Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Şubat 2021 Çarşamba

Ben Başlık Bulamıyorum... Olmuyor İşte. Zaten İsimlendirmede Hep Kötü Olmuşumdur

Sweek'i doğru düzgün kullanmaya karar verdim. Öncelikli olarak Ejderha ve Mühür'ü WN'den LN versiyona çevirerek taşıyacağım. Tabii düzeltme ve genişletme de olacak, hikaye temelde aynı olsa da birebir aynı değil yani; gönlümün razı olmadığı ya da blogda olduğundan istediğim gibi anlatamadığım kısımlar vardı halihazırda, onları düzelttim. Zaten bu işler böyle ilerler: WN->Ranobe->manga->anime. Aslında ranobe planım yoktu ama işte, bu noktadayız. Belli bir planım, programım var; ona göre Sahte Kahramanlar'ı koyacağım. Gezginin Puslu Yolculuğu'nu da her ark bitiminde taşıyacağım, zaten onun hakkındaki planım, şeyim hallolmuş durumda. O çok baş ağrıtmayacak. Ondan sonra da işte... Yeni bir hikaye olur, ne bileyim bin tane eski yarımlardan birine devam olur... Hallederiz. Sweek bayağı iyi geldi bana. Aha bu da link, komple Sweek'teki profil linkim: https://sweek.com/tr/profile/1619532/74088. Tamam, Gezginin Puslu Yolculuğu'nu Epiknovel'den kaldırıp komple Sweek'e taşımaya karar verdim. Böyle yapacağız, artık ne kadar hikaye mikaye varsa Sweek'te olacak. Değerleri olsun ya da olmasın.

Bak şimdi aklıma geldi, haremsiz isekai çok az olsa da var. Yayınladıktan sonra aklıma geldi, iyice kendi içimde debelenmem falan bitince. Şu kitaplı seri var mesela, Honzuki. Gerçi onda karakter (en azından o dünyadaki bedeni) velet olduğundan (Rudy iti de velet gerçi) çok mümkün değildi. Ama karakteri büyütseler bile o yola sokmayacaklar muhtemelen. İlk başta "Başkarakter kız olduğundan herhalde." dedim, sonra aklıma Hamefura geldi. İkincisi "Watashi, Nouryoku wa Heikinchi de tte Itta yo ne" ki zaten "Ha, bunda zaten erkek karakter yok." dediğimden aklıma Hamefura geldi. Gayet lez harem de yapabilirlerdi, her şey beklenir bunlardan. Üçüncü olarak slime'cı çocuğun serisi var, Kami-tachi ni Hirowareta Otoko; gerçi bu seride animeye uyarladıkları kısım sadece prolog gibi bir şeydi bence ama hiç harem marem işine girmemişler gibi duruyor. O değil de hâlâ herifin sırf balçık eğiterek koskoca leydiyi düşürmesini aşamadım ya. Okaasan Online'ı (henüz) izlemedim, onda harem marem değil doğrudan ensest yoluna gitmeleri daha olası. Boşa demedim tepede "Her şey beklenir bunlardan." diye. Neredeyse "Tate no Yuusha'da da yok." diyecektim... Ama var. Kuş prensesi var, normal prenses var, Raphtalia zaten var... O değil birkaç görsel ve teyit için bunun vikisine bakmıştım da yazarın Arifureta'nın yazarıyla bir akrabalığı, arkadaşlığı vs. (Re:Zero ile KonoSuba'nın yazarı arkadaş mesela) var kesin; ikisi de seriyi acayip acayip yerlere götürmüş. NGNL'de harem olduğunun söylenip söylenemeyeceğinden emin değilim. Tamam Shiro zaten var, prenses var (Bu isekai kahramanları nasıl her zaman prenses/leydi vs. buluyor lan bir yerlerden? Re:Zero'nun Emilia'sı da kraliyet seçimi adayı yani teknik olarak prenses. Hayır o evrende elini sallasan prensese çarpmıyor ki arkadaş, Re:Zero'da tamam çarpıyor... Felt bile prenses sonuçta Re:Zero'da ama diğerlerinde çarpmıyor. Ya Kazuma denen kazma bile leydiyle [Darkness] takılıyor ya.), o tilki mi hayvan mı ne leydisi var, Jibril var... Ama birinci olarak Sora'nın önceliği hep Shiro, bunu seri açıkça anlatıyor; ikinci olarak da Sora tek başına başkarakter değil orada, Shiro da başkarakter. Ha Shiro'nun tilki leydisine nasıl davrandığını görünce harem denebilir NGNL'ye de. Lan insafsızlar kaç sene oldu, geçenlerde ucundan azıcık bir film koklattınız geçtiniz. "Bu size yirmi sene daha yeter." dediniz kesin. Bak şimdi aklıma geldi, Log Horizon'da yok. Ki Log Horizon bugünkü Overlord, İsekai Maou gibi oyun-isekai birleşimi (SAO da bu türden sayılabilir bir yere kadar, özellikle ilk sezonun ilk yarısı ve şu elli bin parçaya böldükleri son sezonla ama o Shichisei no Subaru, Bofuri gibi isekai'siz dümdüz oyun serilerinin atası daha çok.) olan animelerin atası, öncüsü niteliğindedir. Zaten Akatsuki'nin kılıcının ucundayken Shiroe'nin öyle bir şansı da pek yok jsahssdş. Kuma Kuma Kuma Bear'da da yok bak, gerçi başkarakter zaten pek öyle bir konuya uygun kişiliğe sahip değil. Şu Fina'yı, leydiyi falan sayabilir miyiz diye düşünmedim de değil aslında ama yok, sayamayız. Bu seri dümdüz "İnsan mı? Yok ben almayayım." serisi (işe böyle başlayan Hikki de sonradan... Neyse.), o tür yollara girmezler muhtemelen. Şimdi sayınca "E, bayağı varmış." gibi duruyor ama son birkaç yıldır her dönem (Yıl dönemi de değil, mevsim dönemi) en az 2 isekai çıkıyor, dolayısıyla bütüne baktığımızda haremsiz isekai var ama yok denecek kadar az.

Batılılaşma konusunda Ahmet Mithat Efendi'nin Felatun Bey'inden bir adım ileri gidemedik. Hâlâ referansımız Batı'nın kendisi veya Türk tarihinde Batılılaşma hareketlerine dair bir çalışma yapılacak olsa (kesin yapılmıştır zaten de) bahsetmek zorunda olduğumuz 2. Mahmut ve Atatürk değil de Felatun Bey ve onun gibiler. E, madem beceremiyoruz boş verin Avrupa'yı falan, Kuzeybatı Çin sınırlarından (Günümüzde Kuzeybatı Çin'in içinde kalıyor gerçi, bayağı içte hem de.) doğmuş, İpek Yolu ile taşınmış asli Doğu kültürünü baz alalım, kökümüze dönelim deyince de işler bir yerde şeriatçı, gerici, cumhuriyet düşmanı, hatta devlet düşmanı ve terörist ilan edilmeye kadar çirkinleşiyor. Arkadaşım, komple Vahhabi şeriatı temsilcisi (ki size ilginç bir bilgi: Karahanlılarda da Selçuklularda da Yavuz'a kadar Osmanlılarda da bildiğimiz anlamda bir "şeriat" yoktu, örfi hukuk yani Türk töresi esas yasaydı; zaten mezhep de hiçbir zaman Selefilik ve onun çok sonradan çıkmış aşırıcı yorumu Vahhabilik olmamıştı.) gibi yaşayalım demiyorum alo, öz kültürümüzü koruyalım diyorum. Ayrıca madem İslam'dan bu kadar nefret ediyorsunuz, neden "asli kültür" deyince Türklerin kendilerinin ortaya çıkışından çok sonra karşılaştığı ve geçişin tepeden, hükümdarlardan, soylulardan başladığı*1, ta 15. yüzyılda bile eski inancı üzerine olanların hâlâ var olduğu bu dini baz alıyorsunuz? Çinli, Koreli, Japon, Rus, Çeçen, Fransız, İtalyan, İspanyol, Alman nasıl hâlâ kendi öz kültürünü muhafaza ediyorsa biz de onu yapalım diyoruz, hooop.

