeyi hiç becerememiştim. Ama şimdi her gün manga-yüzü çiziyorum ve sadece 3 gün olmasına rağmen çizimimde kayda değer bir ilerleme var. Bir manga fikrim de var zaten; belki burada yayınlarım. Belki de bir yayınevine götürürüm.  Ya da belki (bu en olası ama en istemediğim seçenek) sadece kendime saklarım. Ha, yakın çevremdeki bazı kişilere gösteririm büyük ihtimalle. Aslında, şöyle bir kaç manga/anime-sever bir araya gelsek de Türkiye için bir manga dergisi çıkartsak ya? Bence aylık olsun ama; haftalık çok zor olur. Canımız ne zaman isterse o zaman yayınlamamız da okuyucu kaybetmemize neden olur. (Sanki her şey hazır bir o eksik kaldı aq) Bu manga dergisinde manga tarzı Türk eserleri ve fanfiction, fanart gibi şeyler olsun. Veeeee bu da diğer zibilyon tane hayalim gibi muhtemelen asla gerçekleşmeyecek.

Gerçekten istiyorum; ama hayat bana hiç fırsat sunmadı...

Bakın, gördünüz mü? Yine başkasını suçlayıp hiçbir şey yapmamaya devam ediyorum.

Ne olacak bu hal? Zaten screentone sheets de arıyorum... (Ha her şeyi çizebiliyorsun bir o eksik aq)

Neyse, ben kaçtım...

8 Mart 2016 Salı

Az önce NHK izledim de...

Ulan Welcome to NHK'yı izledikçe bir garip oluyorum. Hikikomori'lik konusunu onlar deştikçe ben de deşiliyorum. (Şu daha önce defalarca söylediğim haklı kavga - ceza alma - okuldan bıkma - eve kapanma sürecinden söz ediyorum).

Cidden, tam bir hikikomori haline geldiğim zaman vardı. Evden çıkmıyor, ezkaza çıksam da kimseyle konuşamıyordum. Birine bir şey soracağım diye ne biçim canım çıktı...

Zaten YGS sinir stres yaptı iyice... Acayip uykum var. Ulan kötü oldum off... Zaten Bake dake ga bilmem ne de kötü yapıyor zaten. Hayır, Riccia da bitmiş...

Kurtarın beni! Bir de, şöyle bir yazı buldum:

http://www.lepisteskulubu.org/index.php/topic,4056.0

Onur hoca tam benim kafadan. İlgi alanlarımız da benzeşiyor zaten.

Onu bunu... Ulan selvi de bekliyor zaten orada... Bir kaç gündür ne ice tea, ne de kahve içmedim; ondan herhalde...

7 Mart 2016 Pazartesi

Biraz saçmalamak istiyorum: Yeni aldığım balıkların şerefine konumuz "akvaryum"

Sınav (YGS) acayip gerginlik yaptı bende, az önce ctrl+S'ye bastım mesela. O yüzden biraz saçmalamak istiyorum.

http://www.lepisteskulubu.org/index.php/topic,11444.0.html

Şu başlığı görünce epey güldüm, çünkü benim olumlu-ütopyomda bunlar zaten var :) Bir de ekmek alır gibi balık aldığınızı, her köşe başında akvaryumcu olduğunuzu düşünsenize?

Evin en küçük çocuğu seçilir, büyük seçilse bile zaten işleri küçüğe yıkacaktır: "Hadi oğlum koş köşedeki akvaryumcudan bir velifera kap gel. Erkek, sarı olsun."

Tabii akvaryumcuların o zaman dahi yola gelmeme ihtimalini düşünürsek, çocuğun erkek velifera diye eve dişi kılıçkuyrukla gelmesi işten bile değil :)

Bir de evin hanımı ile beyin arasında bir konuşma:
-Hanım, limon kalmamış...
-Hani, var ya?
-Yahu o değil, akvaryum bitkisi olan limon.
-Ha, öyle desene. Gene o itler (elma salyangozlarını kast ediyor) yiyip bitirmiş mi hepsini?

Tabii çok yaygın olsaydı, olumlu tarafları da olurdu. Mesela büyük ihtimalle akvaryumcu olmak zorlaşırdı ve biraz bilgilenmeleri gerekirdi. Bir de akvaryumcu ve toptancı fiyatları arasında devasa farklar olmazdı.

http://www.lepisteskulubu.org/index.php/topic,11465.0.html

Bir de bu var. 4. madde için, ben de beyaz benekten nefret ederim. Nedeni akvaryumlarımda başka hastalık yaşamamam ve yıllar önce bir veliferayı sırf bu yüzden kaybetmemdir. Bu arada, bugün iki velifera aldım. Yem almaya gitmiştim ama dişileri görünce dayanamadım. (Veliferaların dişisi pek bulunmaz; kılıçkuyruk, cüce gurami ve beta ile aynı hesap)

7. madde. Ah o 7. madde ah... Bilmem kaç nesil olan ve yabani form ile ata formları arasında, oldukça ilginç görünüşlere sahip olan lepistes ve kiraz karides kolonimin soyunun tükenmesine neden oldu. Lepistesleri izole edip ortama başka balık katmayarak akvaryum üretimi yabani form lepistes yetiştirme planlarım vardı oysa... Ah ulan ah...

10. madde için iyi güldüm :) Bunu biz akvaristler değil de, balıklar felaket olarak algılıyor :) Sonuçta biri her değişik bir şey gördüğünde evinizin dekorunu size sormadan değiştirse, hatta size yeni ev alıp zorla o eve nakletse bu durumu nasıl karşılarsınız :)

Şu an sahip olduğum canlıları sayayım mı? Hadi lan, çok canım çekti; nolur...

Su mercimeği (Lemna minör)

Bu arada bu L. minör'lerin karanlık bir yönü var. yüzey bitkileriyle alanlarını paylaşmayı sevmiyorlar. Taşınma sonrası elimde az da olsa su marulu (Pistia spp.) kalmıştı, soyları tükendi. Üremeye de başlamışlardı halbuki... Bir kaç ay önce akvaryuma bir yerden Riccia spp. girdiğini fark ettim, elleşmedim; beleş bitki sonuçta. Arkadaş daha bir hafta önceye kadar mercimeklerin kökü komple Riccia kaplıydı. Çok hoş bir doğal ortam oluşmuştu. Şu an Riccia'nın R'si bile akvaryumda yok.

Saz (Vallisneria spp.)

Mercimeklerin yaşamını gasp edemediği/etmediği tek bitkiler sazlar sanırım. Ha bir de bir süre önce akvaryuma giren, türünü bilmediğim su kenarı bitkisi var. Bu arada, sazlardan yavru aldığımı da belirteyim. (Pistia'lardan da yavru alıyordum gerçi; Riccia ve mercimeklerden de)

2 Pangasius hypopotalmus

Bu arkadaşları en yakın zamanda hak ettikleri büyük boyda bir akvaryum ya da havuza geçireceğim. (Adamlar 1 metre kadar büyüyor lan.)

2 Komanda çöpçü

Sanırım komando, tam emin değilim.

2 türünü bilmediğim albino çöpçü (Biri longdfin)

Büyük ihtimalle bronz çöpçüdür, albinolar genelde bronzlardan seçiliyor çünkü

10 kadar zebra balığı (Danio rerio)(İçinde mürekepbalığı genine sahip olanlar ve leustik olanlar da var, bir de kahverengiler türedi ama onlar nereden çıktı anlamadım. Zebraların öyle bir renk formu olduğunu bile bilmiyordum)

Bir "sürü" aldım derken şaka yapmıyordum. Bir de bunların yumurtaları var, evet! Bendeniz, karides ve lepistes üretiminden sonra; zebra danio da üretti. (Yumurtlattı, desek daha doğru. Çatlayacağım meraktan, ne zaman çıkacak şunlar yumurtadan?)

2 Meksika cüce kereviti (Cambarellus patzcuarensis)

Biri turuncu (CPO), öteki ise kahverengi (CPS).

1 ya da daha fazla ramshorn salyangozu ve/veya onun yumurta/yavru/torunları

Nasıl yani? Şimdi şöyle ki, bu ramshornlar; pek çok su salyangozu gibi çift cinsiyetlidir. Yani kendi kendini dölleyerek üreyebilir. Ramshorn salyangozu, akvaryumda bir "reenkarnasyon" döngüsü oluşturdu resmen :) Ölüyor, kabuğu alıyorum; iki üç ay sonra bir tane daha çıkıyor. Ha, bu durumdan şikayetçi değilim. Bir keresinde iki tane birden bile olmuştu. (Sahi, bu salyangozun yaptığı "akraba evliliği"ne girer mi? Gerçi hayvanlarda akraba evliliği için risk yok diye biliyorum)

Bir düzineden fazla (Son zamanlarda sayıları azaldı) adi salyangoz (Physa cf. marmoratus)

Onlar da benim çocuklarım :) Hepimiz kardeşiz :)

Bir kaç minare salyangozu

Arkadaş, ben bunlar kadar arsızını görmedim. İlk başta akvaryuma kendi isteğimle ekledim, ama akvaryumun tabanını taştan kuma değiştirince iyicene azdılar. Kumlar, camlar salyangozdan geçilmez oldu. Kaç kere kumu yıkadım, kuruttum. Bunları yediği söylenen canlılar var(dı) akvaryumda. (Yahu katil salyangozlar, tersyüzen çöpçü, kerevitler... Hiç biri bunlarla baş edemiyor) Hala varlar. Ama artık sayıları az. Ya da eskisi gibi bir soykırıma kurban gitmemek için kendilerini gizliyorlar. (Yahudi mi lan bunlar yoksa?)

1 ateş karınlı semender

Yalnız bu ufaklığın Çin semenderi mi, yoksa Japon semenderi mi olduğunu anlayamadım. Türkiye'de ikisine de Japon deniyor; ama sanırım Çin bu.

Veeeeeee yeni konuklarımız 2 Poecilia velifera

Üretim çok güzel bir duygu; ben de çıtayı biraz artırmaya karar verdim. Eh, dişi velifera da bulunca kaçırmadım tabii. (Aslında velifera mı, kılıçkuyruk mu alayım diye bayağı düşündüm. Ama beyaz benekten kaybettiğim veliferanın kuyruk acısından olacak, veliferaları seçtim. Bunda, dükkanda ne dişi ne de erkek kılıçkuyruk görmemiş olmamın da etkisi olabilir tabii)

Bir de Artemia nauplii yumurtası aldım ama onlar için hava motoru lazımmış; ben de var ama semenderin filtresine takılı. Bu arada, semender iki gündür yem yemeyip beni sinir etti; yarın da yemezse zorla yedireceğim. (Sürüngen, amfibi ve omurgasızlar için bu olağan bir durum. "Handling" diye ad bile koymuş ecnebiler buna)

Ha, bir iki çeşit kara yosunum var. Liken de vardı ama galiba öldü zavallıcıklar.

Şimdi, herkesi saygı duruşuna... Efendim? Uykusuz mu muyum? Yani, sayılır... Bu hafta boyunca dershanenin "sınavı olağan hale getirme sınavları" var. (Kendileri "geri sayım sınavları" demeyi tercih etmekteler) Ve ben de dün öyle gergindim ki, uyuyamadım. Ancak sabah namazından sonra uyuyabildim. Taş çatlasın beş saattir. Ha; ama bu gerginlik ve uykusuzluk, ilham kanallarımı açtı ve bir süredir üzerinde çalıştığım romanım için bana pek çok fikir verdi.

İşte...