Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Ağustos 2021 Salı

Durum Raporu: Tarifler, Mülteci Meselesi, Biri Şu Müezzine Ezan Okumayı Öğretsin Artık, D&R vs. Madoka

Tarifler konusunda bir şey fark ettim, o da şu: Usta, şef vs. taifesinin eksik malzeme vermek gibi bir huyu vardır. Eh, o da haklı; "ticari sır" diye bir şey var neticede. Birebir yapabilirsen neden ondan satın alasın? (Cevap veriyorum: Pratik olduğu için. "Ne uğraşacağım, gider alırım.") Neyse, bizim halkımızın da bir tarifi yaparken kafasına göre malzeme eksiltme huyu var. "Bu ne alaka la bunun içinde?" diyor, koymuyor mesela. Ya da "Bu şeker ne aq?" diyor, azaltıyor. Öyle olunca da ne oluyor? Ustadan aldığın tarif aşağı yukarı hazırı gibi olacakken zaten eksik olan tarifi ikinci bir kez eksilttiğin için "Bu ne la böyle? Hiç dükkandaki gibi olmadı?" şeklinde bir şey elde ediyorsun. Sana müstahak zaten, ne elliyorsun kafana göre tarifi?

Bunu yayınlayınca konu bitmiş bile olabilir ama yine de şu mülteci meselesi hakkında iki kelam etmek istiyorum. Öncelikle, göçmen/mülteci kabulüne karşı olmak saçma. Neden saçma? Kuzey Kore gibi sınıra yaklaşanı sorgusuz sualsiz indirmediğiniz müddetçe engellemenin bir yolu yok da ondan, zaten o durumda bile illaki yolunu bulan bulacak. Bununla beraber, mülteci kabulü sınıra geleni ülke devasa bir Mevlevi tekkesiymişçesine "Hadi sen de gel." diye kolundan çekip kafana göre şehirlere atarak olmaz. Bunu yapmak hem mültecilere hem yerel halka eziyet. Nasıl olur peki? Göçmenleri üç gruba ayırırsın: İşler düzeldiğinde dönebilecek olanlar, her halükarda dönemeyecek olanlar, ülkeye yararlı olma ihtimali yüksek olanlar. Üçüncü gruba bilim insanları, sanatçılar ve zanaatkarlar, gerektiğinde siyasetçiler ve bunlar gibi kişiler girer. Cengiz Han'ın aldığı topraklardan "Senle mi uğraşacağız aq?" şeklinde Anadolu'ya gelen Türkmenleri, Selçuklu'nun kabul etme sebebi gayet pragmatistti örneğin: Göçebeler her daim savaş gücüne olumlu katkı yapar; yani en azından 19. yy.a değin öyleydi. Neden? Herifler daima doğayla savaş halindedir çünkü yani yerleşiklerin aksine göçebeler asla "barış" ile tanışmaz. Kılıçları her daim keskin, yayları her daim kuruludur. Aynı sebepten devlet tarafından eğitilmelerine de gerek yoktur çünkü ya obaları ya doğanın kendisi onları bir savaşçı olarak eğitir. Ayrıca, devlet göçebeleri beslemek için ek ödenek harcamaz da. O niye? Göçebeler hayvan yetiştirip sadece kendi besinlerini değil genel besini de arttırır, üstelik hayvanları kalmadığı bir