*1: Türk tarihinde bütün inanç değişimleri böyledir. Mesela okullarda Uygur Kağanlığı maniheist olarak öğretilir, oysa Uygur Kağanlığı değil, o sırada o devleti yöneten hanedan maniheistti. Hatta halk bu inanç değişimine tepkiyle yaklaşmış, eski inançlarına daha da sıkı sarılmıştı (Et yeme yasağından olsa gerek, Mete Han da o sebeple başkentte Budist tapınağı kurulmasına izin vermemişti.). Hazar Kağanlığı'nın Musevileşmesi de hanedandan başlar, Uygurlardan farklı olarak halka çabucak inmiştir. Bugün Moğollar çoğunlukla Budist'tirler, onların inanç değişimi de Çin'i ele geçiren Kubilay Han döneminde, yine hanedandan başlamıştır. Macarların Hristiyanlaşması da kraliyetten başlamış, hatta eski inançlar üzerine olanlar birkaç kez isyan etmişlerdir. Buradan bakınca bu durum Türk tarihiyle sınırlı değil gibi gözüküyor ama dünya tarihine de yayamayız çünkü Romalıların Hristiyanlaşması halktan başlamıştı, yönetimden değil.

Kötülük problemi üzerine biraz düşündüm. Kötülük problemini gidin araştırın, burada açıklayamayacağım. Şimdi, az sonra söyleyeceklerim benim şahsi düşüncelerim. Gerçi felsefe denen şey doğası gereği kesin cevaplar ve genel kabuller içermez zaten. Eh, evrenin dün yaratılıp her şeyin beynimize bilinçli koyulması veya bizim sadece belirli kişilerin (Dünyanın en zenginleri, ne bileyim belki ülkeler falan?) oynadığı bir simülasyonda ne düşüneceğine kadar kodlanmış NPC'ler olmamız bile mümkün sonuçta. Bir dizinin, animasyonun ya da kitabın karakteri için gerçeklik orasıdır; biz de farklı olmayabiliriz. 4. duvarın yıkılması olayı için de: Ben birçok kez göğe doğru "Komedi karakteri olarak kullanılmak istemiyorum." diye haykırdım. Her şey rastgele, sadece denk gelmiş olduğu için olmuş olabilir ya da insanlık ceza ve sınav için (Şu dünyaya gönderilme mevzusunda özellikle Türk ateistler "Ceza" kısmını es geçip direkt "Sınav" kısmına odaklanıyorlar genelde, konunun özünü kaçırdıkları için karşısında neye inandığını bile bilmeyen biri de varsa eğer bütün tartışmalar çıkmaz yola giriyor.) dünyaya gönderilmiş olabilir. Sonuçta, ölmeden veya eğer bir yaratıcı varsa onla iletişim kurmadan gerçeği bilmemiz mümkün değil. Belki o zaman da mümkün değildir, gerçeği bilemememizle aynı sebepten bunu da bilemiyoruz. Bir senaryonun yapıtaşları veya evrenin çarkında kendi öneminin ya da önemsizliğinin farkında olmayan, içten içe farkında olduğundan acı çekmeye meyilli varlıklar da olabiliriz. Ve muzip bir şeytan, sadece hayali karakter olan bize dış dünyanın var olduğunu düşündürdüğünü sandırıp "Düşünüyorum öyleyse varım." dedirtecek şekilde ayarımızı bozabilir (Bu da Descartes'a girer!). Belki var olmamız gerektiği için varız, belki öyle denk geldiği için, belki de aslında var olmamamız gerektiği halde varız. Doğada her şeyin bir görevi var ama biz insanlar kanser hücresi gibiyiz. Hem paranoyak bir şüpheci hem de eminlikten yoksun yani kesin doğru cevabı (en azından uzunca bir süre) bilinemeyecek şeylerde kendi cevabını savunan ama bunda ısrar etmeyen (İnanç tartışmalarının her seferinde çıkmaza girme sebeplerinden biri de inançlıların çoğunun savunma yerine ısrarı kullanması.) biriyseniz bu tür şeyler düşünmek size yaramaz, aha kanıtı. O değil böyle şeyleri de sırf sevgilim olmadığından düşünüyorum ha, Ekşi'de bir başlık vardı, zamanında gülüp geçmiştim (tabii o zaman bile birazcık hak vermiştim) ama gitgide iyice ona bağlıyorum. Yok, iki farklı başlıktan iki farklı giriydi; şimdi hatırladım -ama bulup buraya koymakla uğraşmayacağım.- Neyse, kötülük problemi diyorduk. Bana göre Tanrı (Ben Tanrı'nın varlığını inanç gereği ön kabul olarak alsam da yukarıda dediğim şeylerden dolayı bu başkalarını bağlamayan, hatta aslında beni bile bütünüyle bağlamayan bir ön kabul. Gerçi kötülük probleminden bahsederken Tanrı'nın varlığını veya en azından varlığı ihtimalini ön kabul almak gerekiyor çünkü konunun özü bu zaten.), iyi değildir. Kötü de değildir, sadece adildir; en azından ahiret için. Adalet gerektiğinde zalim (Ceza), gerektiğinde merhametli (Her ne kadar bizim mahkemelerde cılkı çıkarılsa ve adamına göre muameleyle uygulansa da "İyi hal indirimi.") olur, Tanrı da bana göre böyledir. Bir de kötülük ve kötü, kendi başına var olan bir kavram değil (En azından bana göre). Kötü diyebileceğimiz bir şey olmazsa iyi diyebileceğimiz bir şey de olmaz. Kötülük, basitçe iyiliğin var olmama durumudur; var olan bir şeyi değil, yokluğu ifade eder. Başka bir deyişle kötülük, iyiliğin gölgesidir; gerçi ben dünyaya kısmen düalist bir bakış açısıyla baktığımdan bir şeylerin zıttı olması gerektiğine inanıyorum; ama benim düalist bakış açım keskin düalist bir bakış açısı değil, güneş (Yang)-ay (Yin)-yıldız (Sembolde diğeri içindeki noktalar) şeklinde üçlü bir bakış açım var. Melek, şeytan, Tanrı/insan; erkek, kadın, çocuk; bitki, hayvan, mantar (Mikroorganizmaları özelliklerine göre hayvana yakın-bitkiye yakın diye dağıtabilirsin. Protistler başlangıçta öyle ayrılmıştı zaten.); iyi, kötü, nötr; sıcak, soğuk, ılık; zengin, fakir, orta halli; yaşam, ölüm, hastalık/uyku/baygınlık; tez, antitez, sentez... Eğer savaş hiç var olmasaydı barış diye bir kavrama ihtiyaç duyulmazdı (Bunların sentezi ateşkes gibi şeyler oluyor), suç kavramı var olmasaydı ceza kavramına ihtiyaç olmazdı (Bunun sentezi de af), ışık var olmasaydı karanlık da var olmazdı (Sentezi gölge olarak varsaydığımı anladığınızı varsayıyorum.). Öldürmek kötüdür, evet; ama hiç kimse hiçbir şeyi öldürmemiş olsaydı bunu bilemezdik. Gerçi herhangi bir ökaryotun başka canlıları öldürmeden hayatta kalabilmesi mümkün değil, bitkiler de dahil. Eh, başta da dediğim gibi; bu benim kendi fikrim, kendi açıklamam. Sizin kötülük problemi veya benim dediklerim hakkında ne düşüneceğiniz size kalmış.

Noktalama işaretleri konusunda inadımı bırakıp TDK'nin yarım yamalak kurallarını baz almaya karar verdim. O değil Şinasi zamanında bu konuda bir rehber yapsaydı durumumuz bu olmazdı, öyle "İlk ben kullandım bunları." demekle olmuyor. "Kullandın da bana mı kullandın yarra'm?" derler adama. Neyse, şimdi bundan sonra uyacağım TDK kurallarını ve bence nasıl olması gerektiğini yazacağım (TDK, sözlüğünde "Sapık" kelimesinin anlamını doğru düzgün günümüz diline çevirmediği müddetçe TDK'den daha iyi Türkçe bildiğimi iddia etmeye devam edeceğim. Tatlısuyu sözlüğe alıp tuzlusuyu almayan kurumdan ne bekliyorsak zaten.):

Noktalama işaretleri tırnak işareti içinde. Örnek: Bu işler "Belki," "Herhalde" ile olmaz. (Burada tırnaklar birleştirilir aslında da insanın aklına "Ha" deyince örnek gelmiyor.)

Bence noktalama işareti cümlenin parçasıysa tırnak dışında, tırnak içindeki ifadenin parçasıysa içinde olmalı. Yani şöyle: Bu işler "Belki", "Herhalde" ile olmaz.

Noktalama işaretleri parantezlerin içinde. Örnek: (Bu da böyle bir anımdır.)

Bu konuda bir itirazım yok, bence de böyle olmalı... Ama:

Parantez, cümlenin sonundaysa iki noktalama işareti var. Yani hem parantez içinde onun noktalaması hem de dışındaki. Örnek: Ahmet, "Ya şu senin kalem nasıldı?" dedi (Ulan bende kalem mi kalmış sanki.).

Bence burada, yani parantez içiyle dışındaki noktalama işareti aynıysa parantez içindeki kullanılmamalı. Ha ama farklı olur, biri soru işareti, öbürü ünlem, biri ünlem öbürü üç nokta falan... O zaman kullanılmalı.

İngiliz mizahı, hele hele İngiliz kara mizahı Amerikan mizahına bin basar. Adamlar bu işi iyi kıvırıyor. Japon mizahı tamamen klişe ve tekrar üzerine kurulu (Yeterince maruz kalınca anlaşılıyor ama ilk başta farklı gelebilir.), Çin mizahı desen bizimkinden hallice... Artık o Tanrı Dağları ve Pamir Dağlarının nasıl bir havası, suyu varsa Türk dizisinden hallice bin tane Çin yapımı gördüm. Etkiliyor demek ki. Göçeli bin yıl olmuş, hâlâ Türkiye Türkleri ile Çinliler arasında zihniyet ve kültür benzerliği var. Hayır bu kadar benzer şeyler üretirken komşu olunan zamanlarda birbirimizi boğazlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamamız da ilginç. Amerikan mizahı zaten malum, bahsetmeye bile gerek yok. Baktığında İngiliz mizahı çok iyi. Ha Türk mizahının kaliteli olanını tek geçerim ama kaliteli Türk mizahı pek az bulunuyor, hele de şu devirde. Gerçi bu kaliteli Türk mizahı olayında durum biraz da mizahın yerel olması zorunluluğundan kaynaklanıyor, yani herkes için kendi dilindeki, kendi ülkesindeki mizahın en iyisi en kaliteli mizahtır. Kelime esprisi denen şeyi çevirmek neredeyse hiçbir zaman mümkün değil ama esas mesele şu: Toplumların, hatta aynı toplumun farklı kesimlerinin günlük hayatta karşılaştığı şeyler ve bunlara davranış şekilleri, bakış açıları aynı değil. Cem Yılmaz, yıllardır kaliteli Türk mizahının ülkemizdeki örneğidir ve dibine kadar yereldir. Türkiye'de yaşamamış, havasını suyunu solumamış, dilini konuşmamış, buranın insanlarıyla iletişim kurmamış kimse anlayamaz. Kendisi "Bizim ülkemiz mizah cenneti değil, mesela sperm bankası yok ama şakasını yaptım." demişti. Eh, o sperm bankası şakası tamamen "Türkiye'de olsa nasıl olurdu/ne olurdu?" üzerine kurgulanmıştı ve tam olarak o sebepten komikti, zaten kendisi de farkındadır bunun; demek istediği o değil bu cümlede ama benim anlatmak istediğime en iyi örneklerden biri. Leyla ile Mecnun (dizi olan) ve KALT (Youtube kanalı olan) da böyle. L&M'den tek bir örnek vereceğim, eğer "La komple absürt işte, kelime şakaları dışındakileri tüm dünya anlar." diye düşündüyseniz: Mecnun'un kör bir adamın evine girdiği bir sahne vardı (Adam kimdi, adı neydi vs. hatırlamıyorum; zaten tek bölümlük karakterdi.), o sahnede duvarda adamın atalarının portreleri asılıydı ve portreler Köroğlu'ndan başlıyordu. Bu sadece bir sahne, espri bile değil, sadece sahne geçişi aslında; yani önemi bile yok. Ama bu sahnedeki espriyi anlamak için Köroğlu'nu ve adının anlamını bilmek gerekiyor. Bak, o kadar önemsiz bir sahne ki birkaç farklı şekilde aramama rağmen video bulamadım ama Köroğlu'nu tanımayan, adının etimolojisini bilmeyen biriyseniz anlamayacağınız bir sahne.

Bu aralar dönüp dolaşıp yazmaktan bahsetmek istiyorum nedense. Bu performansı Gezginin Puslu Yolculuğu'nu ilerletmekte de gösterebilsem ne hoş olurdu. Neyse. Özgün olan her hikaye (Özgün derken uyarlama olmamasını kastediyorum, yani başka bir hikayenin birebir kopyası bile olsa uyarlama değilse dediğim kısma giriyor.) yazarının/senaristinin (Filmler, diziler, animasyonlar da bir hikaye çeşididir)/çizerinin (Çizgi romanlar da elbette.) izini taşır. Onun hayata bakışını, görüşlerini, duygularını, düşüncelerini, geçmişini, istediği ve istemediği geleceği... Her hikaye aslında yazarını anlatır, bu yüzden roman, hikaye vs. yazarlarının çoğu belli temalar etrafında döner, belli ortak özellikleri olan karakterler kullanır çok sık; senaristler günümüzde, bilhassa da ana akım için genelde sipariş üzerine iş yaparlar ama ortak çalışan yapımcı/yönetmen-senarist ikiliğinde (Nolan'ın ve Kubrick'in filmleri gibi ki bu ikisi de hem senarist hem yönetmen hem de yapımcıdır.) ve özgür olabilen senaristlerde de bunu çok sık görürsünüz. Bunu bilinçli yapmazlar, "yazın" denen şeyin doğası onları buna iter. Zaten her türlü sanat ve hatta zanaat gibi yazı da her şeyden önce kendini anlatmak, eteğindeki taşları dökmek için bir yoldur. Yazar, farkında olarak ya da olmayarak düşüncelerini, duygularını karakterlere dağıtır ve karşılarına da o düşünceyle, duyguyla alay eden, o düşünceye itiraz eden kişiler koyarlar.

Türkiye insanının çok büyük bölümünde siyasi fanatiklik var. Muhaliflerin çoğu iktidara/hükümete karşı/düşman olmayı devlet düşmanlığıyla, iktidar destekçilerinin çoğu da hükümet ile devleti karıştırıyor. Ha bilinçli olarak Türkiye düşmanlığını muhalif/hükümet karşıtı kisvesi altında yürüten veya sırf çıkarı olduğundan "Hükümeti eleştirirsen devlet düşmanısın." tavrında olan pek çokları da var ama genele baktığımızda kaideyi bozmayan istisnalar onlar. Ben basit bir adamım, eğer hükümet benim nezdimde eleştirilecek bir şey yaparsa eleştirir, desteklenecek bir şey yaparsa desteklerim. Ama bizim halkımızın çoğunda bu yok, zaten o yüzden demokrasi bizim insana uygun bir sistem değil. Öte yandan zamanında gerektiğinde adı Tengri olan kağanların, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" halifelerin (Bir ilginç bilgi: Osmanlı halkı için halife, Yavuz'dan uzun süre önceden beri Osmanlı sultanlarıydı zaten. Fatih de halifeydi Osmanlı ahalisine göre. Yavuz, Memlükleri yendiğinde yaptığı şey "Hilafeti Osmanlı'ya getirmek" değildi, basitçe diğer/rakip halifeyi devirmek ve var olan tek/son halife olarak kalmaktı.) yakasına yapışıp "Bu ne lan? Böyle iş mi olur?" diyebilen, gerektiğinde de "Sen kendi kralına bak gevşek." şeklinde davranabilen, hatta o kadar geriye gitmediğimizde dahi mitingine katıldığı parti başkanına "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" şeklinde seslenebilen bir toplumun nasıl bu hale geldiğini de merak etmiyor değilim hani.

Yalnız öz kültür, inanç değişimi falan demişken İslam öncesi Türk kültürü hakkında beni her seferinde şaşırtan bir durum var. Şöyle ki: Eski Türklerde yönetim tabakasında (Türk kültüründe bütün Türkler soyludur, bu yüzden dilimizde "Soysuz" kelimesi soylunun zıttı değil de bir hakarettir. Öz kültürde Türkler Tanrı'nın askerleridir [dikkat ederseniz bu anlayış günümüzde bile sürüyor ve evet, İslam ile daha da sağlamlaşmış olsa da İslam öncesinden kalmadır] ve Tanrı tarafından dünyaya hükmetmek için yaratılmışlardır. Aralarından onları yönetecek [komutan] kut almış "Ak Budun/Ak Ulus" ve kut almamış, halk [daha doğrusu asker] tabakası "Kara Budun/Kara Ulus" vardır. Yeri gelmişken: Bodun/budun "millet" demektir, "ulus" ise Moğolcada millet anlamında, Türkçedeyse daha çok vatandaş gibi bir anlamda kullanılır. Türk budunu Gagavuzlardan Uygurlara, Kazaklardan Tatarlara bütün Türkleri, Oğuz budunu Türkmenler, Türkiye Türkleri, Gagavuzlar, Azerbaycanlılar gibi Oğuz kökenli halkları, Çuvaş budunu sadece Çuvaşları kapsarken Türk ulusu, azınlıklar da dahil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını, Kırgız ulusu yine azınlıklar da dahil Kırgızistan vatandaşlarını kapsar. Yine Osmanlı diye bir millet/budun yokken ulus vardır, aynı olay. Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da "Türk" kelimesi zaten budun değil ulus anlamıyla tanımlanmıştır.) çok eşlilik daha yaygın/kabul edilebilirken halk (Yani Kara Ulus) tabakasına indikçe katı bir tek eşlilik karşımıza çıkar. 19. yüzyılda, teknik olarak çok eşlilik yasalken Abdülhak Hamit Tarhan'ın evlenmek için eşinin kırkının çıkmasını beklemesine bakarsak (O "Cenazede tanıştığı kadınla evlendi." olayı şehir efsanesidir, bir gerçekliği yoktur. İlk eşi Fatma Hanım 1885'te ölmüşken kayıtlarda ikinci evliliği 1890'dadır; üstelik bu kişi Londra'da yaşayan, Osmanlı topraklarına hayatında ayak basmamış bir İngiliz'dir. Daha sonra aile zoruyla yaptığı bir 3. evlilik olsa da bu çok kısa sürmüştür, belki söz konusu Cemile Hanım ile cenazede tanışmış olabilir.) bu da uzunca bir süre sürdürülen adetlerden. İnanç konusundaysa tam tersi bir durum var: Ak Ulus'ta katı tektanrıcı (Herhangi bir şekilde kişiselleştirilmeyen Gökteñri ve onun tarafından, ona hizmet etmek ve çeşitli görevler, dünyayı inşa etmek, doğayı yönetmek vs. için yaratılmış tinler, bir de isyancı Erlik Han. Bu arada yeri gelmişken: Erlik Han aslında efsanelerde Semavi dinlerdeki Kovulmuş Şeytan'dan çok Adem'e, olmadı -cinsiyet farkını görmezden gelirsek- Lilith'e benzer; asıl yani yaratılıştaki adı "Kişi" yani "İnsan"dır zaten ve kendisi ilk insan veya insanların ilk prototipi gibi bir şey olarak anlatılır yaratılışının doğasında.), nadiren de keskin düalist (Gökteñri - Yerteñri; bazen de Kayra Han - Erlik Han veya Bay Ülgen-Umay Ana - Erlik Han-Kara Umay. Aslında başlangıçta Tengri'nin yanında adı anılan tek tin Umay Ana'ydı ama zamanla Bay Ülgen daha öne çıktı.) bir anlayışken Kara Ulus'a indikçe tinler tanrılara dönüşür, Gökteñri ya tamamen kaybolur ya "Her şeyin başlangıcı" gibi pananteist bir görüşle birlikte sadece ismen var olur ya da daha panteist bir anlayışa, "Evrenin kendisi, gök kubbenin kendisi" gibi bir şeye evrilir (Zaten Teñri sözünün etimolojik kökeni de "Gökyüzü" anlamındadır, o sebeple Gökteñri "Mavi gök" gibi bir anlama gelir; tam olarak bu sebepten Ak Ulus sadece Tengri, bazen Törük Teñri yani "Türk Tanrısı;" Kara Ulus Göktengri der.).

Günümüz dünyası için telefon, internet gibi şeylerin lüks değil ihtiyaç olduğunu bir türlü anlatamadık. Korona geldi, interneti olmayan kimse eğitim göremez oldu ama yok; na to kefari, na to mermari. Gerçi daha geçen gün uyarısız kayıtsız iki saat elektrik kesildiğine bakarsak daha elektriği anlatamamışız. "İhtiyaç uydurmayın, karnınız doymuyor mu?" derseniz eğer ben de şunlardan birini, birkaçını, hatta hepsini deme hakkına sahip olurum:

Ev de alma/kiralama, o da ihtiyaç değil. Eskiden ev mi varmış? Siktir git mağarada ya da hasır veya keçe (yurt) çadırda yaşa.

Ekmek de ihtiyaç değil. Eskiden ekmek mi varmış canım, aaa. Git bir şeyler avla da ye hem kursağından et geçer. Gerçi sen "Lüks bunlar." dediğine göre zaten geçiyordur. Ama pişirilmeyecek, orası önemli; pişirmek lükse giriyor.

Doğalgaz da değil. Soba ne güne duruyor canım? Hatta soba bile lüks. Taş diz, yak ateşini. Eskiden soba mı vardı?

Aaa, bak, para. En önemlisi. Paradan büyük lüks mü var? Deniz kabuğu, taş, kemik... Ne kullanacağın veya kullanmayıp tamamen kendin üreteceğin beni katiyen ilgilendirmez. Ama sonuçta insanlar cin fikirli Lidyalının tekinden önce para kullanmıyordu. Lüksten de öte bildiğin dolandırıcılık lan bu.

Kıyafet de lüks. Yaprak ne güne duruyor?

Gördüğünüz gibi: Eğer siz dünyayı hâlâ 1980 yılı gibi görmekte ısrar edip lüksler ile ihtiyaçları ona göre belirlemeye kalkarsanız biri de çıkar, evrenin var oluşuna kadar götürür işi. Buna hazır değilseniz şartların değiştiğini kabul edin ve dünyaya günümüzden bakıp lüksler ile ihtiyaçları ona göre kategorilendirin.

Bütün komplo teorilerini toptan doğru kabul etmeye komple teorisi denir. Hadi bakalım, aklınızda bulunsun. Twitter'dan trollük yapacağım yaşımda nelerle uğraşıyorum ya...

Korku filmi çok ilginç bir şey. Hayır, hedef kitlesi inanılmaz küçük çünkü. Şöyle ki: Hiç korkmayanlar korku filmi sevmiyorlar (Dalga geçmek vs. için izleyen bir azınlık dışında), çok korkanlar da sevmiyor. Yani bütün sektör "Korkan ama öyle aşırı da korkmayan" biçiminde bir hedef kitlesiyle ayakta duruyor. Hâlâ çekilebiliyor olması mucize gerçekten. Gerçi tıpkı ekstrem sporlar gibi temelde adrenalin bağımlılığıyla da alakası var bu korku temasının ama şimdi oraya girersem çıkamam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder