Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

27 Şubat 2021 Cumartesi

Her Zamanki Boş İşler ve Duyuru

Bir komedi dizisinde gülme efekti olmaması kaliteli mizahın işaretidir. Bu arada bu dediğim ilk dönem Amerikan sitkomlarını kapsamaz zira onlar seyirci önünde çekilirdi, gülmeler gerçek gülmeydi. Buradan bakınca da Türkiye'de Güldür Güldür ve onun karakter isimleri bile aşağı yukarı aynı olan ataları (İnsanlar Alemi vs.) dışında hiç gerçek sitkom yapılmadığı sonucuna ulaşıyoruz, bizimkiler stüdyoda çekip gülme efekti basınca sitkom olduğunu sanıyor. Ha günümüz Amerikan sitkomları da genelde böyle ama konu bu değil. ÇGHB'nin olmayıp Güldür Güldür'ün sitkom olma sebebi şu: Onda karakterlerin skeç harici isimleri, karakterleri de var. Disney'de Sonny'nin Yıldızı diye bir program vardı Türkiye'de Disney dizileri popülerliğinin sonuna yaklaştığı sıralarda ki bu popülerliğin sona ermesinin mal mal çizgi filmlere ağırlık vermeleri olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Arada kaliteli işler (Gravity Falls, Star bilmem ne vs.) de çıkarsalar da çoğu çöp, iyice batırdılar. Ha geçen o eski dizilerden birine baktım bir şey için, "Bu ne lan? Bunu mu izlemişiz biz?" oldum; gerçi o programı hiçbir zaman çok sevmezdim zaten. Lan konu nerelere gitti. Hah işte, Güldür Güldür de o Sonny'nin Yıldızı ile aynı kafa esasen; skeç programı izlemiyoruz, skeç yapan karakterleri ve onların yaptığı skeçleri izliyoruz. Ali Sunal'ın Aziz adıyla masada durup arada zile mile basması hep bu efekti vermek için. Bu arada ben kötü mizah da severim bir yere kadar, kalitesiz işlerin de kendine özgü çekicilikleri oluyor. Sırf dalga geçmek için kötü filmleri izleyenler falan var ya, o kafadayım biraz da.

Adı Batuhan olan biri Avrupa'da, Amerika'da bayağı karizma yapar ha. "Neden?" diye mi soruyorsunuz? Ne bu adın anlamı? Batının hükümdarı, batıdaki kral vs. Bu arada Türk unvanları ile Avrupa unvanlarından bazıları aşağı yukarı birebir çevrilebilir: Alp-Şövalye (Daha önce de söyledim, alpler elit askerlerdir. Obada savaşabilen herkesin alp olması gibi bir durum yoktur, geri kalanı çeridir. Yeniçerinin çerisi, evet. Bu arada "Alperen" de "Paladin" oluyor.), Bey-Lord, Han-Kral, Hakan/Kağan-İmparator. Tabii diğeriyle böyle birebir eşleştirilemeyen unvanlar da var, dük ya da beylerbeyi gibi. Batuhan'a dönersek: Batının kralı. İngilizcesi ne? "King of the West." Bak bak bak ismin İngilizce anlamının ağırlığına bak. Sanırsın GoT karakteri. Ha pelerinle, taçla gezmişsin ha adının anlamına bu demişsin.

Yalnız bir anime grubunda karşılaştığım bir şey bayağı tuhaf hissettirdi bana. Sorular ve cevapları (Kırmızılar blog'a ait, orada yorumda yazmadığım şeyler.)

İ͏l͏k ͏i͏z͏l͏e͏d͏iğ͏i͏n ͏a͏n͏i͏m͏e: Naruto. Aslında bu biraz karışık, ilk Naruto da olabilir FMAB da olabilir. Orası bir miktar şaibeli.

Kaç anime izledin  : Devam sezonları, yan seriler, movie’leri vs. de sayarsak 500 civarı, saymazsak 200 falandır herhalde bilmiyorum. Yalnız bayağı varmış be, bu kadar beklemiyordum ben. Hayatsızım oğlum ben, sabah kalkıp izlemeye başlıyorum. Bir ara günde yedi seri izliyordum. Bitirmiyordum tabii, hepsinden bir -heyecana bağlı olarak artabilir- bölüm.

Altyazılı mı Dublaj mı : Altyazı. Yalnız Türkçede film ve dizilerin aksine animasyon ve o tür şeylerin dublajları acayip iyi, bazen orijinalinden daha iyi oluyor genelde; bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Yine de elimizde bir "Söylesene neden Şanji?" vakası da var. (Bu adamlara yazılı belge vermiyor musunuz lan? Duyduklarını söylemelerini mi istediniz?)

Favori Mangan : Horimiya

İzlemek istediğin bir sonraki anime : Şu an izlediklerimden ilk biteceğe bağlı

Favori anime türün : SoL komedi

Anime izlemeye ne zaman başladın : Lisenin başı gibi izlemeye başladım diye hatırlıyorum, oradan hesaplarsak 7 yıl falan olmuş (Bu kadar beklemiyordum, en fazla dört-beştir diye düşünüyordum ben.)

İzlediklerin arasından en az sevdiğin anime: Kitsune no Koe. Güncel olmasa salardım bunu.

Favori Animen: FMAB

Favori webtoon : Immortal Nanny Dad

Bak şimdi, dilimizde "Demokrasilerde çareler tükenmez." diye bir deyiş var. Yalnız bu kesinlikle yanlış bir deyiş, esas monarşide çareler tükenmez. Yayınlarsın bir ferman, kimsenin sorunun varlığından haberi bile olmaz. "Ya şöyle bir şey var sanki ama?" diyecek gibi olanları da resmi ya da gayriresmi yollardan idam ettirirsin. Gayriresmi yollardan idamı mı soruyorsunuz? Ara sokakta kafaya tek kurşun mesela, daha geriye, krallıkların güçlü olduğu zamanlara gidersek izbe ve metruk bir binada göğse hançer, ok ya da -suikastçı yeterince zenginse ki kralların pis işlerini yaptığına göre muhtemelen öyledir- kılıç darbesi. Hah, neyse. Demokraside çareler tükenmiyor olsaydı şu an Türkler uzaydan dünyayı izliyor, "Yiyin birbirinizi ete para vermeyin." diye şarap, kımız, ayran, çay, viksi (nabza göre şerbet yani özetle) yudumluyorlar; bir yandan da Amerika'daki kolonilerin durumunu kontrol ediyorlardı. Gerçi Türkiye'nin nasıl bir ülke olduğu da belirsiz. Mesela bu ülke cumhuriyet mi (Türkiye Cumhuriyeti) yoksa demokrasi (anayasanın 2. maddesi) mi? İkisi benzer olsa da aynı şey değil bu arada. Roma, imparatorluğa dönüşmeden önce bir cumhuriyetti ama asla demokrasiyle yönetilmedi. Atina Şehir Devleti, bir demokrasiydi ama hiçbir zaman cumhuriyet olmadı. Bir de "Demokratik Kongo Cumhuriyeti" diye bir ülke var. Neden var? Aynı şey olmadığını biliyorlar çünkü, cumhuriyetsiz demokrasi ve demokrat olmayan cumhuriyet olabilir gayet de. Bir başka konu, Türkiye laik bir devlet mi yoksa seküler bir devlet mi? Bu ikisi de aynı şey değil. Gerçi iktidar ülkenin resmi dinini gayriresmi olarak Sünni İslam ile Selefilik kırması bir şeye dönüştüreli çok oluyor ama konu bu değil. Demokrasi, tam olarak "Yalnız ben o kişiye oy vermedim." ya da "Bana mı sordunuz bunu yaparken?" ("Evet, sorduk? Sen hayır dediysen bile çoğu evet dedi?") deme hakkını sunmadığı için eksik ve hatalı bir sistemdir zaten. Bir de şu var: İnsanlar, özünde sürü hayvanıdırlar. Zebralar için kendi sürüleri, diğer zebra sürüleri ve diğer hayvanlar vardır; insanlar ise bunu komplikeleştirmişlerdir, içten dışa bir sistem oluşturmuşlardır: Aile, sülale, duruma göre aşiret/kabile, mahalle/köy ("Biz Bağcılar çocuğuyuz."), ilçe, şehir ("Adanalıyık, Allah'ın adamıyık."), bölge/eyalet, ülke, millet (Fransızlar gibi genel olarak birbirinin devamlılığı olan tek devleti olanlarda ülkenin altında, Türkler ve Araplar gibi birçok kola bölünmüş birçok aktif devletlerinin olması ya da Katalanlar gibi hiç kendi devletlerinin olmayışı durumunda üstünde bulunur.), üst-millet (Turancılık, Panslavizm, Pancermenizm vs.), kıta, ten/benzerlik ve en sonunda insanlık. Yani insan, kendisini tek sürüdeki sürücüklere konumlandıran bir sürü hayvanıdır ve insan doğası doğada hiç görülmeyen biçimde birden fazla sürünün üyesi yapar seni: Din (hatta mezhep), siyasi görüş, tuttuğun takıma göre de ayrılırsın bunlardan bağımsız olarak; üst gruplarla bazen kesişir bazen kesişmez. Bütün bu iç içe geçmiş sistemi korumak için de insanın yönetici (sürü lideri) seçme ihtiyacı ortaya çıkar. İşte demokrasinin sorunu tam da burada başlar: İnsanlar, "avantajlı olanı" değil, "avantajlı görüneni" ve "rahatlarını en az bozacak olanı" seçmeye meyilli, özünde kusurlu varlıklardır; bu yüzden kurdukları her sistem de -o sistemin ilahi kaynaklı olduğuna inansalar, hatta gerçekten öyle olsa bile- kusurlu olacaktır. "Çevre koruma yasası çıkaracağız." deyip denize çöp döken biri, denizden çöp toplayan birinden daha çok oy toplar örneğin. Bu kişi hem o yasadan etkilenecek olanlara "Oy almak için sallıyor." rahatlığını hem de o yasayı isteyenlere "Ya doğru söylüyorsa?" umudunu verir çünkü. Bir de işin ilginç bir yanı da günümüzde ulaşımın ve iletişimin aşırı kolaylaştığı zamanlar geçmişin tam hükümlü monarşik yönetimleri için o zamanlardan çok daha iyi; bir ferman çıkarıyorsun, sınır köyüne ulaşana kadar o sınır köyü başka devlete geçmiş oluyor.

Tarih boyunca bir yapılanmaya ya da fikre en çok zarar verenler onun karşıtları değil izansız ve ölçüsüz destekçileri olmuştur çoğunlukla. Örnek mi istiyorsunuz? Günümüzde hak ve eşitlik mücadelesi ve bununla ilgili kavramlarla yapılar öyle bir hale geldi ki yakın zamanda aklı başında insanların -ki bu ayrımcılıklardan en çok çekenler de aralarında olacaktır- "Bir yürüyün gidin be." diye 12. yüzyıl Batı Avrupa'sından daha ayrımcı hale gelmesi olası. Yahudilerin "Kafir" oldukları gerekçesiyle kazıkta yakıldığı, Müslümanların "Satanist" olduğu gerekçesiyle çarmıha gerildiği engizisyonun (Engizisyonu sadece cadı mahkemesi olarak biliyordunuz, değil mi?) hüküm sürdüğü; hatta bırak Yahudi'yi, Müslüman'ı Katoliklerin Ortodoks kiliselerini yakıp yıktığı, yağmaladığı; kara kedilere "Cadı bu, derisini yüzelim." beni ya da doğum lekesi olan şifacılara (Çoğu kadın olsa da hepsi değildi bu arada.) "Kara büyücü, asalım." denilen, siyahilere maymun, Batı Asya'nın doğusundakilere talim kuklası muamelesi yapılan dönem. O zamanlar bu tepkiler Batılının ortaya çıktığı andan beri var olan kibri ve "Dünyanın hâkimi benim ulan." saplantısından (Türk ve Moğol kültüründe, hatta birçok kültürde de benzer bir saplantı vardır ama Türkler, Moğollar, Persler, Çinliler gibi zamanında aklı başında olan doğu halkları bu işi savaş, gösteriş ve fetih yoluyla halletmişlerdir, Batılı gibi "Diz çökün lan bana." diyen ve kendinden olmayan her şeyi canavarlaştıran boşluğa çağrılarla değil. İşin ilginci Yunanlar gibi birkaç istisna dışında Batılıların çoğu Asya'dan gelme. Önce Rönesans, sonra coğrafi keşifler, en son da sanayi devrimiyle denge bozuldu tabii.) kaynaklanıyordu ama yarın SJW'ler itlaf edilse en az yirmi yıl geçmesi gerekecek bu konunun "Bunlar insandı lan." diye algılanıp anlatılması için, en başta "Lan hâlâ konuşuyorsunuz." diye ateşe bir odun da diğerleri atacaktır. Nazi Almanya'sında yapılan soykırımlara Almanların ses çıkarmama sebepleri de benzer şeylerdi.

Duymuşsunuzdur, "Allah belanı versin." yerine "Vermesin" ya da "Gözün çıksın." yerine "Hay kör olmayasıca." diyen insanları. Bunun sebebi cine üç harfli dememiz, çocuklarımıza Muhammed yerine Mehmet ve Mahmut adını vermemiz, Timuçin'e Cengiz Han dememizle aynı şey: Kelime tabusu. Şöyle ki: Ruhani/metafiziksel yanı yüksek ve doğa kültlerine, ek olarak da insan ve hayvan kültlerine (Bir kültür doğa kültlerine sahip olup hayvan kültlerine sahip olmayabilir, ha muhtemelen öyle bir kültür yoktur ama doğa kültünün hayvan kültü içermesi şart değil yani.) sahip olan kültürlere (Doğu kültürlerinin de Hristiyanlık öncesi Avrupa kültürlerinin de tamamına yakınını kapsıyor zaten bu da.) göre "Ad" ruhu ve "Öz"ü taşır. İslam'da ya da İslam öncesi Arap kültüründe bu durum açık değildir, yani varsa bile üstü farklı şeylerle kapalı haldedir; Esma-ül Hüsna ise bu görüşün İslam'da olduğuna/olabileceğine dair sunulabilecek bir kanıttır (ama aynı zamanda tek kanıttır, yani herhangi bir geçerliliği bulunmamaktadır.). O şeyin adını söylediğinde onu ve onun gücünü çağırırsın; ister koruma, ister lanet. Biz köpek kültüne sahip olan Oğuz kökenli Türkiye Türklerinin zamanla "İt" yerine köpürmüş/köpüren, kabarmış/kabaran anlamında "Köpek" sözünü kullanmaya başlaması ve "İt" sözünün sadece hakaret olarak devam etmesi de bundandır (Kıpçak, Sibir Grubu ve Uygurların köpek kültü yok; daha doğrusu Oğuzlar gibi genele yayılmış ve neredeyse kurtla eşdeğer hale getirilmiş bir köpek kültleri yok. Dede Korkut'ta, adını unuttuğum bir bey "Köpek tanrı yüzü görmüştür." der, oysa diğer Türkler için o "Tanrı yüzü gören hayvan[lardan biri]" köpek değil kurttur.). Cine üç harfli denme sebebi cinlerin korumasının da lanetinin de kara büyü olacağından, Mahmut ve Mehmet adları ise adın yeni sahipleri adı ve özü kirletmesin diyedir (Hani herif gidip pezevengin teki olursa Muhammed adının özü bozulur gibisinden.). Baştaki versin yerine vermesin gibi şeyler de "Laf ağızdan bir kere çıkar." ile aynı mantıktan köken alır: O şeyin dua olarak varsayılacağı düşünülür ki zaten bunlara "Beddua" deriz günlük hayatımızda. O sözler hakkında bir diğer konu da "Beddua/kötü söz döner dolaşır sahibini bulur." inancıdır elbet. Yalnız "Hay dilimi eşek arısı sokaydı da söylemeseydim." gibi ifadeler de var, onlar geçmişe yönelik olduğundan dua işlevi taşımıyorlar; eh, kişi bunu dediğine göre o şeyi yapması iyi sonuçlanmamış zaten. Bu bir nevi "İleride de böyle kazmalık edersem engelleyin beni." gibisinden bir dua görevi görüyor daha çok.

Öhöm, öhöm.. Duyurum var. Şöyle ki: Sweek'te, Sahte Kahramanlar ve Kara Cadı'nın (Sahte Kahramanlar'ın tam adı bu, evet) ilk bölümünü yayınladım. Rahatım artık. Aha link: https://sweek.com/s/AgQDAA0AZgAEBwoPBAQFAQFsCAA=/Hayaldem/Sahte-Kahramanlar-ve-Kara-Cadı Başyapıtım lan bu benim, tamamlayabilip de memnun olduğum tek hikaye. Yani daha doğrusu sonu aceleye gelmeden tamamlayabildiğim tek hikaye. Onun dışında Tüccarın Puslu Yolculuğu'nu belli bölüm atma şeyine koymamaya, hikayenin kendi hızıyla ilerleyip yayınlanmasına izin vermeye karar verdim. Birkaç ek şey daha var ama onlar şimdi bende kalsın. SKvKC'yi (Al sana kısaltma) zaten tamamladığım, sadece bir editörlük kısmı kaldığı için her gün koyacağım (Bunu yayınlayana kadar kaç bölüm olacak acep? Bir de çeşitli zorunluluklardan atılmadığı gün ya da haftalar olabilir.). Yalnız hikayeyi menüde "Devam ediyor" diye işaretledim de acaba oradaki "Bitti" şeysi "Bitti, parça parça koyacağım." anlamında mı? Öyle de olabilir bak. Neyse. Gerçi hikayeler bitmez, hikayecinin ve muhatabın nezdinde devam eder. Aksi takdirde "Hayran hikayesi" ya da "Yazar/yönetmen röportajı" gibi şeyler var olmazdı zaten.

Turizm hakkında ilginç bir nokta da şu: Yerli halk asla turistik noktalara gitmez, gitse de kırk yılda bir, çok azına gider. Bir kişinin (eğer yurtdışına çıktıysa) kendi ülkesinden çok diğer ülkelerdeki yerlere aşina olması ve bunun şehir bazında da doğru olması, hatta şehirden neredeyse ayrılmadıysa bile yine de görmemiş olması gibi şeylerin ihtimali çok yüksektir. Öte yandan bu aynı zamanda "Kültür turizmi" denen kavramı da çöp eder çünkü internetten araştırarak gidip bulduğun yere o ülkedeki gitmez, haliyle o kültürü göremezsin. Kültür turizminin esası gerçekten bilerek gitmektir. "Şu şehirde mutlaka görmeniz gereken yerler." listeleri en turistik yerlerden bahseder, haliyle aslında yerel halktan uzaktır. Kültür turizminin esası o şehrin caddelerinde kaybolup haritada boşluk olarak gösterilen yerde toplanan kalabalığın arasına "Burada ne var ki acep?" diye karışmaktır; zaten "turla gezmek" denen şeyden nefret etme sebeplerimden biri de bu. Ne kadar oranın asıl halkının iplemediği, bazılarının varlığından bile haberi olmadığı yer varsa oraya götürürler. Bu dediğim antik kent gezileri gibi belli tema etrafında dönen turlar için değil bu arada, "İstanbul turu," "Karadeniz turu," "İngiltere turu" gibi coğrafya temalı turlardan bahsediyorum. Yoksa antik kent ya da belli bir düzeni (Mesela bilmem Kudüs ibadethaneler turu gibi) takip edersen zaten illaki diğerlerini de görürsün. Öte yandan turistler -gerçek anlamda sokaklarda kaybolanlar da dahil, hatta öncelikle bunlar- şehri yerlisinden daha iyi bilir çünkü yerlinin oralara gitmemek için bir motivasyonu da "Ayağımızın dibinde, bir ara gideriz." düşüncesidir ama turistin böyle bir şansı yoktur, süre dolmadan önce her yere gitmelidir.

İnternette gezinmek insanı oradan oraya sürükler, hani "Arif'in Manchester'a attığı gol" olayı falan... Neyse; ben de dün gece alakasız bir şekilde pagan tarzı müzik videoları izledim art arda. Hazır yeri gelmişken: Birkaç yıl önce başka bir sebepten Ortaçağ müziği vs. gibi arayıp bulamadığım bir müzik tarzı vardı, aha buydu. "Ortaçağ savaş müziği" diyorum (İngilizce diyorum bir de) karşıma Mozart çıkarıyor nasıl bir algoritmaysa artık. Bende de kazmalık var tabii o ayrı. Hah, neyse; işte oradan gelirken Uygurca bir şarkıya denk geldim. Geldim, hatta adından da "Türkçe mi lan bu?" diye şüphelendim ama yapan grup daha çok Viking ya da Cermen tarzı müzik yaptığından önce bir "Lan İskandinav veya Cermen, bilemedin Kelt dilleri arasında Türkçeyle (Günümüz Türkiye Türkçesi değil, genel anlamda "Türkçe") ses değerleri bu kadar benzeyen bir dil var mıydı?" diye afalladım, bir süre sonra "Sözleri anlıyor muyum lan ben?" dedim; yorumlara bir baktım, en tepede "Öyle çok İskandinav müziği dinledim ki artık dillerini çözdüğümü sandım." diye bir yorum duruyor. Biraz daha aşağı inip bir de araştırınca şarkının Uygurca olduğu ortaya çıktı. Şarkı da şey, "Oyneng Yar" (Türkiye Türkçesi: Oyna Yâr); grup Faun. İyiymiş bu arada ha, ulan neyi arasam 3 yıl sonra alakasız bir şeyi ararken buluyorum. Yanlış zamanda yanlış yerde miyim neyim çözemedim ki.

18 Şubat 2021 Perşembe

17 Şubat 2021 Çarşamba

Ben Başlık Bulamıyorum... Olmuyor İşte. Zaten İsimlendirmede Hep Kötü Olmuşumdur

Sweek'i doğru düzgün kullanmaya karar verdim. Öncelikli olarak Ejderha ve Mühür'ü WN'den LN versiyona çevirerek taşıyacağım. Tabii düzeltme ve genişletme de olacak, hikaye temelde aynı olsa da birebir aynı değil yani; gönlümün razı olmadığı ya da blogda olduğundan istediğim gibi anlatamadığım kısımlar vardı halihazırda, onları düzelttim. Zaten bu işler böyle ilerler: WN->Ranobe->manga->anime. Aslında ranobe planım yoktu ama işte, bu noktadayız. Belli bir planım, programım var; ona göre Sahte Kahramanlar'ı koyacağım. Gezginin Puslu Yolculuğu'nu da her ark bitiminde taşıyacağım, zaten onun hakkındaki planım, şeyim hallolmuş durumda. O çok baş ağrıtmayacak. Ondan sonra da işte... Yeni bir hikaye olur, ne bileyim bin tane eski yarımlardan birine devam olur... Hallederiz. Sweek bayağı iyi geldi bana. Aha bu da link, komple Sweek'teki profil linkim: https://sweek.com/tr/profile/1619532/74088. Tamam, Gezginin Puslu Yolculuğu'nu Epiknovel'den kaldırıp komple Sweek'e taşımaya karar verdim. Böyle yapacağız, artık ne kadar hikaye mikaye varsa Sweek'te olacak. Değerleri olsun ya da olmasın.

Bak şimdi aklıma geldi, haremsiz isekai çok az olsa da var. Yayınladıktan sonra aklıma geldi, iyice kendi içimde debelenmem falan bitince. Şu kitaplı seri var mesela, Honzuki. Gerçi onda karakter (en azından o dünyadaki bedeni) velet olduğundan (Rudy iti de velet gerçi) çok mümkün değildi. Ama karakteri büyütseler bile o yola sokmayacaklar muhtemelen. İlk başta "Başkarakter kız olduğundan herhalde." dedim, sonra aklıma Hamefura geldi. İkincisi "Watashi, Nouryoku wa Heikinchi de tte Itta yo ne" ki zaten "Ha, bunda zaten erkek karakter yok." dediğimden aklıma Hamefura geldi. Gayet lez harem de yapabilirlerdi, her şey beklenir bunlardan. Üçüncü olarak slime'cı çocuğun serisi var, Kami-tachi ni Hirowareta Otoko; gerçi bu seride animeye uyarladıkları kısım sadece prolog gibi bir şeydi bence ama hiç harem marem işine girmemişler gibi duruyor. O değil de hâlâ herifin sırf balçık eğiterek koskoca leydiyi düşürmesini aşamadım ya. Okaasan Online'ı (henüz) izlemedim, onda harem marem değil doğrudan ensest yoluna gitmeleri daha olası. Boşa demedim tepede "Her şey beklenir bunlardan." diye. Neredeyse "Tate no Yuusha'da da yok." diyecektim... Ama var. Kuş prensesi var, normal prenses var, Raphtalia zaten var... O değil birkaç görsel ve teyit için bunun vikisine bakmıştım da yazarın Arifureta'nın yazarıyla bir akrabalığı, arkadaşlığı vs. (Re:Zero ile KonoSuba'nın yazarı arkadaş mesela) var kesin; ikisi de seriyi acayip acayip yerlere götürmüş. NGNL'de harem olduğunun söylenip söylenemeyeceğinden emin değilim. Tamam Shiro zaten var, prenses var (Bu isekai kahramanları nasıl her zaman prenses/leydi vs. buluyor lan bir yerlerden? Re:Zero'nun Emilia'sı da kraliyet seçimi adayı yani teknik olarak prenses. Hayır o evrende elini sallasan prensese çarpmıyor ki arkadaş, Re:Zero'da tamam çarpıyor... Felt bile prenses sonuçta Re:Zero'da ama diğerlerinde çarpmıyor. Ya Kazuma denen kazma bile leydiyle [Darkness] takılıyor ya.), o tilki mi hayvan mı ne leydisi var, Jibril var... Ama birinci olarak Sora'nın önceliği hep Shiro, bunu seri açıkça anlatıyor; ikinci olarak da Sora tek başına başkarakter değil orada, Shiro da başkarakter. Ha Shiro'nun tilki leydisine nasıl davrandığını görünce harem denebilir NGNL'ye de. Lan insafsızlar kaç sene oldu, geçenlerde ucundan azıcık bir film koklattınız geçtiniz. "Bu size yirmi sene daha yeter." dediniz kesin. Bak şimdi aklıma geldi, Log Horizon'da yok. Ki Log Horizon bugünkü Overlord, İsekai Maou gibi oyun-isekai birleşimi (SAO da bu türden sayılabilir bir yere kadar, özellikle ilk sezonun ilk yarısı ve şu elli bin parçaya böldükleri son sezonla ama o Shichisei no Subaru, Bofuri gibi isekai'siz dümdüz oyun serilerinin atası daha çok.) olan animelerin atası, öncüsü niteliğindedir. Zaten Akatsuki'nin kılıcının ucundayken Shiroe'nin öyle bir şansı da pek yok jsahssdş. Kuma Kuma Kuma Bear'da da yok bak, gerçi başkarakter zaten pek öyle bir konuya uygun kişiliğe sahip değil. Şu Fina'yı, leydiyi falan sayabilir miyiz diye düşünmedim de değil aslında ama yok, sayamayız. Bu seri dümdüz "İnsan mı? Yok ben almayayım." serisi (işe böyle başlayan Hikki de sonradan... Neyse.), o tür yollara girmezler muhtemelen. Şimdi sayınca "E, bayağı varmış." gibi duruyor ama son birkaç yıldır her dönem (Yıl dönemi de değil, mevsim dönemi) en az 2 isekai çıkıyor, dolayısıyla bütüne baktığımızda haremsiz isekai var ama yok denecek kadar az.

Batılılaşma konusunda Ahmet Mithat Efendi'nin Felatun Bey'inden bir adım ileri gidemedik. Hâlâ referansımız Batı'nın kendisi veya Türk tarihinde Batılılaşma hareketlerine dair bir çalışma yapılacak olsa (kesin yapılmıştır zaten de) bahsetmek zorunda olduğumuz 2. Mahmut ve Atatürk değil de Felatun Bey ve onun gibiler. E, madem beceremiyoruz boş verin Avrupa'yı falan, Kuzeybatı Çin sınırlarından (Günümüzde Kuzeybatı Çin'in içinde kalıyor gerçi, bayağı içte hem de.) doğmuş, İpek Yolu ile taşınmış asli Doğu kültürünü baz alalım, kökümüze dönelim deyince de işler bir yerde şeriatçı, gerici, cumhuriyet düşmanı, hatta devlet düşmanı ve terörist ilan edilmeye kadar çirkinleşiyor. Arkadaşım, komple Vahhabi şeriatı temsilcisi (ki size ilginç bir bilgi: Karahanlılarda da Selçuklularda da Yavuz'a kadar Osmanlılarda da bildiğimiz anlamda bir "şeriat" yoktu, örfi hukuk yani Türk töresi esas yasaydı; zaten mezhep de hiçbir zaman Selefilik ve onun çok sonradan çıkmış aşırıcı yorumu Vahhabilik olmamıştı.) gibi yaşayalım demiyorum alo, öz kültürümüzü koruyalım diyorum. Ayrıca madem İslam'dan bu kadar nefret ediyorsunuz, neden "asli kültür" deyince Türklerin kendilerinin ortaya çıkışından çok sonra karşılaştığı ve geçişin tepeden, hükümdarlardan, soylulardan başladığı*1, ta 15. yüzyılda bile eski inancı üzerine olanların hâlâ var olduğu bu dini baz alıyorsunuz? Çinli, Koreli, Japon, Rus, Çeçen, Fransız, İtalyan, İspanyol, Alman nasıl hâlâ kendi öz kültürünü muhafaza ediyorsa biz de onu yapalım diyoruz, hooop.

*1: Türk tarihinde bütün inanç değişimleri böyledir. Mesela okullarda Uygur Kağanlığı maniheist olarak öğretilir, oysa Uygur Kağanlığı değil, o sırada o devleti yöneten hanedan maniheistti. Hatta halk bu inanç değişimine tepkiyle yaklaşmış, eski inançlarına daha da sıkı sarılmıştı (Et yeme yasağından olsa gerek, Mete Han da o sebeple başkentte Budist tapınağı kurulmasına izin vermemişti.). Hazar Kağanlığı'nın Musevileşmesi de hanedandan başlar, Uygurlardan farklı olarak halka çabucak inmiştir. Bugün Moğollar çoğunlukla Budist'tirler, onların inanç değişimi de Çin'i ele geçiren Kubilay Han döneminde, yine hanedandan başlamıştır. Macarların Hristiyanlaşması da kraliyetten başlamış, hatta eski inançlar üzerine olanlar birkaç kez isyan etmişlerdir. Buradan bakınca bu durum Türk tarihiyle sınırlı değil gibi gözüküyor ama dünya tarihine de yayamayız çünkü Romalıların Hristiyanlaşması halktan başlamıştı, yönetimden değil.

Kötülük problemi üzerine biraz düşündüm. Kötülük problemini gidin araştırın, burada açıklayamayacağım. Şimdi, az sonra söyleyeceklerim benim şahsi düşüncelerim. Gerçi felsefe denen şey doğası gereği kesin cevaplar ve genel kabuller içermez zaten. Eh, evrenin dün yaratılıp her şeyin beynimize bilinçli koyulması veya bizim sadece belirli kişilerin (Dünyanın en zenginleri, ne bileyim belki ülkeler falan?) oynadığı bir simülasyonda ne düşüneceğine kadar kodlanmış NPC'ler olmamız bile mümkün sonuçta. Bir dizinin, animasyonun ya da kitabın karakteri için gerçeklik orasıdır; biz de farklı olmayabiliriz. 4. duvarın yıkılması olayı için de: Ben birçok kez göğe doğru "Komedi karakteri olarak kullanılmak istemiyorum." diye haykırdım. Her şey rastgele, sadece denk gelmiş olduğu için olmuş olabilir ya da insanlık ceza ve sınav için (Şu dünyaya gönderilme mevzusunda özellikle Türk ateistler "Ceza" kısmını es geçip direkt "Sınav" kısmına odaklanıyorlar genelde, konunun özünü kaçırdıkları için karşısında neye inandığını bile bilmeyen biri de varsa eğer bütün tartışmalar çıkmaz yola giriyor.) dünyaya gönderilmiş olabilir. Sonuçta, ölmeden veya eğer bir yaratıcı varsa onla iletişim kurmadan gerçeği bilmemiz mümkün değil. Belki o zaman da mümkün değildir, gerçeği bilemememizle aynı sebepten bunu da bilemiyoruz. Bir senaryonun yapıtaşları veya evrenin çarkında kendi öneminin ya da önemsizliğinin farkında olmayan, içten içe farkında olduğundan acı çekmeye meyilli varlıklar da olabiliriz. Ve muzip bir şeytan, sadece hayali karakter olan bize dış dünyanın var olduğunu düşündürdüğünü sandırıp "Düşünüyorum öyleyse varım." dedirtecek şekilde ayarımızı bozabilir (Bu da Descartes'a girer!). Belki var olmamız gerektiği için varız, belki öyle denk geldiği için, belki de aslında var olmamamız gerektiği halde varız. Doğada her şeyin bir görevi var ama biz insanlar kanser hücresi gibiyiz. Hem paranoyak bir şüpheci hem de eminlikten yoksun yani kesin doğru cevabı (en azından uzunca bir süre) bilinemeyecek şeylerde kendi cevabını savunan ama bunda ısrar etmeyen (İnanç tartışmalarının her seferinde çıkmaza girme sebeplerinden biri de inançlıların çoğunun savunma yerine ısrarı kullanması.) biriyseniz bu tür şeyler düşünmek size yaramaz, aha kanıtı. O değil böyle şeyleri de sırf sevgilim olmadığından düşünüyorum ha, Ekşi'de bir başlık vardı, zamanında gülüp geçmiştim (tabii o zaman bile birazcık hak vermiştim) ama gitgide iyice ona bağlıyorum. Yok, iki farklı başlıktan iki farklı giriydi; şimdi hatırladım -ama bulup buraya koymakla uğraşmayacağım.- Neyse, kötülük problemi diyorduk. Bana göre Tanrı (Ben Tanrı'nın varlığını inanç gereği ön kabul olarak alsam da yukarıda dediğim şeylerden dolayı bu başkalarını bağlamayan, hatta aslında beni bile bütünüyle bağlamayan bir ön kabul. Gerçi kötülük probleminden bahsederken Tanrı'nın varlığını veya en azından varlığı ihtimalini ön kabul almak gerekiyor çünkü konunun özü bu zaten.), iyi değildir. Kötü de değildir, sadece adildir; en azından ahiret için. Adalet gerektiğinde zalim (Ceza), gerektiğinde merhametli (Her ne kadar bizim mahkemelerde cılkı çıkarılsa ve adamına göre muameleyle uygulansa da "İyi hal indirimi.") olur, Tanrı da bana göre böyledir. Bir de kötülük ve kötü, kendi başına var olan bir kavram değil (En azından bana göre). Kötü diyebileceğimiz bir şey olmazsa iyi diyebileceğimiz bir şey de olmaz. Kötülük, basitçe iyiliğin var olmama durumudur; var olan bir şeyi değil, yokluğu ifade eder. Başka bir deyişle kötülük, iyiliğin gölgesidir; gerçi ben dünyaya kısmen düalist bir bakış açısıyla baktığımdan bir şeylerin zıttı olması gerektiğine inanıyorum; ama benim düalist bakış açım keskin düalist bir bakış açısı değil, güneş (Yang)-ay (Yin)-yıldız (Sembolde diğeri içindeki noktalar) şeklinde üçlü bir bakış açım var. Melek, şeytan, Tanrı/insan; erkek, kadın, çocuk; bitki, hayvan, mantar (Mikroorganizmaları özelliklerine göre hayvana yakın-bitkiye yakın diye dağıtabilirsin. Protistler başlangıçta öyle ayrılmıştı zaten.); iyi, kötü, nötr; sıcak, soğuk, ılık; zengin, fakir, orta halli; yaşam, ölüm, hastalık/uyku/baygınlık; tez, antitez, sentez... Eğer savaş hiç var olmasaydı barış diye bir kavrama ihtiyaç duyulmazdı (Bunların sentezi ateşkes gibi şeyler oluyor), suç kavramı var olmasaydı ceza kavramına ihtiyaç olmazdı (Bunun sentezi de af), ışık var olmasaydı karanlık da var olmazdı (Sentezi gölge olarak varsaydığımı anladığınızı varsayıyorum.). Öldürmek kötüdür, evet; ama hiç kimse hiçbir şeyi öldürmemiş olsaydı bunu bilemezdik. Gerçi herhangi bir ökaryotun başka canlıları öldürmeden hayatta kalabilmesi mümkün değil, bitkiler de dahil. Eh, başta da dediğim gibi; bu benim kendi fikrim, kendi açıklamam. Sizin kötülük problemi veya benim dediklerim hakkında ne düşüneceğiniz size kalmış.

Noktalama işaretleri konusunda inadımı bırakıp TDK'nin yarım yamalak kurallarını baz almaya karar verdim. O değil Şinasi zamanında bu konuda bir rehber yapsaydı durumumuz bu olmazdı, öyle "İlk ben kullandım bunları." demekle olmuyor. "Kullandın da bana mı kullandın yarra'm?" derler adama. Neyse, şimdi bundan sonra uyacağım TDK kurallarını ve bence nasıl olması gerektiğini yazacağım (TDK, sözlüğünde "Sapık" kelimesinin anlamını doğru düzgün günümüz diline çevirmediği müddetçe TDK'den daha iyi Türkçe bildiğimi iddia etmeye devam edeceğim. Tatlısuyu sözlüğe alıp tuzlusuyu almayan kurumdan ne bekliyorsak zaten.):

Noktalama işaretleri tırnak işareti içinde. Örnek: Bu işler "Belki," "Herhalde" ile olmaz. (Burada tırnaklar birleştirilir aslında da insanın aklına "Ha" deyince örnek gelmiyor.)

Bence noktalama işareti cümlenin parçasıysa tırnak dışında, tırnak içindeki ifadenin parçasıysa içinde olmalı. Yani şöyle: Bu işler "Belki", "Herhalde" ile olmaz.

Noktalama işaretleri parantezlerin içinde. Örnek: (Bu da böyle bir anımdır.)

Bu konuda bir itirazım yok, bence de böyle olmalı... Ama:

Parantez, cümlenin sonundaysa iki noktalama işareti var. Yani hem parantez içinde onun noktalaması hem de dışındaki. Örnek: Ahmet, "Ya şu senin kalem nasıldı?" dedi (Ulan bende kalem mi kalmış sanki.).

Bence burada, yani parantez içiyle dışındaki noktalama işareti aynıysa parantez içindeki kullanılmamalı. Ha ama farklı olur, biri soru işareti, öbürü ünlem, biri ünlem öbürü üç nokta falan... O zaman kullanılmalı.

İngiliz mizahı, hele hele İngiliz kara mizahı Amerikan mizahına bin basar. Adamlar bu işi iyi kıvırıyor. Japon mizahı tamamen klişe ve tekrar üzerine kurulu (Yeterince maruz kalınca anlaşılıyor ama ilk başta farklı gelebilir.), Çin mizahı desen bizimkinden hallice... Artık o Tanrı Dağları ve Pamir Dağlarının nasıl bir havası, suyu varsa Türk dizisinden hallice bin tane Çin yapımı gördüm. Etkiliyor demek ki. Göçeli bin yıl olmuş, hâlâ Türkiye Türkleri ile Çinliler arasında zihniyet ve kültür benzerliği var. Hayır bu kadar benzer şeyler üretirken komşu olunan zamanlarda birbirimizi boğazlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamamız da ilginç. Amerikan mizahı zaten malum, bahsetmeye bile gerek yok. Baktığında İngiliz mizahı çok iyi. Ha Türk mizahının kaliteli olanını tek geçerim ama kaliteli Türk mizahı pek az bulunuyor, hele de şu devirde. Gerçi bu kaliteli Türk mizahı olayında durum biraz da mizahın yerel olması zorunluluğundan kaynaklanıyor, yani herkes için kendi dilindeki, kendi ülkesindeki mizahın en iyisi en kaliteli mizahtır. Kelime esprisi denen şeyi çevirmek neredeyse hiçbir zaman mümkün değil ama esas mesele şu: Toplumların, hatta aynı toplumun farklı kesimlerinin günlük hayatta karşılaştığı şeyler ve bunlara davranış şekilleri, bakış açıları aynı değil. Cem Yılmaz, yıllardır kaliteli Türk mizahının ülkemizdeki örneğidir ve dibine kadar yereldir. Türkiye'de yaşamamış, havasını suyunu solumamış, dilini konuşmamış, buranın insanlarıyla iletişim kurmamış kimse anlayamaz. Kendisi "Bizim ülkemiz mizah cenneti değil, mesela sperm bankası yok ama şakasını yaptım." demişti. Eh, o sperm bankası şakası tamamen "Türkiye'de olsa nasıl olurdu/ne olurdu?" üzerine kurgulanmıştı ve tam olarak o sebepten komikti, zaten kendisi de farkındadır bunun; demek istediği o değil bu cümlede ama benim anlatmak istediğime en iyi örneklerden biri. Leyla ile Mecnun (dizi olan) ve KALT (Youtube kanalı olan) da böyle. L&M'den tek bir örnek vereceğim, eğer "La komple absürt işte, kelime şakaları dışındakileri tüm dünya anlar." diye düşündüyseniz: Mecnun'un kör bir adamın evine girdiği bir sahne vardı (Adam kimdi, adı neydi vs. hatırlamıyorum; zaten tek bölümlük karakterdi.), o sahnede duvarda adamın atalarının portreleri asılıydı ve portreler Köroğlu'ndan başlıyordu. Bu sadece bir sahne, espri bile değil, sadece sahne geçişi aslında; yani önemi bile yok. Ama bu sahnedeki espriyi anlamak için Köroğlu'nu ve adının anlamını bilmek gerekiyor. Bak, o kadar önemsiz bir sahne ki birkaç farklı şekilde aramama rağmen video bulamadım ama Köroğlu'nu tanımayan, adının etimolojisini bilmeyen biriyseniz anlamayacağınız bir sahne.

Bu aralar dönüp dolaşıp yazmaktan bahsetmek istiyorum nedense. Bu performansı Gezginin Puslu Yolculuğu'nu ilerletmekte de gösterebilsem ne hoş olurdu. Neyse. Özgün olan her hikaye (Özgün derken uyarlama olmamasını kastediyorum, yani başka bir hikayenin birebir kopyası bile olsa uyarlama değilse dediğim kısma giriyor.) yazarının/senaristinin (Filmler, diziler, animasyonlar da bir hikaye çeşididir)/çizerinin (Çizgi romanlar da elbette.) izini taşır. Onun hayata bakışını, görüşlerini, duygularını, düşüncelerini, geçmişini, istediği ve istemediği geleceği... Her hikaye aslında yazarını anlatır, bu yüzden roman, hikaye vs. yazarlarının çoğu belli temalar etrafında döner, belli ortak özellikleri olan karakterler kullanır çok sık; senaristler günümüzde, bilhassa da ana akım için genelde sipariş üzerine iş yaparlar ama ortak çalışan yapımcı/yönetmen-senarist ikiliğinde (Nolan'ın ve Kubrick'in filmleri gibi ki bu ikisi de hem senarist hem yönetmen hem de yapımcıdır.) ve özgür olabilen senaristlerde de bunu çok sık görürsünüz. Bunu bilinçli yapmazlar, "yazın" denen şeyin doğası onları buna iter. Zaten her türlü sanat ve hatta zanaat gibi yazı da her şeyden önce kendini anlatmak, eteğindeki taşları dökmek için bir yoldur. Yazar, farkında olarak ya da olmayarak düşüncelerini, duygularını karakterlere dağıtır ve karşılarına da o düşünceyle, duyguyla alay eden, o düşünceye itiraz eden kişiler koyarlar.

Türkiye insanının çok büyük bölümünde siyasi fanatiklik var. Muhaliflerin çoğu iktidara/hükümete karşı/düşman olmayı devlet düşmanlığıyla, iktidar destekçilerinin çoğu da hükümet ile devleti karıştırıyor. Ha bilinçli olarak Türkiye düşmanlığını muhalif/hükümet karşıtı kisvesi altında yürüten veya sırf çıkarı olduğundan "Hükümeti eleştirirsen devlet düşmanısın." tavrında olan pek çokları da var ama genele baktığımızda kaideyi bozmayan istisnalar onlar. Ben basit bir adamım, eğer hükümet benim nezdimde eleştirilecek bir şey yaparsa eleştirir, desteklenecek bir şey yaparsa desteklerim. Ama bizim halkımızın çoğunda bu yok, zaten o yüzden demokrasi bizim insana uygun bir sistem değil. Öte yandan zamanında gerektiğinde adı Tengri olan kağanların, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" halifelerin (Bir ilginç bilgi: Osmanlı halkı için halife, Yavuz'dan uzun süre önceden beri Osmanlı sultanlarıydı zaten. Fatih de halifeydi Osmanlı ahalisine göre. Yavuz, Memlükleri yendiğinde yaptığı şey "Hilafeti Osmanlı'ya getirmek" değildi, basitçe diğer/rakip halifeyi devirmek ve var olan tek/son halife olarak kalmaktı.) yakasına yapışıp "Bu ne lan? Böyle iş mi olur?" diyebilen, gerektiğinde de "Sen kendi kralına bak gevşek." şeklinde davranabilen, hatta o kadar geriye gitmediğimizde dahi mitingine katıldığı parti başkanına "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" şeklinde seslenebilen bir toplumun nasıl bu hale geldiğini de merak etmiyor değilim hani.

Yalnız öz kültür, inanç değişimi falan demişken İslam öncesi Türk kültürü hakkında beni her seferinde şaşırtan bir durum var. Şöyle ki: Eski Türklerde yönetim tabakasında (Türk kültüründe bütün Türkler soyludur, bu yüzden dilimizde "Soysuz" kelimesi soylunun zıttı değil de bir hakarettir. Öz kültürde Türkler Tanrı'nın askerleridir [dikkat ederseniz bu anlayış günümüzde bile sürüyor ve evet, İslam ile daha da sağlamlaşmış olsa da İslam öncesinden kalmadır] ve Tanrı tarafından dünyaya hükmetmek için yaratılmışlardır. Aralarından onları yönetecek [komutan] kut almış "Ak Budun/Ak Ulus" ve kut almamış, halk [daha doğrusu asker] tabakası "Kara Budun/Kara Ulus" vardır. Yeri gelmişken: Bodun/budun "millet" demektir, "ulus" ise Moğolcada millet anlamında, Türkçedeyse daha çok vatandaş gibi bir anlamda kullanılır. Türk budunu Gagavuzlardan Uygurlara, Kazaklardan Tatarlara bütün Türkleri, Oğuz budunu Türkmenler, Türkiye Türkleri, Gagavuzlar, Azerbaycanlılar gibi Oğuz kökenli halkları, Çuvaş budunu sadece Çuvaşları kapsarken Türk ulusu, azınlıklar da dahil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını, Kırgız ulusu yine azınlıklar da dahil Kırgızistan vatandaşlarını kapsar. Yine Osmanlı diye bir millet/budun yokken ulus vardır, aynı olay. Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da "Türk" kelimesi zaten budun değil ulus anlamıyla tanımlanmıştır.) çok eşlilik daha yaygın/kabul edilebilirken halk (Yani Kara Ulus) tabakasına indikçe katı bir tek eşlilik karşımıza çıkar. 19. yüzyılda, teknik olarak çok eşlilik yasalken Abdülhak Hamit Tarhan'ın evlenmek için eşinin kırkının çıkmasını beklemesine bakarsak (O "Cenazede tanıştığı kadınla evlendi." olayı şehir efsanesidir, bir gerçekliği yoktur. İlk eşi Fatma Hanım 1885'te ölmüşken kayıtlarda ikinci evliliği 1890'dadır; üstelik bu kişi Londra'da yaşayan, Osmanlı topraklarına hayatında ayak basmamış bir İngiliz'dir. Daha sonra aile zoruyla yaptığı bir 3. evlilik olsa da bu çok kısa sürmüştür, belki söz konusu Cemile Hanım ile cenazede tanışmış olabilir.) bu da uzunca bir süre sürdürülen adetlerden. İnanç konusundaysa tam tersi bir durum var: Ak Ulus'ta katı tektanrıcı (Herhangi bir şekilde kişiselleştirilmeyen Gökteñri ve onun tarafından, ona hizmet etmek ve çeşitli görevler, dünyayı inşa etmek, doğayı yönetmek vs. için yaratılmış tinler, bir de isyancı Erlik Han. Bu arada yeri gelmişken: Erlik Han aslında efsanelerde Semavi dinlerdeki Kovulmuş Şeytan'dan çok Adem'e, olmadı -cinsiyet farkını görmezden gelirsek- Lilith'e benzer; asıl yani yaratılıştaki adı "Kişi" yani "İnsan"dır zaten ve kendisi ilk insan veya insanların ilk prototipi gibi bir şey olarak anlatılır yaratılışının doğasında.), nadiren de keskin düalist (Gökteñri - Yerteñri; bazen de Kayra Han - Erlik Han veya Bay Ülgen-Umay Ana - Erlik Han-Kara Umay. Aslında başlangıçta Tengri'nin yanında adı anılan tek tin Umay Ana'ydı ama zamanla Bay Ülgen daha öne çıktı.) bir anlayışken Kara Ulus'a indikçe tinler tanrılara dönüşür, Gökteñri ya tamamen kaybolur ya "Her şeyin başlangıcı" gibi pananteist bir görüşle birlikte sadece ismen var olur ya da daha panteist bir anlayışa, "Evrenin kendisi, gök kubbenin kendisi" gibi bir şeye evrilir (Zaten Teñri sözünün etimolojik kökeni de "Gökyüzü" anlamındadır, o sebeple Gökteñri "Mavi gök" gibi bir anlama gelir; tam olarak bu sebepten Ak Ulus sadece Tengri, bazen Törük Teñri yani "Türk Tanrısı;" Kara Ulus Göktengri der.).

Günümüz dünyası için telefon, internet gibi şeylerin lüks değil ihtiyaç olduğunu bir türlü anlatamadık. Korona geldi, interneti olmayan kimse eğitim göremez oldu ama yok; na to kefari, na to mermari. Gerçi daha geçen gün uyarısız kayıtsız iki saat elektrik kesildiğine bakarsak daha elektriği anlatamamışız. "İhtiyaç uydurmayın, karnınız doymuyor mu?" derseniz eğer ben de şunlardan birini, birkaçını, hatta hepsini deme hakkına sahip olurum:

Ev de alma/kiralama, o da ihtiyaç değil. Eskiden ev mi varmış? Siktir git mağarada ya da hasır veya keçe (yurt) çadırda yaşa.

Ekmek de ihtiyaç değil. Eskiden ekmek mi varmış canım, aaa. Git bir şeyler avla da ye hem kursağından et geçer. Gerçi sen "Lüks bunlar." dediğine göre zaten geçiyordur. Ama pişirilmeyecek, orası önemli; pişirmek lükse giriyor.

Doğalgaz da değil. Soba ne güne duruyor canım? Hatta soba bile lüks. Taş diz, yak ateşini. Eskiden soba mı vardı?

Aaa, bak, para. En önemlisi. Paradan büyük lüks mü var? Deniz kabuğu, taş, kemik... Ne kullanacağın veya kullanmayıp tamamen kendin üreteceğin beni katiyen ilgilendirmez. Ama sonuçta insanlar cin fikirli Lidyalının tekinden önce para kullanmıyordu. Lüksten de öte bildiğin dolandırıcılık lan bu.

Kıyafet de lüks. Yaprak ne güne duruyor?

Gördüğünüz gibi: Eğer siz dünyayı hâlâ 1980 yılı gibi görmekte ısrar edip lüksler ile ihtiyaçları ona göre belirlemeye kalkarsanız biri de çıkar, evrenin var oluşuna kadar götürür işi. Buna hazır değilseniz şartların değiştiğini kabul edin ve dünyaya günümüzden bakıp lüksler ile ihtiyaçları ona göre kategorilendirin.

Bütün komplo teorilerini toptan doğru kabul etmeye komple teorisi denir. Hadi bakalım, aklınızda bulunsun. Twitter'dan trollük yapacağım yaşımda nelerle uğraşıyorum ya...

Korku filmi çok ilginç bir şey. Hayır, hedef kitlesi inanılmaz küçük çünkü. Şöyle ki: Hiç korkmayanlar korku filmi sevmiyorlar (Dalga geçmek vs. için izleyen bir azınlık dışında), çok korkanlar da sevmiyor. Yani bütün sektör "Korkan ama öyle aşırı da korkmayan" biçiminde bir hedef kitlesiyle ayakta duruyor. Hâlâ çekilebiliyor olması mucize gerçekten. Gerçi tıpkı ekstrem sporlar gibi temelde adrenalin bağımlılığıyla da alakası var bu korku temasının ama şimdi oraya girersem çıkamam.

6 Şubat 2021 Cumartesi

Konu Listeleme de Olmadı... Devamke

Şu hayatta var olmayan -ya da en azından benim denk gelemediğim- bazı şeyler var. Algida'nın kampanya yapmadığı yaz bunlardan biri misal: Max çubuğunda bedava olsun, Magnum çubuğunda BMW olsun... Bir diğeri de ahlak bekçiliği ve din tüccarlığı/gösterişçiliği yapıp ahlaklı ve dine uygun yaşayan kişi. Bu tür kişiler her nedense artık (!) ahlaksızlık ve (çoğu zaman şirk, hatta "Hadis inkâr eden kafirdir." deyip sonradan ayet inkarı da içeren) münafıklık denizinde konforlu, lüks deniz yataklarının üstünde kokeyllerini (Alkolsüz [yersen] olacak tabii, yoksa ahlaksızlık olur maazallah.) yudumluyorlar. Üçüncüsü, bütün porno sitelerini kapatıp (Yok canım, ben ne gireceğim? "Bir arkadaşım" giriyor da oradan biliyorum yaaaani, yoksa ne işim olur pornoyla hentai ile falan?) uçkuruna göre karar vermeyen herhangi bir kurum, kuruluş, yapılanma, mahkeme vs. de yok. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Tacizi, hatta tecavüzü neredeyse pratikte suç olmaktan çıkarıp siteleri kapatmak da nereden baksan iyi kafa ha. Bu arada herhangi birinin üstüne alınmasına da gerek yok, Çin ve Suudi Arabistan'dan bahsediyorum ben. Tabii, bir de Kuzey Kore işte... Gerçi orada internet de yok. Şimdiye dek haremsiz isekai da görmedim. Gördüklerim arasından haremsiz isekai'ye en yakın üç seri Slime, KonoSuba ve Re:Zero'ydu. Düşün bak, haremsize en yakın olanlar bunlar. Bir de şu yeni örümcek serisi, Kumo Desu Ga var ama onun nasıl olacağı belirsiz, hem daha sadece birkaç bölüm oldu hem de her bölümde "Mangada böyle değildi", "Ama novel'de böyle." muhabbeti dönüyor, bir anlayın lan artık. Yeminle ben bıktım. İşsiz piç Rudy'nin serisi Mushoku Tensei de henüz sadece birkaç bölüm oldu ama şimdiden harem olacağı belli. Yorumlarda "Harem içerecek mi bu ya, içermesin." diyen birine "Kardeş isekai izliyorsun, sence içermeme ihtimali var mı?" demişti biri aghdjsa. O kadar haklı bir yorum ki. Roxy'yle Silyph (Böyle mi yazılıyordu lan bu?) geldi bile. Hazır yeri gelmişken: Paul, cibiliyetini sikeyim senin. Şerefsiz ibne. Rudy'yi de tam uygun babaya vermişler ha, pislik seviyesi aynı. Rudy, bir de... Sen... Mal mısın çocuğum, sırf saçı kısa diye niye erkek sanıyo'n la Sylph'i? Kız olduğu her türlü belli oluyor, ha biz trap karakterlerle bol bol karşılaştığımızdan "Erkek mi la bu?" diye düşündük -zaten onu bir ton başka karakter için de düşünüyoruz gizli eşcinsel mangakalardan dolayı, bazen hiç düşünmediklerimiz de öyle olabiliyor- ama sana ne oluyor? Neyse, konuya dönersek: Ota boka "Faşist" yaftası yapıştırıp Faşizm'in ne olduğunu, (her ne kadar anlamının geçen zaman içinde değişmiş/genişlemiş olması gayet doğal bir durum olsa da) aslen Mussolini İtalya'sında ortaya çıkan ve doğrudan İtalya ve İtalyanlıkla ilgili bir terim olduğunu bilene de rastlamadım. Nazizm ise tam tersine Almanlık ve Almanlarla doğrudan ilgisi olmayan bir terimdir (terimdi), herhangi bir "ulusalcı solcu" veya "solcu milliyetçi" teknik tanımına göre nasyonal sosyalist oluyor. Yalnız dediğim "Faşist'i günümüz anlamıyla kullanmayın." değil, her sike demeyin diyorum sadece; lafım genel bir laf değil, en alakasız, günlük hayattaki şeylere bile bunu diyenlere lafım. Bak "Et yemek insan doğasına aykırı." deyip kanıt olarak inek sütünü doğru düzgün sindiremememiz ya da çiğ et yiyemememiz* gibi şeyleri gösteren vegan ve vejetaryenler arasından veganlığın kaç bin yıl önce sarhoşluk veren tütsülerin (Her tütsü böyle değil tabii, günümüzdeki tütsülerin neredeyse hiçbiri değil zaten), unlu ve iri meyvelerin, kolayca ev inşa edebildiğin bambuların anavatanı olan Güney Hindistan'da ortaya çıkmasının ve Batı'da tam da hayvanlar hakkında "Aaa, bunlar da canlı lan." fikrinin nihayet gündeme geldiği ama bitkilere hâlâ taşmış, kayaymış gibi davranılan zamanlarda fark edilip popülerleşmesinin tesadüf olmadığını da bilmezler, muhtemelen 20. yy.da ortaya çıktığını söylerler sorarsak.

*Bilmedikleri başka bir şey de kedi ve köpeklerin de inek sütünü sindiremediği (Yavru kedi ve köpekler, hatta sütten kesilmemiş ama insanların bakımına muhtaç kalmış hemen her hayvan keçi sütüyle beslenir ve işe bak ki keçi sütü, yapısal olarak insan sütüne en yakın şeydir; en azından nispeten kolay ulaşılabilen sıvılar arasında. Zaten o yüzden sütanne bulunamayan insan bebekleri de keçi sütüyle beslenir.) ve onlara çiğ et verirsek dişlerinin aşındığı, sindirim sorunları çektikleri belli ki (Kedi ve köpeklere haşlanmış et vermek gerekiyor illa mama değil et verecekseniz); zira insan eğer bu sebeplerden otçul doğalı oluyorsa kedi ve köpek de otçul doğalı oluyor. Hadi köpekgillerde mezokarnivorluk, leşçillik ve hepçillik (varlığı işlerine gelmediğinden yokmuş gibi davrandıkları hepçillik, insan doğasının ve bütün hominoidlerin asli ve temel beslenme düzeni olan hepçillik; bugün eğer "kültür" diye bir şey varsa, "teknoloji" diye bir şey varsa ve doğada, buzul çağında, hatta çok daha önce soyumuz tükenip yok olup gitmediysek varlığımızı borçlu olduğumuz hepçillik.) yaygın olduğundan köpeklerin yabani ataları kurtlar düpedüz etobur olsa da köpeklere hepçil veya en azından mezokarnivor (mesocarnivore) diyebiliriz ama kediler? Kedigiller arasında bırak hepçili, mezokarnivor bile pek yok; kedigillerin hemen hemen hepsi düpedüz etoburlar.

Yalnız nasıl bu işlerin kurdu olduysam Horimiya hakkında her dediğim gerçekleşti. Yuki-Dış mekan Miyamura ikilisinin ilişkisini atlayıp Yuki-Touru'ya odaklanırlar dedim, Sakura-Touru ikilisinin ilişki (Bu arada ilişki dediğim sevgililik vs. değil, yani sadece o değil. Bildiğin, arkadaşlık, tanışıklık, bilmem ne... Her türden ilişkiden bahsediyorum.) sürecini başlattıklarından bu kesinleşmiş oldu. Hori grubu-Öğrenci konseyi ilişkisi hakkında "Böyle yaparlarsa millet 'Ne zaman arkadaş oldu bunlar?' der." dedim, yorumlar onlarla doldu. Bu kadar hızlı ilerlemesinin şöyle iyi bir tarafı var: Öyle bir depara kalktılar ki birkaç bölüm sonra Kyousuke'yi görme ihtimalimiz neredeyse kesin. Yani özetle: Baba gibi baba geliyor be.

Bak mesela, Osmanlı Türklük, Türklüğünü kaybetme vs. üzerinden çok eleştirilir. Ha, Osmanlı'nın eleştirilecek yanı yok mu? Var hem de gırla, dört yüz yıl boyunca (Bir yüzyıl sistemin oturmaması, bir yüzyıl da komple bozulmasından kayıp veriyor.) kimsenin "Biz ne yapıyoruz lan böyle?" diye sorgulamadığı "sıvış yılı" diye bir saçmalık var mesela ya da Osmanlı'nın son dönemlerde "Bunlara tarım yaptırırsam ekonomi düzelir." diye bir fikre kapılıp bütün göçebeleri, Yörükleri vs. yerleşik hayata geçmeye zorlamasının bilhassa devletin savaş gücünü mahvetmek ve iç isyanları, devlete sırt dönmeyi artırmaktan başka bir şeye yaramaması (Kuvayı Milliye hareketinin yoğun Yörük nüfuslu Ege bölgesinde başlaması bir tesadüf değil. "Devlet bizi kurtarmayacak, zaten bizi zorla yerleştirttiler buraya, alayına isyan ulan." mantığı vardı orada, sadece işgalciler değil İstanbul Hükümeti de düşman konumundaydı.) ya da sırf eleştiri var, isyan planlama ihtimalleri var diye kahvehaneleri, kahveyi, içki ve tütünü yasaklama saçmalığı (Evet, 4. Murat'ın içki yasağı dini değil siyasi bir yasaktı, aksi durumda en baştan beri olurdu veya Şeri hukuku örfi hukukun önüne almış ilk padişah olan Yavuz döneminde konurdu; dini bir yasak olsaydı gayrimüslimleri de kapsamazdı zaten. 4. Murat'ın kendisi de bilhassa şaraba düşkündü, bir de bu var.) var ama doğru eleştiri noktası Türklük değil. Gerçi Dede Korkut'ta bile geçen, Türklerin en eski adetlerinden çanak yağmasını Osmanlı'nın gösterişçiliğine ve halkına değer vermemesine bağlayan, "Siverek neresi ya?" deyip Napoli'nin köylerini ezbere sayan, Salur Kazan, Seyfettin Kutuz, Er Töştük gibi tarihi/efsanevi isimleri duyunca "O kim yea?" deyip bir de utanmadan dalga geçen ama Kral Arthur'a tapan ve Kral Arthur'un İngiliz değil Kelt kralı olduğunu ve Britanya tarihinde konumunun tam olarak Oğuz Kağan ile aynı olduğunu* bile bilmeyen, kendini aydın sanan, ruhunu Batı'ya satmış cahiller oldukça eleştirinin bu bağlamı da çok sorgulanmamalı. Bunların bir başka özelliği de kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayıp Atatürk'ün neyi neden ve nasıl yaptığına değil sadece ne yaptığına bakan şekilciler olmalarıdır. Şapka kanunu var diye şapka takarlar, "Niye var, nasıl var oldu, neden gerek duyuldu (ya da gerçekten gerek var mıydı?)" diye bir an olsun düşünmezler. Kendilerine "Bumin Kağan kimdir?" diye sorsak Mete Han'la karıştırır, Atatürk'ün bilhassa Bilge Kağan'ı ve Kül Tigin'i övdüğü ve Bilge Kağan'dan asli Türk hakanı olarak bahsettiğinden bihaber yaşarlar. Attila'nın ağabeyini, Mete Han'ın babasını öldürüp tahta geçtiğini ve bunun Türk töresinde zaten olan "Kutludan kut alınmışsa tahttan indirilir, inmezse idam edilir; artık kutlu olmadığından kanı da akıtılabilir." (Kutlu kan kanın kutsallığından, lanetli kan da toprağın kutsallığından yere akıtılmaz Orta Asya töresinde. Kut sahipleri yaylarının kirişi ile boğularak idam edilir ki kutlu kanları akıp hanedan lanetlenmesin, lanetliler de çuvala sokulup atlara ezdirilerek idam edilir ki kanları toprağa düşüp toprağı ve toprağın kutsallığını kirletmesin. Birinci için örnek Şehzade Mustafa, ikinci için örnek Mûstasım Billah. Teoman Tanhu ve Dündar Bey'e bakınca okla vurulmak da yayla boğulmakla aynı şekilde algılanıyor gibi duruyor, zaten günümüzde daha çok kılıç ön plana çıksa da Türklerin kutlu silahı her daim ok ve yay olmuştur. Oğuz Kağan'ın kılıcı değil, ok ve yayı vardır örneğin.) anlayışından kaynaklandığı ve o olmasa bile zaten yapılacağı, yapılmaya devam edileceği hakkında zerrece fikirleri yokken kardeş katli fermanına sallarlar. (Ha o ferman olmasa Şehzade Oğuz [Mehmet oğlu Cem oğlu Oğuz] muhtemelen çok daha uzun yaşar, en azından ergenliği görürdü. Osmanlı'nın "Nasılsa ferman var aq." şeklinde işi "Asarım keserim, sultanım lan ben." boyutuna getirdiği bir gerçek; ona bir itirazım yok.) Peki ya Selçuklu (Ulan bahsedeceğim konuya gelene kadar ne çektim be.), onu hiç düşündünüz mü? Selçuklu bu konu üzerinden hiç sorgulanmaz, eleştirilmez; oysa özellikle Cengiz Han güç kazandıktan sonra Selçuklu, tamamen Pers devleti haline gelmiştir ki bu durum tam da Cengiz Han'ın elini kuvvetlendirmeye yardımcı olmuş ve İran'ın batı sınırlarına, Anadolu'ya dek dayanmasını sağlamıştır zira Türk beyleri İran krallarına dönüşmüş devlette yaşamaktansa en azından soy, dil ve örf bağları olan Moğolların hükmü altında, onlara layık oldukları gibi Altay Dağları töresiyle hükmedip Orta Asya töresiyle yaklaşan bir devlette yaşamayı ve onlar için savaşmayı tercih etmiştir. Halihazırda İran coğrafyasındaki Türkmenler batıya, Selçuklu'ya göçse de (Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim: Bu bir savaştan kaçma hadisesi değildir, sadece hizmet ettiğin/bağlı bulunduğun devlet artık o toprakların hakimi olmadığı için hâlâ o devlete bağlı olan yerlere yapılan bir göçtür. Zamanında Ankara'nın başkent ilan edilmesiyle birebir aynı şeydir yani, Ankara da İstanbul işgal altında olduğu, artık devletin parçası olmadığı için başkent ilan edilmişti. Ha başka sebepler ve ta önceki devirlerden kalan "İstanbul başkent olmasın aga ya." fikirleri vardı ama temel sebep buydu.) Orta Asya'da kalanlar savaşsa bile kaybedince ittifak yolunu seçmiştir. Selçuklu, resmi dilini Türkçeden Farsçaya çevirmiş, hükümdarlar çocuklarına Farsça isimler vermeye başlamış, Türk dilinin resmi yerlerde kullanımı ve bazı Türk adetleri bile yasaklanmıştır. Hatta bunlar arasında muhtemelen at eti yemek de vardır zira at eti İslam'ın hiçbir mezhebinde haram değildir. İmam Hanefi, kendi takipçilerine "Savaşlarda kullanılan önemli bir hayvan olduğu için sayıları azalmasın diye" mekruh kılmıştır (Bu ne kadar İslamî bir tavır sorusunu geçiyorum şimdilik), hatta bunun "Dinin değil kendisinin hükmü" olduğunu, sadece kendi takipçilerini bağlayacağını da üstüne basa basa belirtmiştir ama onun hükmü de binek ve yük atlarıyla ilgilidir. Dağda bayırda kendi halinde gezen yılkı ve baştan beri eti için yetiştirilen -ki binek ve yük atları Orta Asya töresinde zaten yenmez, onlar ailenin parçasıdır; ek olarak Türkçede bunlara da "at" değil "yılkı" denir- atlarla ilgili bir hüküm yoktur. Bu arada at etini Selefi ve Vahhabiler yemez ama Selefilik ve zaten onun kolu olan Vahhabilik temelde "Sorma, sorgulama, eskiler ne yaptıysa aynısını yap, 'Bu ayette acaba ne demiş?' diye düşünme, yap gitsin be oğlum o zamanlar yaptılarsa bir bildikleri vardır, senin Allah'ın hükmünü anlayacak aklın mı var mal." diye emrediyor birden fazla kez tekrarlanan "Aklınızı kullanın." ayetlerine ve "Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa." (Bakara 170) ayetine rağmen ama bizim inançsızlara sorsan kendi anadilinden okuyup kafa kesiyor o yüzden "Gerçek İslam" bu imiş. E, peki bu düpedüz ayet inkarcılığı değil mi? Gerçi "Hadis" denen kavramın içinde bin tane ayet inkarcılığı var da onu geçiyorum. Sünniler Alevilere, Şiilere "Ayetleri inkar ediyorsunuz." der bir de sanki kendileri aynısının kılıfına uydurulmuş halini yapmıyormuş gibi; Şiiler en azından kılıfa uydurmuyor. O değil de baba tarafı Sünni, ana tarafı Alevi köklerle birlikte Sünni (Anne tarafımın kendisi Sünni ama anne tarafına en yakın akraba soy Alevi. Yörük olmanın sıkıntıları bunlar hep, köyler arası aşiret sistemiyle yaşanıyor; gerçi bu aşiretlerin ortak hareketinden, hatta kendi içlerindeki ortak hareketten bile bahsetmek pek mümkün değil ama uzak akraba, şu köy, bu boy o konularda bilgin oluyor.), kendisi de gençliğinde bir dönem Kurancılık içinde bulunmuş, şimdilerde kendine özgü garip bir mezhep -ki bazıları tarafından Kurancılığın bir çeşit kolu sayılabilir veya İslam bile kabul edilmeyebilir- üzerine duran birisi olarak böyle rahatça ahkam kesebiliyorum ya, o çok zevkli oluyor. İşte Arap kültüründe at eti yemek olmadığı ve eskiler (Onlar da hangi eskiler, ne kadar eskiler belli değil. Cahiliye zihniyetinden ne farkı var bu adamların?) yemediği için de Selefi ve Vahhabiler at eti yemiyor. Osmanlı'nın son dönemlerinde de isimlerin Arapçalaşması mevzusu görülür ve bunun muhtemel öncelikli sebebi ta Kanuni döneminde "İsyana meyilli, devlet hükmünü kabul etmez, kendini her şeyden ve herkesten üstün görür ama daha savaşmayı bilmez, eline kılıç geçip iki sallasa kendini asker sanır." olarak tanımlanmış Araplara (Bak daha Arabistanlı Lawrence falan yok o dönemde, ta o dönemde mimlenmişler. Suudi hanedanının atası Abdullah bin Suud'un da isyan ve gasp suçundan Osmanlı tarafından idam edildiğini belirtmeden geçemeyeceğim.) karşı "Halifenin gücüne tabi olun, isyan etmeyin, akıllı olun Allah çarpar." mesajı vermektir ama resmi dil hâlâ Türkçe olmaya devam etmiş, İngiliz işgali altında, Osmanlı sultanının adeta devlet-i aliye hünkarı değil de İngiliz lordu, hatta İngiliz valisi ("Fransa vilayeti"nden nerelere...) haline geldiği, "Aman başımıza bir iş gelmesin." diye devletin başkentine Türk ve İslam düşmanlıklarıyla binilen birtakım papaların, kralların heykellerinin dikilmesine tek laf edemediği dönemlerde bile yasak edilmemiştir. Selçuklu'nun tavrına karşı da ahaliye kim olduklarını, neler yapabilecekleri ve neler yapmaları gerektiğini hatırlatanlar Karamanoğlu Mehmet Bey gibi otağında oturan, at üstünde kılıç çarpıştıran (Bunlar yönetici taifesi olduğundan kılıçları var tabii) yarı-göçebe (Arazi sahibi, aslen devlete bağlı adam nasıl ağız tadıyla tam göçebe olsun? Gerçi Türklerde tam göçebelik neredeyse yok gibi bir şeydir, Göktürkler bile tam göçebe değil yarı-göçebeydi hem halkıyla hem toyuyla.) Türkmen beyleri ile Hace Bektaş Veli gibi Türkmen-Alevi dervişleri olmuştur. Benzer bir aydınlanma da çoğu Anadolu Kıpçaklarından olup Moğollarca köle olarak Abbasilere satılmış, Abbasi devletinin askeri gücünün önemli bir parçası olan Mısır Türkleri arasında hemen hemen aynı zamanlarda Aybeg, Kutuz, Baybars gibi isimler önderliğinde gerçekleşiyordu. Osmanlı da küçük ve önemsiz bir soy olmasına karşın uç beyliğinin avantajı ile bir yandan Doğu Roma'ya sataşıp bir yandan bu "özünü hatırlama" faaliyetlerine destek vererek kısa sürede güçlenmiştir zaten. Küçük ve önemsiz soyu açacağım: Osmanlılar Kayı boyunun tek bir aşiretinin (Karakeçililer) tek bir obasıydı sadece, Yıldırım Bayezid, Timur'a karşı bütün Kayı'yı komple Osmanlı'ya mal etse de (Bunun sebebi de "Han" unvanı için ya Cengiz Han ya Oğuz Kağan soyundan gelme zorunluluğu. Timur iki soydan da gelmiyordu ama veraset açısından Cengiz Han'ın varisi olduğunu söylüyordu [o dönemdeki bütün Orta Asya devletleri gibi] ki Müslüman bir Özbek olduğu halde Osmanlı'da kendisine "Moğol" denmesinin ve günümüzde MEB'in tarih kitaplarında/derslerinde hâlâ "kâfir Moğol" olarak anlatılmasının sebeplerinden biri de bu.) Horasan'da kalanlar vardı, Ankara civarında oba kuranlar vardı, Kuzey Suriye'de varlardı (hâlâ var), hatta Osmanlı ile gelip ona yakın bölgelerde konaklayan ama farklı ve çok münasebetleri olmamış obalar da vardı. Gerisingeri doğuya dönüp bugün Çin'de yaşayanlar bile var. Yani Kayılar ve hatta onun tek bir aşireti olan Karakeçililer bile çok fazla kola ayrılmıştı ve Osmanlı o kollardan sadece biriydi, üstelik önemsiz ve küçük bir koldu Selçuklu devleti tarafından kendilerine uçbeyliği verilene dek. Zaten her ne kadar genel Oğuz geleneğinde yönetici boy Kayılar olsa da o dönemde geçer akçe olan boylar Selçuklu hanedanının geldiği boy olan Kınıklar ile bu özünü hatırlatma faaliyetlerine başlayıp en çok destek veren ve o dönemde Anadolu'da hem sayı hem savaş gücü olarak oldukça üstün olan Avşar/Afşar boyuydu, Karamanoğlu Mehmet Bey de bu boydandı. Zaten Osmanlı'nın tarihi boyunca sorun yaşadığı Türkmenler de çoğunlukla Avşar boyundandı ki bunda Avşarların oldukça haklı olan "Biz kılıcımızla buraları düzelttik, ahaliye kim olduklarını hatırlattık, siz gelip üstüne kondunuz." tavrının da payı var. Bunu o bahsettiğim, Osmanlı ile yakın denebilecek bölgelerde oba kurmuş ama Osmanlı ile pek bir ilgisi/ilişkisi olmamış, hatta yerleşik hayata geçmeye zorlandıklarından isyan edip çevre köyleri -ki onlar da tam olarak bizi yerleşik hayata geçirme amacıyla kurulmuştur, önceden bomboş dağ tepe idi oralar; bu sadece işgalcilere karşı alınan tavır yani- yağmalamış, yıkmış bir Karakeçili köyünden biri olarak yazıyorum bak: Adamlar gayet haklı.

*O konum da şudur: Her iki kişilik de muhtemelen ya gerçekten yaşamıştır veya gerçekten yaşamış bir figürün hikayesini anlatmakta kullanılmış bir alegoridir ama haklarında destanları ve onlardan Allah bilir kaç zaman sonra torunları (veya öyle olduklarını iddia eden kişiler) tarafından yazılmış eserler dışında iz ve kaynak yoktur. Oğuz Kağan sıklıkla Mete Han ile eşleştirilse de Mete Han'ın hayat hikayesinin bilinen kısmıyla Oğuz Kağan Destanı'nın pek örtüşmesi yok, hikaye değişmiş veya alegorik olarak anlatılmış olabilirse de (ve bazı ortak/benzer kısımlar inkar edilemese de) destanda açıkça Uygur denen Oğuz Kağan'ın Kıpçak olan Mete Han ile bağdaşlaştırılması pek doğru gelmiyor. Nasıl ki kadim Altay soyu başta Tunguz ve Altaylı diye, sonra o Altaylı da Türk ve Moğol diye ayrıldıysa Türk soyu da başta Sabar ve Ogur diye ayrılmıştır. Sabarlar kendi içinde Sibirler, İskitler gibi boyları barındıran Asıl Sabar boyu ile Kıpçaklar diye, On Uygur da denen Ogurlar da kendi içinde Uygur ve Oğuz diye ayrılmıştır ki destana göre Oğuz Kağan, Uygur soylu olup Oğuzların atasıdır yani tıpkı Kıpçakların aslının Sabar olması gibi Oğuzların aslı da Uygur'dur. Özetle Türk soyunun boylarına budaklanan listeye göre de Oğuzların atası olan Oğuz Kağan, Uygur değilse de en azından Ogur olmak durumundadır. Ha destan ilk kez Uygurlar tarafından yazıya geçirildiğinden Oğuz Kağan'a "Uygur" denmiş olabilir ama yine de günümüzde de Oğuzlar, kültürel, dilsel ve kan yakınlığı açısından Uygurlara Kıpçaklardan daha yakın. Günümüzdeki Oğuz kökenli halklardan bazıları: Türkiye Türkleri (Kıpçak köken veya Kıpçak-Oğuz melezlik ihtimali de Türkiye Türklerinde yüksek, bilhassa Kuzeydoğu Anadolu ve Güney İç Anadolu'da zira Anadolu Kıpçakları oralarda yerleşmişlerdi; Oğuzlar Selçuklu'yla ve sonrasında gelmişti), Türkmenler (Türkmeneli, Türkmenistan), Azerbaycanlılar ve İran Türkleri (Birkaç tane Oğuz kökeni olmayan İran Türkü halkı da var ama çoğunluk Oğuz kökenli). Günümüzdeki Kıpçak kökenli halklardan bazıları: Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler (Özbekler yoğun Moğol ve Oğuz melezliği de taşıyor çünkü ortaya çıktıkları dönemde bugün Özbekistan denen coğrafya Amerika'dan halliceydi. Kıpçak'ı, Oğuz'u, Moğol'u, Pers'i, Arap'ı, Hintlisi, Sabar'ı, Abhaz'ı, Çerkez'i... Ne ararsan vardı.); Asıl Sabar soyu da Yakutlar ve Çuvaşlar ile temsil ediliyor. Yani destanı yazıya geçiren Uygurlar olduğundan Oğuz Kağan, Uygur ilan edilmiş olsa ve gerçekten Mete Han -ki o Kıpçak'tı- ile aynı kişi olsa bile torunlarının neden Kıpçaklara değil Uygurlara yakın olduğunu açıklamak gerekiyor. Sabar ile Ogurların temel farklarından biri Ogurların diğer Altaylara (Özellikle Moğollar), Sabarların Ural halklarına (Özellikle Macarlar) daha yakın olmasıdır bu arada. Bir de tabii destan ile zamanlamanın çok örtüşmemesi var, Oğuz Kağan destanına göre Kıpçaklar, Oğuz Kağan'ın tek bir beyinin soyundan geliyorlar yani zamanlama da pek tutmuyor (Hunlar Kıpçaklar içinden bir aşiretti) ama destanlarda zamanlama hatası ve kayması gayet olağandır. Ha elbette, babası Kıpçak olmasına rağmen kendisi Ogur/Uygur bir anneden doğma ise destanda öyle anlatılmış olabilir ve kendisi babasından çok annesine çekmişse bu hem Uygurlara daha yakın olan Oğuzları hem de Oğuzların Kıpçaklar arasından neden Özbeklere en yakın, Kazaklara en uzak Türkî halk olduğunu açıklar. Mete Han'ın annesinin Türk olduğunu biliyoruz, destanda Oğuz Kağan'ın annesine Ay Kağan denir ki bu aslında ilginç çünkü han içeren kız isimleri Türkçede mevcut olsa (örneğin Aslıhan adının ta Selçuklu'dan beri kullanıldığını biliyoruz) ve zaman zaman bazı ünlü tarihi kadınlar veya mitolojik figürler "han" unvanıyla anılsa da buradaki Kağan bariz unvan ama Kağan Türk dilinin ve yönetim sisteminin her döneminde eril bir unvan olmuştur, dişili zaten Kağantun/Kağadun/Katun/Kadın/Hatun biçimlerinde bulunmaktadır. Han da aslen eril olsa da dediğim gibi istisna var ama Ay Kağan dışında "Kağan" ile unvanlanmış herhangi bir kadın yok. Bak evet, "kadın" her ne kadar anlamı değişse de cinsiyet belirteci değil unvandır Türkçe bilmeyen Türk feministlerin sandığının aksine; doğru ikili kelime "kız"dır. Eğer "Bayan değil kadın"da ısrar edecekseniz, "erkek" yazan tabelaların da "Adam"a çevrilmesi gerekmektedir zira Türkçenin ikiliği bu şekildedir: Erkek-Kız, Adam-Kadın biçiminde. Nüfus cüzdanının cinsiyet hanesine bir bak bakalım 80 yaşındaki nineye de "Kız" yazıyor mu yazmıyor mu. Niye yazıyor? Çünkü zamanında bu hüviyetleri çıkaranlar Türkçe biliyorlardı da ondan. Yani illa "Bayan" kelimesinden rahatsız olacaksanız (Ki bu da unvandır, bey kelimesinin dişilidir; tarihte bu adda erkek bir Türk hükümdarı bile vardır.) doğru itirazınız "Bayan değil kız." olmalı, gerçi siz böyle şekilciliğe takılıp oyalanır ve o rahatsız olduğunuz ataerkil kültürün size sunduğu bütün avantajları (Evet, ataerkil kültürün kadınlara da avantajları var. Ortalama bir günümüz feministine bunu söylemeye kalkar kalkmaz kadın düşmanı, potansiyel tecavüzcü ve dahi potansiyel katil ilan edilsek de erkeklere dezavantajları da var hatta ki dünyada ataerkil kültürün esas büyüyüp köklenmesini ve anaerkil ya da ataerkil bile olsa en azından eşitlikçiye yakın kültürleri boğup yerini almasını sağlayan kişilerin erkekler olmaması gerçeğini de bir araştırın derim.) misliyle talep ederken makul ve mantıklı olmanızı beklemek zor. Kadın hakları karşıtı vs. değilim bu arada, aptal feminizmi (Zeki feminizmi için araştırılacak kişiler: Tomris Hatun, Jeanne d'Arc, Virginia Woolf, Ursula K. Le Guin. Dikkat ettiyseniz en genci 2018'de öldü, bir daha toparlanamadı hak savunuşu.) karşıtıyım sadece; bu da temelde tam eşitlik destekçisi olmamdan (Elime tam yetki verseniz eşitlik meşitlik kurmam herkesi köle yaparım o ayrı. Yapılması/olması gerekenle yapılan/olan şey tarih boyunca o denli nadiren kesişmiştir ki bu tarihi gerçeğin bize insan denen yaratığın genel anlamda ne kadar salak, unutkan ve bencil olduğu hakkında çok iyi birkaç fikir vermekte üstüne yoktur.) kaynaklanıyor. Bir de salaklığa katlanamamdan: Aptal inançsızlığına da (Zeki inançsızlığı olguları dil, coğrafya ve zamana göre yorumlamaktan aciz değildir. "Kuran'da kar yok." demeden önce o dönemde Arapçada kar, buz gibi şeyleri karşılayacak herhangi bir kelime olma ihtimali ne kadar yüksekti [Arap yarımadası ve Levant dışında Arapça kullanılmıyordu o dönemde, ne Irak ne Suriye ne Mısır halkı Arapça konuşuyordu.] ve zaten hiçbir dediğini kabul etmeyen kişilere bir de hayatlarında görüp duymadıkları bir şeyden bahsetmeye kalkarsan ne kadar ciddiye alınırdın azıcık düşünmek lazım.), aptal inançlılığına da ("Dinimizde halay yok." Ulan zaten hangi dinde var ki?), aptal seyirciliğe de (Korku izleyip "Çok korkunç ya." demek neyin kafası lan?), aptal veganlığına da (Zeki veganlığı "Et yemek doğamıza uygun değil." demez, işin felsefi boyutunu [İşte can almak istememek vs.] öne çıkarır. Ha onların da bitkilerin canlı olduğunu zinhar kabullenmeme sorunu var ama konu bu değil.) karşıyım; bunların aklı başında olanlarına değilim. Konuya dönersek: Bir de Ece vardır "Kraliçe" anlamında ama o daha çok doğa ruhları (Umay Ece) ya da efsanevi karakterler vs. İçin kullanılır. Yani özetle Ay Hatun veya Ay Ece yerine Ay Kağan seçimi çok ilginç. Uygur-Kıpçak konusuna dönersek: Uygur işini bu şekilde bağladıktan ve Oğuz Kağan-Mete Han eşleşmesini doğru kabul ettikten (Ben hâlâ etmiyorum.) sonra destanda Oğuz Kağan'ın torunu olarak anlatılan Kayığ Han da Mete Han'ın kendinden sonra başa geçen oğlu Kiyük/Kiyuk (Çin kaynaklarında Ki-Ok) ile rahatça isim benzerliği ve Oğuzların geleneksel verasetinden yola çıkarak özdeşleştirilebilir. Bu arada Kayığ güçlü, kuvvetli demektir; Kiyük ile eşleştirilebilecek Göktürkçe sözlerden Kiyik, geyik ve daha geniş anlamıyla "Av hayvanı" (Bu arada Türkçede "Av" esasen hayvan demektir, "Avlanmak" da "Hayvanlanmak" gibi bir şey demek oluyor; zaten o yüzden "Av avlamak, kuş kuşlamak" diye bir söz öbeği var olabiliyor); kiye kut, talih, ululuk; kıyık zeka, zeki, aynı zamanda çekici; kıyuk da mutluluk ve ayrıca geyik anlamına geliyor. Türklerde erkek geyik iktidar ve siyasi güçle ilişkilendirilir (Dişi geyik de kutsallık, annelik, aile vs. ile ilişkilendirilir) aslında ama Kayığ'ın anlamı daha çok fiziksel güç içeriyor, Türklerde onunla ilişkilendirilen hayvanlar da sığır, ayı, bazen de kurt ve kaplandır.

Netflix'in altyazıları olsun, Deadpool'un ve CN çizgi filmlerinin dublajı olsun azalarak bitmekte olan bir Türkiye Türkçesi ağzı, "Dublaj Türkçesi" var. Aslında bu Dublaj Türkçesi altyazıda ve hatta kitap çevirilerinde de kullanılır ama tonlamaları bile Standart Türkiye Türkçesinden (İstanbul Türkçesi) farklı olduğundan "Dublaj Türkçesi" denir. Bununla haklı olarak dalga geçilir, ben de geçtim zamanında ama şimdi gitgide solarken hüzünleniyorum. Bu da kültürün bir rengi, bir parçasıydı neticede; heyhat, zamana dayanamadı. Neyse ki TV dublajlı, TV altyazılı eserleri hâlâ birçok yerden bulabiliyoruz da en azından tarihin akışı içinde solup giderken ardında derin izler (pek de iyi olmayan derin izler) bırakacak. Ah o "Lanet olsun dostum"lar, ah o "Adamım"lar, ah o "Hey dostum senin sorunun ne ha?" nidaları... Solup gidiyorlar işte şu gök kubbede, eski kafalı bir haykırışın son demlerinde izlerini ve koskoca birkaç nesil üstünde travmalarını bırakarak. Koskoca kültür ormanından, başından beri oraya ait olmayan, oraya zorla konulmuş bir ot gerektiği gibi solup giderken anlaşılıyor ki o ot toprağa köklerini salmış, nice espri kisveli tohumlarını yeşertmiş; şimdi ana ot giderken gitgide diğerleri de solacak... Neyse ki bunlar espri kisvesine bürünmüş, toprağın kendi yetiştirdiği otlar da nasıl bugün Yeşilçam Türkçesi hâlâ biliniyorsa bu aslında garabetten başkası olmadığı halde soluşuyla beni hüzünlendiren eski tanıdık da hâlâ bilinecek ve tıpkı bugünkü gibi dalga geçilerek de olsa yaşamaya devam edecektir umarım. Ulan insan Dublaj Türkçesinin sonu geliyor diye efkarlanır mı? Yok, aslında birçok farklı durumun üstünde patlama ve açan çiçek bu oldu, yoksa Dublaj Türkçesini günahım kadar sevmem, en azından sevmezdim şimdi gitgide boynunu büküp kültür toprağının içinde hürmet edilmeden ezilip geçilecek şeylerden bir diğerine dönmeye başlayana dek. Ama şimdi anlıyorum ki bu da kendi çapında bir hazineymiş be.

Yine kolumu kaldırmak istemediğim dönemlerdeyim. Çünkü neden kaldırayım? Ne önemi var ki? Ne anlamı var? Oyalanmak için bir sürü şey yapıyorum. Yazmak, çizmek, bir şeyler toplamak, meçhul planlar... Hepsi anlamsız, gereksiz ama. Düşüncelerimi toparlayıp yazamıyorum bile. Aslında, şu an bunu niye yazıyorum ki? Ne gerek var yani? Ne anlamı var? Bunu yazsam da yazmasam da bin tane sağlık sorunuyla, küçük, dandik, saçma sapan bir apartman dairesinin köşesinde yapayalnız öleceğim. Öldükten on yıl sonra adımı hatırlayan kimse de kalmayacak. Bir şeyler yazıyorum ve -internette de olsa- yayınlıyorum ama... Onlara kim ulaşacak ki? Ne kadar önemseyecekler? Ne kadar süre internette, erişilebilir kalacaklar? Her şeyden öte basılı olarak bulunsalar bile kim umursayacak, ilgi gösterecek, hatırlayacak ki? Ne önemi var ki sanki bunların? Yazdığım şeyler genel anlamda kötü olan "genç yetişkin edebiyatı"na dahi yaklaşamaz, hatırlanmaya değer bile değiller ki zaten. Hak ettikleri gibi unutulacaklar, ben de öyle. O zaman neden çaba harcıyorum? Hayatta kalmaya çalışmak anlamsız bir çaba, tamamen anlamsız. Sadece hak ettiğim gibi kafamı kesecek birine ihtiyacım var. Tercihen şirin bir kız olsun ve kılıç (mümkünse katana) kullansın, en azından gördüğüm son şey güzel bir şey olsun ama herhangi bir şeye de razıyım. Dünya umursamıyor, toplum umursamıyor, Tanrı... Umursuyorsa benden nefret ettiği kesin (Böyle dönemlerde bunun aksi ifadeler çok karşıma çıkar aslen ki dini belki reddedilebilecek olsam da kâdir bir Tanrı'nın varlığını reddedememe sebeplerimden biri de bu.), o yüzden umursamıyorsa buna memnun olacağım. Sonunda ben de umursamıyorum veya sadece öyle yapmaya çalışıyorum. Kötü bir yalancıyım, değil mi? Umursamasam şu an bunu yazmaz, çoktan yarı-koma moduna geçmiş olurdum. Umursuyorum... Hatıra olarak ölmek istemiyorum, yok, hayır, cümle böyle değil. Hatıramın ölmesini istemiyorum. Bedenime gelince... Hemen beni bu yükten kurtarsa ne iyi olurdu.