durumda da avcılık ve toplayıcılıkla kendi kendilerini besleyebilirler (Kayıtlar, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde yerleşik halkın av etine -biraz da dinî çekincelerden dolayı- pek de sıcak bakmadığını söyler.). Selçuklu'nun söz konusu göçebelerden edindiği bir fayda da şuydu: Bu kişiler zaten önceden de Selçuklu veya Selçuklu ardılı bir devlette yaşıyorlardı yani Selçuklu'ya sadık oldukları için Moğol topraklarında kalmak yerine göçtüler ve Moğollarla savaşmakta tecrübelilerdi. Selçuklu'nun devşirmeleri, gulamları ve diğer askeri birimleri Moğollar gibi göçebe bir Orta Asya halkıyla savaşmakta tecrübeli değildi. Onların tecrübesi asla göçebe bir tarihleri olmamış, dünyaya "düzenli devlet" kavramını hediye etmiş Romalılarla ve çok daha sonra bile Barbaros Hayreddin Paşa'nın "Eline kılıç alıp iki sallayınca kendilerini ordu sanırlar." biçiminde tanımlayacağı kuzeyli Araplarlaydı. Osmanlı'nın oraları kaybettikten sonra Kafkasya'dan ve Balkanlardan gelenleri kabul etmesi de benzer sebeplere dayalıdır, Selçuklu'da da bulunan "Zaten bizim halkımıza dahil, sadık olurlar." düşüncesi temel açıklamadır. Yine Kafkas halklarının ve Balkanlarda yerleşik hayata geçmesi bir dönem yasak bile olan Türklerin Selçuklu'nun kabul ettikleriyle ortak yanları hem savaşa hem ilgili düşmana alışkın olmaları. Ulan konu dağıldı yine, neyse. Hah, yararlı olma ihtimali yüksek olanlar diyorduk: Bunları zaten direkt vatandaşlığa kabul etmek en mantıklısı. İkinci gruba gelince: Bunlar için köy benzeri kalıcı yerleşim yerleri kurarsın. Birinci grup için de geçici yerleşim yerleri kurarsın. Bunlar şehirlere yakın da olabilir bu arada. Sonra ne yaparsın? Ülkenin iç dinamiklerine uyup uyamayacaklarını ölçer, buna dair eğitim verirsin. Temelde yasalarla ve dille ilgili olması gerek bu eğitimin (Mesela mevcut hükümetin pek sevdiği -ama nedense sadece işine gelen taraflarını sevdiği- Osmanlı'da işler "Hadi siz de şuraya yerleşiverin." biçiminde ilerliyordu genelde, öyle kafana göre şehir şehir gezmek anca "Gerçek bir Osmanlı olduğunu kanıtladıktan" sonra yapılabilen bir şeydi ki bu da günümüzde vatandaşlık ve oturma iznine tekabül eder zaten.). Sonra oturma izni ve gerektiğinde vatandaşlık gibi şeyleri almak isteyen zaten konuyu bildiği için başvurusunu yapar. Ekstra bir konu: Çeşitli sığınma ve/veya vatandaşlık talepleri bir yana, toplu halde bir felaketten kaçan bir grup sonrasında o felaket bölgesini ziyaret edebiliyorsa artık tehlike geçmiş ve komple geri dönebilirler demektir.

Buradaki insanı dinden imandan çıkaran müezzine söverken bir anda aydınlandım. Lan adamın suçu yok ki! Asıl eşek "Senden müezzin olur." diye bunu minareye koyan hıyar evladı! Bu arada Osmanlı'nın herhangi bir döneminde bu şekilde ezan (!) okuyan birini de bunu müezzin diye minareye koyanı da bu işe "Lan bu nasıl ezan?" deyip müdahale etmeyeni de idam ederlerdi, onu da belirteyim. Hele mevcut hükümetin pek bir sevdiği II. Abdülhamid bizzat "insanları İslam'dan soğutmak için çabalayan Batı casusları" oldukları gerekçesiyle bunların cesetlerini parçalattırırdı. Hakeza ismi köprüye verilecek kadar sevilen ve Osmanoğulları hanedanını gerçek anlamda Sünni çizgisine kaydıran Yavuz*, bunların kellerini mızrağa geçirip ülke boyu dolaştırırdı.

*Kronolojik olarak şöyle ilerliyor: Orhan Bey, devletin meşruluğu ve tam bağımsızlığı için Hâce Bektaş Veli'den icazet aldı. Aynı zamanda Osman Bey tarafından giyilen kızıl renkli tacın (taç dediysem aklınıza Avrupa tarzı taçlar gelmesin, börk ile kavuk karışımı bir şey) beyaza döndürülmesi konusunda da. Murat Hüdavendigar döneminde hanedan İslamcı çizgiye kaymaya başladı, Yıldırım Bayezid zamanında Timur ortaya çıkıp hanedanı köklerine dönmeye mecbur bıraktı. Adam "Ben Cengiz Han'ın varisiyim." diyor, boru değil; Oğuz soyunu öne çıkarman gerekir bu durumda. Koca Murat tekrar dindar bir yapılanma kurdu, sonra Fatih geldi. Fatih döneminde hanedan Sünnilik içinde kalsa da Hanefî çizgisinden koptu. Fatih'in Hanefilikte haram olan ıstakoz yemeyi sevdiği bilinir örneğin. Ayrıca Sünnilikte çoğunlukla haram gözüyle bakılan sanata da düşkündü, anlattım bunları. Eveeet, geldik Sofu Bayezid'e... Aha bu adam Yavuz'un Yavuz olmasının müsebbibidir. "Haramdır" gerekçesiyle babasının (Fatih) yaptırdığı tabloları saraydan attırmış bir heriftir. Kazanan Cem Sultan olsaydı (Kendisi Fatih'le benzer bir çizgide olduğundan asker ve ahali tarafından pek sevilen biri değildi. Evet, gördüğünüz gibi yönetici seçimindeki beceriksizlik ve basiretsizlik ta o zamandan kalma. Ağzınla kuş tutsan "Eee?" diyorlar ama o kuşun Allah dediğini iddia etsen Müslim-i Âlâ ilan ediyorlar seni.) şu an bu durumda olmayabilirdik ülkecek. Sonra ne oldu? Yavuz çıktı "Sen beceremiyorsun lan sultanlık yapmayı." deyip kendi kendine tahta geçti. Sonra da Şah İsmail'in adını ağzına alan herkesi sorgusuz sualsiz asıp Anadolu'daki hâlâ eski inançlar üzerine olan göçerlere ve Alevîlere "Siz Şah'ın tarafını mı tutuyorsunuz bakayım?" diye salça olup hanedanın mezhepsel çizginin amına koyarak tamamen Sünni çizgisine getirdi (daha ziyade denge sahibi bir çizgideydi Sofu Bayezid öncesi, yine Sünnilik içinde olsa da Bayezid-i Sânî döneminde merkez çizgiye yaklaştı, Yavuz döneminde de zaten malum.). Gerçi Yavuz bunu yapmasaydı Şah İsmail ile Memlükler  (Bu arada Memlük devletinin resmî adı ne? Ed-Devlet'ül Türkiyye. Yani? Türklerin [Türk illerinin, bunu çevirmek biraz zor] Devleti. Yeri gelmişken bunu da araya sıkıştırayım dedim.) Anadolu'yu yutup Osmanlı'yı Çelebi Mehmet öncesi haritasına döndürürdü muhtemelen.

Geçen D&R'a gittim. Daha doğrusu bir iş için bir yere giden ailemin yanında sürüklendim. Neyse, ben de hazır gelmişken bir bakayım dedim... de sinirim bozuldu. Listemde (Liste yapıyorum evet, ne var? Film, anime vs. listesi yapınca laf etmiyorsunuz ya?) olan kitaplar olduğu gibi (yarısı olunca neyi alacağımı da şaşırdım, o da ayrı konu) bir de durduk yere listeme eklenenler de oldu. Yeter ulan. Yalnız şey var... Madoka'nın mangası varmış lan Türkçe. Birincisi: Ne zaman çevirdiniz oğlum bunu? İkincisi: Lan Madoka anime orijinal seri değil miydi? Teyit için MAL'dan da baktım, orada da "Bir şeyden uyarlama değil bu, orijinal" yazıyor. Animeden sonra çıkan mangalardan mıdır nedir... Var çünkü öyle şeyler. Her hareketli görsel kaynak basılı kaynaktan uyarlanmaz, bazen de basılı kaynak hareketli görsel kaynaktan uyarlanır. Bunun başka örnekleri de var, mesela Star Wars'un kitapları. O değil de... Lan bitmiş mangaların resmî çevirileri yok ortada, 15 bölümde mi ne sik gibi kalmış alayı, Madoka mangasını niye çevirdiniz durduk yere? Hayır Madoka mangasını kim alacak Türkiye'de? Bu ülkede öyle kapağa sahip mangayı gidip kitapçıdan alacak kadar göt kimsede yok, anca internetten getirtirler alacaklarsa da (Madoka popüler sayılır bak ama işte kapak ve -her ne kadar yanlış olmasa da- ismin Türkçe çevirisi işi bozuyor. Hayır bir de kapakta animedekinden de loli benzeri bir görüntüleri var karakterlerin.).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder