Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

6 Şubat 2021 Cumartesi

Konu Listeleme de Olmadı... Devamke

Şu hayatta var olmayan -ya da en azından benim denk gelemediğim- bazı şeyler var. Algida'nın kampanya yapmadığı yaz bunlardan biri misal: Max çubuğunda bedava olsun, Magnum çubuğunda BMW olsun... Bir diğeri de ahlak bekçiliği ve din tüccarlığı/gösterişçiliği yapıp ahlaklı ve dine uygun yaşayan kişi. Bu tür kişiler her nedense artık (!) ahlaksızlık ve (çoğu zaman şirk, hatta "Hadis inkâr eden kafirdir." deyip sonradan ayet inkarı da içeren) münafıklık denizinde konforlu, lüks deniz yataklarının üstünde kokeyllerini (Alkolsüz [yersen] olacak tabii, yoksa ahlaksızlık olur maazallah.) yudumluyorlar. Üçüncüsü, bütün porno sitelerini kapatıp (Yok canım, ben ne gireceğim? "Bir arkadaşım" giriyor da oradan biliyorum yaaaani, yoksa ne işim olur pornoyla hentai ile falan?) uçkuruna göre karar vermeyen herhangi bir kurum, kuruluş, yapılanma, mahkeme vs. de yok. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Tacizi, hatta tecavüzü neredeyse pratikte suç olmaktan çıkarıp siteleri kapatmak da nereden baksan iyi kafa ha. Bu arada herhangi birinin üstüne alınmasına da gerek yok, Çin ve Suudi Arabistan'dan bahsediyorum ben. Tabii, bir de Kuzey Kore işte... Gerçi orada internet de yok. Şimdiye dek haremsiz isekai da görmedim. Gördüklerim arasından haremsiz isekai'ye en yakın üç seri Slime, KonoSuba ve Re:Zero'ydu. Düşün bak, haremsize en yakın olanlar bunlar. Bir de şu yeni örümcek serisi, Kumo Desu Ga var ama onun nasıl olacağı belirsiz, hem daha sadece birkaç bölüm oldu hem de her bölümde "Mangada böyle değildi", "Ama novel'de böyle." muhabbeti dönüyor, bir anlayın lan artık. Yeminle ben bıktım. İşsiz piç Rudy'nin serisi Mushoku Tensei de henüz sadece birkaç bölüm oldu ama şimdiden harem olacağı belli. Yorumlarda "Harem içerecek mi bu ya, içermesin." diyen birine "Kardeş isekai izliyorsun, sence içermeme ihtimali var mı?" demişti biri aghdjsa. O kadar haklı bir yorum ki. Roxy'yle Silyph (Böyle mi yazılıyordu lan bu?) geldi bile. Hazır yeri gelmişken: Paul, cibiliyetini sikeyim senin. Şerefsiz ibne. Rudy'yi de tam uygun babaya vermişler ha, pislik seviyesi aynı. Rudy, bir de... Sen... Mal mısın çocuğum, sırf saçı kısa diye niye erkek sanıyo'n la Sylph'i? Kız olduğu her türlü belli oluyor, ha biz trap karakterlerle bol bol karşılaştığımızdan "Erkek mi la bu?" diye düşündük -zaten onu bir ton başka karakter için de düşünüyoruz gizli eşcinsel mangakalardan dolayı, bazen hiç düşünmediklerimiz de öyle olabiliyor- ama sana ne oluyor? Neyse, konuya dönersek: Ota boka "Faşist" yaftası yapıştırıp Faşizm'in ne olduğunu, (her ne kadar anlamının geçen zaman içinde değişmiş/genişlemiş olması gayet doğal bir durum olsa da) aslen Mussolini İtalya'sında ortaya çıkan ve doğrudan İtalya ve İtalyanlıkla ilgili bir terim olduğunu bilene de rastlamadım. Nazizm ise tam tersine Almanlık ve Almanlarla doğrudan ilgisi olmayan bir terimdir (terimdi), herhangi bir "ulusalcı solcu" veya "solcu milliyetçi" teknik tanımına göre nasyonal sosyalist oluyor. Yalnız dediğim "Faşist'i günümüz anlamıyla kullanmayın." değil, her sike demeyin diyorum sadece; lafım genel bir laf değil, en alakasız, günlük hayattaki şeylere bile bunu diyenlere lafım. Bak "Et yemek insan doğasına aykırı." deyip kanıt olarak inek sütünü doğru düzgün sindiremememiz ya da çiğ et yiyemememiz* gibi şeyleri gösteren vegan ve vejetaryenler arasından veganlığın kaç bin yıl önce sarhoşluk veren tütsülerin (Her tütsü böyle değil tabii, günümüzdeki tütsülerin neredeyse hiçbiri değil zaten), unlu ve iri meyvelerin, kolayca ev inşa edebildiğin bambuların anavatanı olan Güney Hindistan'da ortaya çıkmasının ve Batı'da tam da hayvanlar hakkında "Aaa, bunlar da canlı lan." fikrinin nihayet gündeme geldiği ama bitkilere hâlâ taşmış, kayaymış gibi davranılan zamanlarda fark edilip popülerleşmesinin tesadüf olmadığını da bilmezler, muhtemelen 20. yy.da ortaya çıktığını söylerler sorarsak.

*Bilmedikleri başka bir şey de kedi ve köpeklerin de inek sütünü sindiremediği (Yavru kedi ve köpekler, hatta sütten kesilmemiş ama insanların bakımına muhtaç kalmış hemen her hayvan keçi sütüyle beslenir ve işe bak ki keçi sütü, yapısal olarak insan sütüne en yakın şeydir; en azından nispeten kolay ulaşılabilen sıvılar arasında. Zaten o yüzden sütanne bulunamayan insan bebekleri de keçi sütüyle beslenir.) ve onlara çiğ et verirsek dişlerinin aşındığı, sindirim sorunları çektikleri belli ki (Kedi ve köpeklere haşlanmış et vermek gerekiyor illa mama değil et verecekseniz); zira insan eğer bu sebeplerden otçul doğalı oluyorsa kedi ve köpek de otçul doğalı oluyor. Hadi köpekgillerde mezokarnivorluk, leşçillik ve hepçillik (varlığı işlerine gelmediğinden yokmuş gibi davrandıkları hepçillik, insan doğasının ve bütün hominoidlerin asli ve temel beslenme düzeni olan hepçillik; bugün eğer "kültür" diye bir şey varsa, "teknoloji" diye bir şey varsa ve doğada, buzul çağında, hatta çok daha önce soyumuz tükenip yok olup gitmediysek varlığımızı borçlu olduğumuz hepçillik.) yaygın olduğundan köpeklerin yabani ataları kurtlar düpedüz etobur olsa da köpeklere hepçil veya en azından mezokarnivor (mesocarnivore) diyebiliriz ama kediler? Kedigiller arasında bırak hepçili, mezokarnivor bile pek yok; kedigillerin hemen hemen hepsi düpedüz etoburlar.

Yalnız nasıl bu işlerin kurdu olduysam Horimiya hakkında her dediğim gerçekleşti. Yuki-Dış mekan Miyamura ikilisinin ilişkisini atlayıp Yuki-Touru'ya odaklanırlar dedim, Sakura-Touru ikilisinin ilişki (Bu arada ilişki dediğim sevgililik vs. değil, yani sadece o değil. Bildiğin, arkadaşlık, tanışıklık, bilmem ne... Her türden ilişkiden bahsediyorum.) sürecini başlattıklarından bu kesinleşmiş oldu. Hori grubu-Öğrenci konseyi ilişkisi hakkında "Böyle yaparlarsa millet 'Ne zaman arkadaş oldu bunlar?' der." dedim, yorumlar onlarla doldu. Bu kadar hızlı ilerlemesinin şöyle iyi bir tarafı var: Öyle bir depara kalktılar ki birkaç bölüm sonra Kyousuke'yi görme ihtimalimiz neredeyse kesin. Yani özetle: Baba gibi baba geliyor be.

Bak mesela, Osmanlı Türklük, Türklüğünü kaybetme vs. üzerinden çok eleştirilir. Ha, Osmanlı'nın eleştirilecek yanı yok mu? Var hem de gırla, dört yüz yıl boyunca (Bir yüzyıl sistemin oturmaması, bir yüzyıl da komple bozulmasından kayıp veriyor.) kimsenin "Biz ne yapıyoruz lan böyle?" diye sorgulamadığı "sıvış yılı" diye bir saçmalık var mesela ya da Osmanlı'nın son dönemlerde "Bunlara tarım yaptırırsam ekonomi düzelir." diye bir fikre kapılıp bütün göçebeleri, Yörükleri vs. yerleşik hayata geçmeye zorlamasının bilhassa devletin savaş gücünü mahvetmek ve iç isyanları, devlete sırt dönmeyi artırmaktan başka bir şeye yaramaması (Kuvayı Milliye hareketinin yoğun Yörük nüfuslu Ege bölgesinde başlaması bir tesadüf değil. "Devlet bizi kurtarmayacak, zaten bizi zorla yerleştirttiler buraya, alayına isyan ulan." mantığı vardı orada, sadece işgalciler değil İstanbul Hükümeti de düşman konumundaydı.) ya da sırf eleştiri var, isyan planlama ihtimalleri var diye kahvehaneleri, kahveyi, içki ve tütünü yasaklama saçmalığı (Evet, 4. Murat'ın içki yasağı dini değil siyasi bir yasaktı, aksi durumda en baştan beri olurdu veya Şeri hukuku örfi hukukun önüne almış ilk padişah olan Yavuz döneminde konurdu; dini bir yasak olsaydı gayrimüslimleri de kapsamazdı zaten. 4. Murat'ın kendisi de bilhassa şaraba düşkündü, bir de bu var.) var ama doğru eleştiri noktası Türklük değil. Gerçi Dede Korkut'ta bile geçen, Türklerin en eski adetlerinden çanak yağmasını Osmanlı'nın gösterişçiliğine ve halkına değer vermemesine bağlayan, "Siverek neresi ya?" deyip Napoli'nin köylerini ezbere sayan, Salur Kazan, Seyfettin Kutuz, Er Töştük gibi tarihi/efsanevi isimleri duyunca "O kim yea?" deyip bir de utanmadan dalga geçen ama Kral Arthur'a tapan ve Kral Arthur'un İngiliz değil Kelt kralı olduğunu ve Britanya tarihinde konumunun tam olarak Oğuz Kağan ile aynı olduğunu* bile bilmeyen, kendini aydın sanan, ruhunu Batı'ya satmış cahiller oldukça eleştirinin bu bağlamı da çok sorgulanmamalı. Bunların bir başka özelliği de kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayıp Atatürk'ün neyi neden ve nasıl yaptığına değil sadece ne yaptığına bakan şekilciler olmalarıdır. Şapka kanunu var diye şapka takarlar, "Niye var, nasıl var oldu, neden gerek duyuldu (ya da gerçekten gerek var mıydı?)" diye bir an olsun düşünmezler. Kendilerine "Bumin Kağan kimdir?" diye sorsak Mete Han'la karıştırır, Atatürk'ün bilhassa Bilge Kağan'ı ve Kül Tigin'i övdüğü ve Bilge Kağan'dan asli Türk hakanı olarak bahsettiğinden bihaber yaşarlar. Attila'nın ağabeyini, Mete Han'ın babasını öldürüp tahta geçtiğini ve bunun Türk töresinde zaten olan "Kutludan kut alınmışsa tahttan indirilir, inmezse idam edilir; artık kutlu olmadığından kanı da akıtılabilir." (Kutlu kan kanın kutsallığından, lanetli kan da toprağın kutsallığından yere akıtılmaz Orta Asya töresinde. Kut sahipleri yaylarının kirişi ile boğularak idam edilir ki kutlu kanları akıp hanedan lanetlenmesin, lanetliler de çuvala sokulup atlara ezdirilerek idam edilir ki kanları toprağa düşüp toprağı ve toprağın kutsallığını kirletmesin. Birinci için örnek Şehzade Mustafa, ikinci için örnek Mûstasım Billah. Teoman Tanhu ve Dündar Bey'e bakınca okla vurulmak da yayla boğulmakla aynı şekilde algılanıyor gibi duruyor, zaten günümüzde daha çok kılıç ön plana çıksa da Türklerin kutlu silahı her daim ok ve yay olmuştur. Oğuz Kağan'ın kılıcı değil, ok ve yayı vardır örneğin.) anlayışından kaynaklandığı ve o olmasa bile zaten yapılacağı, yapılmaya devam edileceği hakkında zerrece fikirleri yokken kardeş katli fermanına sallarlar. (Ha o ferman olmasa Şehzade Oğuz [Mehmet oğlu Cem oğlu Oğuz] muhtemelen çok daha uzun yaşar, en azından ergenliği görürdü. Osmanlı'nın "Nasılsa ferman var aq." şeklinde işi "Asarım keserim, sultanım lan ben." boyutuna getirdiği bir gerçek; ona bir itirazım yok.) Peki ya Selçuklu (Ulan bahsedeceğim konuya gelene kadar ne çektim be.), onu hiç düşündünüz mü? Selçuklu bu konu üzerinden hiç sorgulanmaz, eleştirilmez; oysa özellikle Cengiz Han güç kazandıktan sonra Selçuklu, tamamen Pers devleti haline gelmiştir ki bu durum tam da Cengiz Han'ın elini kuvvetlendirmeye yardımcı olmuş ve İran'ın batı sınırlarına, Anadolu'ya dek dayanmasını sağlamıştır zira Türk beyleri İran krallarına dönüşmüş devlette yaşamaktansa en azından soy, dil ve örf bağları olan Moğolların hükmü altında, onlara layık oldukları gibi Altay Dağları töresiyle hükmedip Orta Asya töresiyle yaklaşan bir devlette yaşamayı ve onlar için savaşmayı tercih etmiştir. Halihazırda İran coğrafyasındaki Türkmenler batıya, Selçuklu'ya göçse de (Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim: Bu bir savaştan kaçma hadisesi değildir, sadece hizmet ettiğin/bağlı bulunduğun devlet artık o toprakların hakimi olmadığı için hâlâ o devlete bağlı olan yerlere yapılan bir göçtür. Zamanında Ankara'nın başkent ilan edilmesiyle birebir aynı şeydir yani, Ankara da İstanbul işgal altında olduğu, artık devletin parçası olmadığı için başkent ilan edilmişti. Ha başka sebepler ve ta önceki devirlerden kalan "İstanbul başkent olmasın aga ya." fikirleri vardı ama temel sebep buydu.) Orta Asya'da kalanlar savaşsa bile kaybedince ittifak yolunu seçmiştir. Selçuklu, resmi dilini Türkçeden Farsçaya çevirmiş, hükümdarlar çocuklarına Farsça isimler vermeye başlamış, Türk dilinin resmi yerlerde kullanımı ve bazı Türk adetleri bile yasaklanmıştır. Hatta bunlar arasında muhtemelen at eti yemek de vardır zira at eti İslam'ın hiçbir mezhebinde haram değildir. İmam Hanefi, kendi takipçilerine "Savaşlarda kullanılan önemli bir hayvan olduğu için sayıları azalmasın diye" mekruh kılmıştır (Bu ne kadar İslamî bir tavır sorusunu geçiyorum şimdilik), hatta bunun "Dinin değil kendisinin hükmü" olduğunu, sadece kendi takipçilerini bağlayacağını da üstüne basa basa belirtmiştir ama onun hükmü de binek ve yük atlarıyla ilgilidir. Dağda bayırda kendi halinde gezen yılkı ve baştan beri eti için yetiştirilen -ki binek ve yük atları Orta Asya töresinde zaten yenmez, onlar ailenin parçasıdır; ek olarak Türkçede bunlara da "at" değil "yılkı" denir- atlarla ilgili bir hüküm yoktur. Bu arada at etini Selefi ve Vahhabiler yemez ama Selefilik ve zaten onun kolu olan Vahhabilik temelde "Sorma, sorgulama, eskiler ne yaptıysa aynısını yap, 'Bu ayette acaba ne demiş?' diye düşünme, yap gitsin be oğlum o zamanlar yaptılarsa bir bildikleri vardır, senin Allah'ın hükmünü anlayacak aklın mı var mal." diye emrediyor birden fazla kez tekrarlanan "Aklınızı kullanın." ayetlerine ve "Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa." (Bakara 170) ayetine rağmen ama bizim inançsızlara sorsan kendi anadilinden okuyup kafa kesiyor o yüzden "Gerçek İslam" bu imiş. E, peki bu düpedüz ayet inkarcılığı değil mi? Gerçi "Hadis" denen kavramın içinde bin tane ayet inkarcılığı var da onu geçiyorum. Sünniler Alevilere, Şiilere "Ayetleri inkar ediyorsunuz." der bir de sanki kendileri aynısının kılıfına uydurulmuş halini yapmıyormuş gibi; Şiiler en azından kılıfa uydurmuyor. O değil de baba tarafı Sünni, ana tarafı Alevi köklerle birlikte Sünni (Anne tarafımın kendisi Sünni ama anne tarafına en yakın akraba soy Alevi. Yörük olmanın sıkıntıları bunlar hep, köyler arası aşiret sistemiyle yaşanıyor; gerçi bu aşiretlerin ortak hareketinden, hatta kendi içlerindeki ortak hareketten bile bahsetmek pek mümkün değil ama uzak akraba, şu köy, bu boy o konularda bilgin oluyor.), kendisi de gençliğinde bir dönem Kurancılık içinde bulunmuş, şimdilerde kendine özgü garip bir mezhep -ki bazıları tarafından Kurancılığın bir çeşit kolu sayılabilir veya İslam bile kabul edilmeyebilir- üzerine duran birisi olarak böyle rahatça ahkam kesebiliyorum ya, o çok zevkli oluyor. İşte Arap kültüründe at eti yemek olmadığı ve eskiler (Onlar da hangi eskiler, ne kadar eskiler belli değil. Cahiliye zihniyetinden ne farkı var bu adamların?) yemediği için de Selefi ve Vahhabiler at eti yemiyor. Osmanlı'nın son dönemlerinde de isimlerin Arapçalaşması mevzusu görülür ve bunun muhtemel öncelikli sebebi ta Kanuni döneminde "İsyana meyilli, devlet hükmünü kabul etmez, kendini her şeyden ve herkesten üstün görür ama daha savaşmayı bilmez, eline kılıç geçip iki sallasa kendini asker sanır." olarak tanımlanmış Araplara (Bak daha Arabistanlı Lawrence falan yok o dönemde, ta o dönemde mimlenmişler. Suudi hanedanının atası Abdullah bin Suud'un da isyan ve gasp suçundan Osmanlı tarafından idam edildiğini belirtmeden geçemeyeceğim.) karşı "Halifenin gücüne tabi olun, isyan etmeyin, akıllı olun Allah çarpar." mesajı vermektir ama resmi dil hâlâ Türkçe olmaya devam etmiş, İngiliz işgali altında, Osmanlı sultanının adeta devlet-i aliye hünkarı değil de İngiliz lordu, hatta İngiliz valisi ("Fransa vilayeti"nden nerelere...) haline geldiği, "Aman başımıza bir iş gelmesin." diye devletin başkentine Türk ve İslam düşmanlıklarıyla binilen birtakım papaların, kralların heykellerinin dikilmesine tek laf edemediği dönemlerde bile yasak edilmemiştir. Selçuklu'nun tavrına karşı da ahaliye kim olduklarını, neler yapabilecekleri ve neler yapmaları gerektiğini hatırlatanlar Karamanoğlu Mehmet Bey gibi otağında oturan, at üstünde kılıç çarpıştıran (Bunlar yönetici taifesi olduğundan kılıçları var tabii) yarı-göçebe (Arazi sahibi, aslen devlete bağlı adam nasıl ağız tadıyla tam göçebe olsun? Gerçi Türklerde tam göçebelik neredeyse yok gibi bir şeydir, Göktürkler bile tam göçebe değil yarı-göçebeydi hem halkıyla hem toyuyla.) Türkmen beyleri ile Hace Bektaş Veli gibi Türkmen-Alevi dervişleri olmuştur. Benzer bir aydınlanma da çoğu Anadolu Kıpçaklarından olup Moğollarca köle olarak Abbasilere satılmış, Abbasi devletinin askeri gücünün önemli bir parçası olan Mısır Türkleri arasında hemen hemen aynı zamanlarda Aybeg, Kutuz, Baybars gibi isimler önderliğinde gerçekleşiyordu. Osmanlı da küçük ve önemsiz bir soy olmasına karşın uç beyliğinin avantajı ile bir yandan Doğu Roma'ya sataşıp bir yandan bu "özünü hatırlama" faaliyetlerine destek vererek kısa sürede güçlenmiştir zaten. Küçük ve önemsiz soyu açacağım: Osmanlılar Kayı boyunun tek bir aşiretinin (Karakeçililer) tek bir obasıydı sadece, Yıldırım Bayezid, Timur'a karşı bütün Kayı'yı komple Osmanlı'ya mal etse de (Bunun sebebi de "Han" unvanı için ya Cengiz Han ya Oğuz Kağan soyundan gelme zorunluluğu. Timur iki soydan da gelmiyordu ama veraset açısından Cengiz Han'ın varisi olduğunu söylüyordu [o dönemdeki bütün Orta Asya devletleri gibi] ki Müslüman bir Özbek olduğu halde Osmanlı'da kendisine "Moğol" denmesinin ve günümüzde MEB'in tarih kitaplarında/derslerinde hâlâ "kâfir Moğol" olarak anlatılmasının sebeplerinden biri de bu.) Horasan'da kalanlar vardı, Ankara civarında oba kuranlar vardı, Kuzey Suriye'de varlardı (hâlâ var), hatta Osmanlı ile gelip ona yakın bölgelerde konaklayan ama farklı ve çok münasebetleri olmamış obalar da vardı. Gerisingeri doğuya dönüp bugün Çin'de yaşayanlar bile var. Yani Kayılar ve hatta onun tek bir aşireti olan Karakeçililer bile çok fazla kola ayrılmıştı ve Osmanlı o kollardan sadece biriydi, üstelik önemsiz ve küçük bir koldu Selçuklu devleti tarafından kendilerine uçbeyliği verilene dek. Zaten her ne kadar genel Oğuz geleneğinde yönetici boy Kayılar olsa da o dönemde geçer akçe olan boylar Selçuklu hanedanının geldiği boy olan Kınıklar ile bu özünü hatırlatma faaliyetlerine başlayıp en çok destek veren ve o dönemde Anadolu'da hem sayı hem savaş gücü olarak oldukça üstün olan Avşar/Afşar boyuydu, Karamanoğlu Mehmet Bey de bu boydandı. Zaten Osmanlı'nın tarihi boyunca sorun yaşadığı Türkmenler de çoğunlukla Avşar boyundandı ki bunda Avşarların oldukça haklı olan "Biz kılıcımızla buraları düzelttik, ahaliye kim olduklarını hatırlattık, siz gelip üstüne kondunuz." tavrının da payı var. Bunu o bahsettiğim, Osmanlı ile yakın denebilecek bölgelerde oba kurmuş ama Osmanlı ile pek bir ilgisi/ilişkisi olmamış, hatta yerleşik hayata geçmeye zorlandıklarından isyan edip çevre köyleri -ki onlar da tam olarak bizi yerleşik hayata geçirme amacıyla kurulmuştur, önceden bomboş dağ tepe idi oralar; bu sadece işgalcilere karşı alınan tavır yani- yağmalamış, yıkmış bir Karakeçili köyünden biri olarak yazıyorum bak: Adamlar gayet haklı.

*O konum da şudur: Her iki kişilik de muhtemelen ya gerçekten yaşamıştır veya gerçekten yaşamış bir figürün hikayesini anlatmakta kullanılmış bir alegoridir ama haklarında destanları ve onlardan Allah bilir kaç zaman sonra torunları (veya öyle olduklarını iddia eden kişiler) tarafından yazılmış eserler dışında iz ve kaynak yoktur. Oğuz Kağan sıklıkla Mete Han ile eşleştirilse de Mete Han'ın hayat hikayesinin bilinen kısmıyla Oğuz Kağan Destanı'nın pek örtüşmesi yok, hikaye değişmiş veya alegorik olarak anlatılmış olabilirse de (ve bazı ortak/benzer kısımlar inkar edilemese de) destanda açıkça Uygur denen Oğuz Kağan'ın Kıpçak olan Mete Han ile bağdaşlaştırılması pek doğru gelmiyor. Nasıl ki kadim Altay soyu başta Tunguz ve Altaylı diye, sonra o Altaylı da Türk ve Moğol diye ayrıldıysa Türk soyu da başta Sabar ve Ogur diye ayrılmıştır. Sabarlar kendi içinde Sibirler, İskitler gibi boyları barındıran Asıl Sabar boyu ile Kıpçaklar diye, On Uygur da denen Ogurlar da kendi içinde Uygur ve Oğuz diye ayrılmıştır ki destana göre Oğuz Kağan, Uygur soylu olup Oğuzların atasıdır yani tıpkı Kıpçakların aslının Sabar olması gibi Oğuzların aslı da Uygur'dur. Özetle Türk soyunun boylarına budaklanan listeye göre de Oğuzların atası olan Oğuz Kağan, Uygur değilse de en azından Ogur olmak durumundadır. Ha destan ilk kez Uygurlar tarafından yazıya geçirildiğinden Oğuz Kağan'a "Uygur" denmiş olabilir ama yine de günümüzde de Oğuzlar, kültürel, dilsel ve kan yakınlığı açısından Uygurlara Kıpçaklardan daha yakın. Günümüzdeki Oğuz kökenli halklardan bazıları: Türkiye Türkleri (Kıpçak köken veya Kıpçak-Oğuz melezlik ihtimali de Türkiye Türklerinde yüksek, bilhassa Kuzeydoğu Anadolu ve Güney İç Anadolu'da zira Anadolu Kıpçakları oralarda yerleşmişlerdi; Oğuzlar Selçuklu'yla ve sonrasında gelmişti), Türkmenler (Türkmeneli, Türkmenistan), Azerbaycanlılar ve İran Türkleri (Birkaç tane Oğuz kökeni olmayan İran Türkü halkı da var ama çoğunluk Oğuz kökenli). Günümüzdeki Kıpçak kökenli halklardan bazıları: Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler (Özbekler yoğun Moğol ve Oğuz melezliği de taşıyor çünkü ortaya çıktıkları dönemde bugün Özbekistan denen coğrafya Amerika'dan halliceydi. Kıpçak'ı, Oğuz'u, Moğol'u, Pers'i, Arap'ı, Hintlisi, Sabar'ı, Abhaz'ı, Çerkez'i... Ne ararsan vardı.); Asıl Sabar soyu da Yakutlar ve Çuvaşlar ile temsil ediliyor. Yani destanı yazıya geçiren Uygurlar olduğundan Oğuz Kağan, Uygur ilan edilmiş olsa ve gerçekten Mete Han -ki o Kıpçak'tı- ile aynı kişi olsa bile torunlarının neden Kıpçaklara değil Uygurlara yakın olduğunu açıklamak gerekiyor. Sabar ile Ogurların temel farklarından biri Ogurların diğer Altaylara (Özellikle Moğollar), Sabarların Ural halklarına (Özellikle Macarlar) daha yakın olmasıdır bu arada. Bir de tabii destan ile zamanlamanın çok örtüşmemesi var, Oğuz Kağan destanına göre Kıpçaklar, Oğuz Kağan'ın tek bir beyinin soyundan geliyorlar yani zamanlama da pek tutmuyor (Hunlar Kıpçaklar içinden bir aşiretti) ama destanlarda zamanlama hatası ve kayması gayet olağandır. Ha elbette, babası Kıpçak olmasına rağmen kendisi Ogur/Uygur bir anneden doğma ise destanda öyle anlatılmış olabilir ve kendisi babasından çok annesine çekmişse bu hem Uygurlara daha yakın olan Oğuzları hem de Oğuzların Kıpçaklar arasından neden Özbeklere en yakın, Kazaklara en uzak Türkî halk olduğunu açıklar. Mete Han'ın annesinin Türk olduğunu biliyoruz, destanda Oğuz Kağan'ın annesine Ay Kağan denir ki bu aslında ilginç çünkü han içeren kız isimleri Türkçede mevcut olsa (örneğin Aslıhan adının ta Selçuklu'dan beri kullanıldığını biliyoruz) ve zaman zaman bazı ünlü tarihi kadınlar veya mitolojik figürler "han" unvanıyla anılsa da buradaki Kağan bariz unvan ama Kağan Türk dilinin ve yönetim sisteminin her döneminde eril bir unvan olmuştur, dişili zaten Kağantun/Kağadun/Katun/Kadın/Hatun biçimlerinde bulunmaktadır. Han da aslen eril olsa da dediğim gibi istisna var ama Ay Kağan dışında "Kağan" ile unvanlanmış herhangi bir kadın yok. Bak evet, "kadın" her ne kadar anlamı değişse de cinsiyet belirteci değil unvandır Türkçe bilmeyen Türk feministlerin sandığının aksine; doğru ikili kelime "kız"dır. Eğer "Bayan değil kadın"da ısrar edecekseniz, "erkek" yazan tabelaların da "Adam"a çevrilmesi gerekmektedir zira Türkçenin ikiliği bu şekildedir: Erkek-Kız, Adam-Kadın biçiminde. Nüfus cüzdanının cinsiyet hanesine bir bak bakalım 80 yaşındaki nineye de "Kız" yazıyor mu yazmıyor mu. Niye yazıyor? Çünkü zamanında bu hüviyetleri çıkaranlar Türkçe biliyorlardı da ondan. Yani illa "Bayan" kelimesinden rahatsız olacaksanız (Ki bu da unvandır, bey kelimesinin dişilidir; tarihte bu adda erkek bir Türk hükümdarı bile vardır.) doğru itirazınız "Bayan değil kız." olmalı, gerçi siz böyle şekilciliğe takılıp oyalanır ve o rahatsız olduğunuz ataerkil kültürün size sunduğu bütün avantajları (Evet, ataerkil kültürün kadınlara da avantajları var. Ortalama bir günümüz feministine bunu söylemeye kalkar kalkmaz kadın düşmanı, potansiyel tecavüzcü ve dahi potansiyel katil ilan edilsek de erkeklere dezavantajları da var hatta ki dünyada ataerkil kültürün esas büyüyüp köklenmesini ve anaerkil ya da ataerkil bile olsa en azından eşitlikçiye yakın kültürleri boğup yerini almasını sağlayan kişilerin erkekler olmaması gerçeğini de bir araştırın derim.) misliyle talep ederken makul ve mantıklı olmanızı beklemek zor. Kadın hakları karşıtı vs. değilim bu arada, aptal feminizmi (Zeki feminizmi için araştırılacak kişiler: Tomris Hatun, Jeanne d'Arc, Virginia Woolf, Ursula K. Le Guin. Dikkat ettiyseniz en genci 2018'de öldü, bir daha toparlanamadı hak savunuşu.) karşıtıyım sadece; bu da temelde tam eşitlik destekçisi olmamdan (Elime tam yetki verseniz eşitlik meşitlik kurmam herkesi köle yaparım o ayrı. Yapılması/olması gerekenle yapılan/olan şey tarih boyunca o denli nadiren kesişmiştir ki bu tarihi gerçeğin bize insan denen yaratığın genel anlamda ne kadar salak, unutkan ve bencil olduğu hakkında çok iyi birkaç fikir vermekte üstüne yoktur.) kaynaklanıyor. Bir de salaklığa katlanamamdan: Aptal inançsızlığına da (Zeki inançsızlığı olguları dil, coğrafya ve zamana göre yorumlamaktan aciz değildir. "Kuran'da kar yok." demeden önce o dönemde Arapçada kar, buz gibi şeyleri karşılayacak herhangi bir kelime olma ihtimali ne kadar yüksekti [Arap yarımadası ve Levant dışında Arapça kullanılmıyordu o dönemde, ne Irak ne Suriye ne Mısır halkı Arapça konuşuyordu.] ve zaten hiçbir dediğini kabul etmeyen kişilere bir de hayatlarında görüp duymadıkları bir şeyden bahsetmeye kalkarsan ne kadar ciddiye alınırdın azıcık düşünmek lazım.), aptal inançlılığına da ("Dinimizde halay yok." Ulan zaten hangi dinde var ki?), aptal seyirciliğe de (Korku izleyip "Çok korkunç ya." demek neyin kafası lan?), aptal veganlığına da (Zeki veganlığı "Et yemek doğamıza uygun değil." demez, işin felsefi boyutunu [İşte can almak istememek vs.] öne çıkarır. Ha onların da bitkilerin canlı olduğunu zinhar kabullenmeme sorunu var ama konu bu değil.) karşıyım; bunların aklı başında olanlarına değilim. Konuya dönersek: Bir de Ece vardır "Kraliçe" anlamında ama o daha çok doğa ruhları (Umay Ece) ya da efsanevi karakterler vs. İçin kullanılır. Yani özetle Ay Hatun veya Ay Ece yerine Ay Kağan seçimi çok ilginç. Uygur-Kıpçak konusuna dönersek: Uygur işini bu şekilde bağladıktan ve Oğuz Kağan-Mete Han eşleşmesini doğru kabul ettikten (Ben hâlâ etmiyorum.) sonra destanda Oğuz Kağan'ın torunu olarak anlatılan Kayığ Han da Mete Han'ın kendinden sonra başa geçen oğlu Kiyük/Kiyuk (Çin kaynaklarında Ki-Ok) ile rahatça isim benzerliği ve Oğuzların geleneksel verasetinden yola çıkarak özdeşleştirilebilir. Bu arada Kayığ güçlü, kuvvetli demektir; Kiyük ile eşleştirilebilecek Göktürkçe sözlerden Kiyik, geyik ve daha geniş anlamıyla "Av hayvanı" (Bu arada Türkçede "Av" esasen hayvan demektir, "Avlanmak" da "Hayvanlanmak" gibi bir şey demek oluyor; zaten o yüzden "Av avlamak, kuş kuşlamak" diye bir söz öbeği var olabiliyor); kiye kut, talih, ululuk; kıyık zeka, zeki, aynı zamanda çekici; kıyuk da mutluluk ve ayrıca geyik anlamına geliyor. Türklerde erkek geyik iktidar ve siyasi güçle ilişkilendirilir (Dişi geyik de kutsallık, annelik, aile vs. ile ilişkilendirilir) aslında ama Kayığ'ın anlamı daha çok fiziksel güç içeriyor, Türklerde onunla ilişkilendirilen hayvanlar da sığır, ayı, bazen de kurt ve kaplandır.

Netflix'in altyazıları olsun, Deadpool'un ve CN çizgi filmlerinin dublajı olsun azalarak bitmekte olan bir Türkiye Türkçesi ağzı, "Dublaj Türkçesi" var. Aslında bu Dublaj Türkçesi altyazıda ve hatta kitap çevirilerinde de kullanılır ama tonlamaları bile Standart Türkiye Türkçesinden (İstanbul Türkçesi) farklı olduğundan "Dublaj Türkçesi" denir. Bununla haklı olarak dalga geçilir, ben de geçtim zamanında ama şimdi gitgide solarken hüzünleniyorum. Bu da kültürün bir rengi, bir parçasıydı neticede; heyhat, zamana dayanamadı. Neyse ki TV dublajlı, TV altyazılı eserleri hâlâ birçok yerden bulabiliyoruz da en azından tarihin akışı içinde solup giderken ardında derin izler (pek de iyi olmayan derin izler) bırakacak. Ah o "Lanet olsun dostum"lar, ah o "Adamım"lar, ah o "Hey dostum senin sorunun ne ha?" nidaları... Solup gidiyorlar işte şu gök kubbede, eski kafalı bir haykırışın son demlerinde izlerini ve koskoca birkaç nesil üstünde travmalarını bırakarak. Koskoca kültür ormanından, başından beri oraya ait olmayan, oraya zorla konulmuş bir ot gerektiği gibi solup giderken anlaşılıyor ki o ot toprağa köklerini salmış, nice espri kisveli tohumlarını yeşertmiş; şimdi ana ot giderken gitgide diğerleri de solacak... Neyse ki bunlar espri kisvesine bürünmüş, toprağın kendi yetiştirdiği otlar da nasıl bugün Yeşilçam Türkçesi hâlâ biliniyorsa bu aslında garabetten başkası olmadığı halde soluşuyla beni hüzünlendiren eski tanıdık da hâlâ bilinecek ve tıpkı bugünkü gibi dalga geçilerek de olsa yaşamaya devam edecektir umarım. Ulan insan Dublaj Türkçesinin sonu geliyor diye efkarlanır mı? Yok, aslında birçok farklı durumun üstünde patlama ve açan çiçek bu oldu, yoksa Dublaj Türkçesini günahım kadar sevmem, en azından sevmezdim şimdi gitgide boynunu büküp kültür toprağının içinde hürmet edilmeden ezilip geçilecek şeylerden bir diğerine dönmeye başlayana dek. Ama şimdi anlıyorum ki bu da kendi çapında bir hazineymiş be.

Yine kolumu kaldırmak istemediğim dönemlerdeyim. Çünkü neden kaldırayım? Ne önemi var ki? Ne anlamı var? Oyalanmak için bir sürü şey yapıyorum. Yazmak, çizmek, bir şeyler toplamak, meçhul planlar... Hepsi anlamsız, gereksiz ama. Düşüncelerimi toparlayıp yazamıyorum bile. Aslında, şu an bunu niye yazıyorum ki? Ne gerek var yani? Ne anlamı var? Bunu yazsam da yazmasam da bin tane sağlık sorunuyla, küçük, dandik, saçma sapan bir apartman dairesinin köşesinde yapayalnız öleceğim. Öldükten on yıl sonra adımı hatırlayan kimse de kalmayacak. Bir şeyler yazıyorum ve -internette de olsa- yayınlıyorum ama... Onlara kim ulaşacak ki? Ne kadar önemseyecekler? Ne kadar süre internette, erişilebilir kalacaklar? Her şeyden öte basılı olarak bulunsalar bile kim umursayacak, ilgi gösterecek, hatırlayacak ki? Ne önemi var ki sanki bunların? Yazdığım şeyler genel anlamda kötü olan "genç yetişkin edebiyatı"na dahi yaklaşamaz, hatırlanmaya değer bile değiller ki zaten. Hak ettikleri gibi unutulacaklar, ben de öyle. O zaman neden çaba harcıyorum? Hayatta kalmaya çalışmak anlamsız bir çaba, tamamen anlamsız. Sadece hak ettiğim gibi kafamı kesecek birine ihtiyacım var. Tercihen şirin bir kız olsun ve kılıç (mümkünse katana) kullansın, en azından gördüğüm son şey güzel bir şey olsun ama herhangi bir şeye de razıyım. Dünya umursamıyor, toplum umursamıyor, Tanrı... Umursuyorsa benden nefret ettiği kesin (Böyle dönemlerde bunun aksi ifadeler çok karşıma çıkar aslen ki dini belki reddedilebilecek olsam da kâdir bir Tanrı'nın varlığını reddedememe sebeplerimden biri de bu.), o yüzden umursamıyorsa buna memnun olacağım. Sonunda ben de umursamıyorum veya sadece öyle yapmaya çalışıyorum. Kötü bir yalancıyım, değil mi? Umursamasam şu an bunu yazmaz, çoktan yarı-koma moduna geçmiş olurdum. Umursuyorum... Hatıra olarak ölmek istemiyorum, yok, hayır, cümle böyle değil. Hatıramın ölmesini istemiyorum. Bedenime gelince... Hemen beni bu yükten kurtarsa ne iyi olurdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder