Bayağı bildiğin saçma sapan bir haldeyim şu aralar. Cuma gecesi Muğla'ya gideceğim, birkaç gündür de İstanbul'dayım. Saçma sapan halde olmamın bu konuyla tam ilgisi yok ama... Şöyle ki: Benim yine gelecek kaygılarım azdı, ne yapacağım, ne yapmalıyım, nasıl olacak, en kısa sürede nasıl çalışmadan hayatta kalacak kadar para kazanırım gibi şeyler. Ne tür bir restoran/kafe açmak istediğimden de eskisi gibi emin olamıyorum. Aslında, bir restoran/kafe açmak isteyip istemediğimden bile emin değilim artık. Yani durum şu: Kafamın boş olması ve oldukça sakin, huzurlu, mutlu olmam gereken bir zamanda gelecek kaygısıyla uğraşıyorum. Saçma sapan bir halde olmamın diğer sebebi, sınavlarım başladığında spor yapmayı bıraktım ve hâlâ o haldeyim. Bayağı ne zamandır spor mpor yapmıyorum, Muğla'ya gidince zaten istesem de yapamayacağım. Gitmiyorum arkadaş seneye yazın bir yere, evde duracağım. Belki Japonya'ya giderim, onun dışında duracağım durduğum yerde. Bu neymiş be... Hayır Gökçeada'da izleyemediğim animelerin bir sürü bölümü birikti ama burada da "Ne yapacağım, ne yapsam, nasıl olacak?" diye düşünmekten bir şey izleyesim gelmiyor. Gökçeada'da neden izleyemediğimi tekrar hatırlatmama gerek yok herhalde... Bu arada geçen Algida'nın Türkiye'de farklı içeriklerde ürün sunması gibi bir başlık gördüm Ekşi'de ama bunda Algida'nın suçu yok. Gıda kodeksinde ve ilgili yasalarda "en az şu kadar şundan kullanacaksın" demezsen %1 kullanır tabi, ne diye kendine masraf çıkarsın? Mesela "Sütlü dondurmalar" (sütsüz dondurmalar, meyveli buzlar falan da olduğu için sütlü dondurmaları ayrıca saymak zorundasın mesela ama Türk Gıda Kodeksi'nde o tür bir ayrım olduğunu hiç sanmıyorum) için en az %12 süt kullanmalısın dersen sen yasada, kodekste o da %12 süt kullanır. Ben olsam hiç kullanmam, %1'e şükretmek gerek. Mesela ballı sütte de öyle bir konu vardı, onun da yasada belirtilmesi gerekli. Neyse, konuyu dağıtmayalım şimdi...
Ha bu arada hazır İstanbul'dayken Topkapı'ya gideyim dedim, çok güzel kılıçlar var lan. Ama padişah kıyafetlerinin olduğu kısım tadilattaydı, onları göremedim. Bir de ateşli silahlar vardı ki öyle süslü, öyle zarif, öyle hoş görünüyorlardı ki... Hani o tarz süslü, zarif ateşli silahlar günümüzde de olsa günümüz teknolojisini o kadar hor görmezdim muhtemelen. Yaylar inanılmaz süslüydü, bir tek menzil yayı vardı bir tane, o sadeydi. (Ağaç kabuğu kaplı yay tabi, nasıl süslensin?) Neyse ama orada da bazı eserler Osmanlı'da Lale Geleneği diye bir sergi için Japonya'ya gitmiş (resmen dalga geçiyorlar benimle). Bir katana ve iki o-tanto vardı ama bir katana o sergi için gitmiş. Fotoğraf çekmek yasaktı zaten ve o sırada kılıçları izlemek ve kılıçların kullanım şekilleri (meçin delme amaçlı bir kılıç olması) ya da yapılan malzemeler (Fatih'in kılıcının kabzasının mors dişinden yapılmış olması) gibi şeyler hakkında annemin kafasını şişirmekle meşgul olduğum için yasak olmasa da fotoğraf çekemezdim. Bu arada Çin'de ne kadar porselen tabak çanak yapıldıysa Osmanlı üstüne konmuş. Saray kap kacaklarından 18. yy.dan önceye tarihlenen porselen kapların alayı Çin'den gelmiş. Özel olarak yaptırılıyormuş gerçi. Bir tane ejderhalı bir matara vardı seramikten, artık nasıl mataraysa. İnsan su içemez ondan kırılma korkusuna. Ha bir de o kılıçlar, tüfekler falan o çağda benim olsaydı kullanmazdım. Valla bak, gider sade bir tane yaptırıp onu kullanırdım, onları süs diye tutardım. Çok güzellerdi. Bir de bir tane Macar büyük kılıcı vardı, dev gibi bir şey, balçaklarında haç şeklinde oyma var. Yalnız üç Macar kılıcı vardı, üçü de düz kılıçtı ama Macar kılıçlarını araştırdığımda eğri kılıçlarla karşılaşmıştım ben. O kılıçlar muhtemelen Hristiyanlık sonrası kral kılıçlarıydı, o sebeple düz olabilirler. Şimdi baktım da evet, onlar Hristiyan Macar krallarına ait kılıçlar olduklarından düz kılıçlarmış. Çok saçma bence eğri kılıçları Hristiyan olduktan sonra düz kılıçla değiştirmek. Gerçi düz kılıç haçı temsil ediyor gibi bir açıklaması olabilir konunun ama bilemeyeceğim. Bu arada Fatih'in kılıcı epey iri bir kılıçmış, normal boyda bir kılıç olduğunu düşünmüştüm ben hep. Konu kılıç olunca kendimi bayağı kaptırıyorum, kusura bakmayın siz de. Ha, bir de şeşper diye bir kelime öğrendim; yine topuz çeşidi. Bozdoğan, şeşper, topuz... Farklarını öğrenmem iyi oldu bak.
Şu yeni nesil lokma denen şey var, zaten ne zamandır tatmak istiyordum, tattım. Çok bir numarası yok, hatta şahsen geleneksel lokmayı tercih ederim. Yine de güzel bir şey, günlük hayatta yenir yani. Bir de ben hamurunu profiterol gibi yumuşak bekliyordum ama normal lokma gibi çıtır bir hamura sahip, o epey şaşırttı beni.
Bir de Topkapı'da havuz vardı ve içinde nilüfer vardı. İçi boş süs havuzlarına çok gıcık olurum, "Şuraya iki balık, bir nilüfer atamadınız mı?" derim. Çünkü cidden boş süs havuzları çok boş duruyorlar. Yüzme havuzlarının içinde balık, bitki olmamasının gayet mantıklı sebepleri var ama süs havuzunun boş olmasının mantıklı bir sebebi yok arkadaş! Tek açıklama havuzun bakımından yırtmak istemeniz. Çok sinir oluyorum bu konuya.
Şimdi, şunları yapmak isterim yaparsam:
1) Uzakdoğu Mutfağı: Türkiye'de küçük bir kitlesi var ve arada hevesliler geliyor ama düzgünce kazanabilmen için bilindik bir markanın şubesi olman gerekiyor. Onlar da zaten aşçıları bile ithal ediyorlar.
2) Yenilebilir böcek restoranı: Hem hiç kimse gelmez hem de ikinci gün belediye mühürler.
3) Moleküler Gastronomi restoranı: Zaten malzemeler pahalı, Türkiye'de kitlesi yok. Uzakdoğu mutfağının ve hatta yenilebilir böcekler olayının kitlesi var mesela ama bunun yok.
Ne kaldı bana? Kebapçı, fast-food'cu, kafe. Bir de bir sürü başka seçenek var ama onları yapmaya da benim pek niyetim yok. Bu ne ya! Kılıç konusuna geri dönüyorum ben. Heh, ne diyorduk?
İki tane balçaksız kılıç vardı, direkt mi balçaksızlar yoksa balçakları kopup mu kaybolmuş bilmiyorum. Ama insanın elinden bir kaysa eli kesip atar o kılıçlar, onu biliyorum. Bir tane de burmalı kılıç vardı, zaten en sevdiğim Ortadoğulu kılıç olmasının yanı sıra en sevdiğim düz kılıçtır aynı zamanda ama beklediğimden daha gösterişli, daha güzel bir kılıçtı. Aslında gayet sade ve süssüz bir kılıçtı ama gösterişli olmak başka bir şey işte. Galiba bir padişahın kılıcıydı o da, Yavuz'un diye hatırlıyorum ama muhtemelen yanlış hatırlıyorum. (Ulan daha dün mü önceki gün mü ne gittim, unutmuşum. Bir tane kaptanın kılıcı vardı ama onu hatırlıyorum, epey kısa bir kılıçtı. Bu arada dün mü önceki gün mü gittiğimi de hatırlamıyorum, rezillik diz boyu. Üç bin beş yüz yaşına gelince bazı şeyleri hatırlamakta zorluk çekiyorsunuz tabi... Üç bin beş yüz yaş mevzusunu anlattım daha önce.)
Ha bir de bir "müze mağazası" vardı Topkapı'da, minik, kılıç şeklinde bir masa süsü 250 TL mi ne. Lan ben kendi kılıcımı kını hariç 300'e aldım zaten, o süse 250 vereceğime üstüne para koyar gerçek kılıç alırım.
Mukaddes emanetler kısmı epey etkileyiciydi, insan bir havaya giriyor. (Odada canlı olarak Kuran okunuyor olması da bu konuyla ilgili olabilir ama konumuz o değil)
Neyse, o kadar işte. Oh be, kılıç mılıç dedim moralim düzeldi, dert tasa kalmadı yeminle. Hadi ben kaçtım, belki yarın belki bir buçuk ay sonra yazarım tekrar.
Edit: Ha bir de şu bahsettiğim hikayeyi okumayı bitirdim ama son çok havada kalmış. Son bulamayıp bir şeyler sallamışım resmen, bir sürü olay, mesele, söz havada kalmış. Ona doğru düzgün bir son yazıp yayınlayabilirim belki. Ha bir de oradan buradan çok fazla kapı açıp öylece bırakmışım, manyak gibi bir şey olmuş. Bazı karakterlerin doğru düzgün tasviri yok lan, neye benzediklerini bilmiyorum. Bir de mitolojik hikaye, doğaüstü olay kasacağım diye bir sürü mitolojik karakteri birleştirip hikayeleri darmadağın etmişim. Düzgün bir son bulup yayınlayabilirim ama bazı kısımlarını da kırpmak istiyorum. Hikayenin başında ana karakter kötü bir halde, onu açıklamışım ama sonra ona dair hiçbir şey söylememişim. Bayağı amatör bir şey yani... Sahte Kahramanlar ise blogda yayınlamak için fazla sert, gayet açık anlatılmış bir takım nahoş şeyler var içeriğinde ve zaten onu parça parça bir sondan bir baştan yazıyorum, sonu çoktan yazdığım için de aklıma gelen her şeyi ortada bir yerlere ekliyorum; kaldı ki bayağı uzun ve bir de ansiklopedi kısmı var hikayenin içine yediremediğim ama evrenle ilgili önemli şeyler içerdiği için sona koyduğum. Yani Sahte Kahramanlar'ı blogda yayınlamam teknik olarak mümkün değil. Bu blogda hikaye yayınlama işine neden bu kadar taktım onu da bilmiyorum, aslında lisede yazdığım her şeylerini kendi elde eden gizli bir köyde yaşayanların bir hikayesi vardı. Ona bir son uydurup bloga koyabilirim belki. Ana karakterin evcil bir oselosu falan vardı, eğlenceli bir hikayeydi aslında. Bir amacı, sonucu, ana fikri olmayan bir hikayeydi; sadece "Böyle bir şey olsa keşke" düşüncelerinin yansıması. Zaten şimdiye kadar yazdığım çok az şeyde ana fikir, amaç gibi şeyler var; genelde sırf yazmak için ya da "Böyle olsa hoş olmaz mıydı?" şeklinde benim yazma motivasyonum. A4 kağıdına bu eksik -hem de epey eksik- haliyle bastırsam 111 sayfa eden Sahte Kahramanlar'ın bile bir yazım amacı, bir ana fikri yok. Sadece bundan farklı bir dünyada geçen, birazcık heyecanlı, azıcık epik bir hikaye. Başka bir şeyi yok. Aslında Sahte Kahramanlar'ı anlatım şeklime baktım da belki birazcık ana fikir tarzı bir şey olabilir onda. Anlatım şekli dediğim arka kapakta hikayeyi ana hatlarıyla tanıtan bir yazı olur ya, o. Ha bir de bu Sahte Kahramanlar için bazı karakterlerin ve içerikteki bazı kılıçların tasvirlerini çizmek -ya da çizdirmek, kılıçları kendim çizebilirim ama insan çizemiyorum- istiyorum ama ohooo, bir ton iş benimki de. Ha bir de şimdiye kadar yazdığım hiçbir şeyi yayınlansın diye yazmadım, sırf öyle bir hikaye istediğim için yazdım. Zaten bir yayınevine götürsem büyük ihtimalle yayınlamazlar, Watpad denen şeyden de nefret ettiğim için geriye bir tek blog ve kendi kişisel bilgisayarım kalıyor. Sorunlarımdan biri de bu aslında. Satılsın, tutulsun diye bir şey yapamıyorum; yapmam için kendim sevmem gerekiyor. Gelecek belirsizliği de oradan çıkıyor, yapmak istediğim şeyi yaparsam hayatta kalamam. Ama yapmak istemediğim şeyi yaparsam da muhtemelen çok geçmeden "kamp" adı altında intihar turuna çıkarım. Yani hem istediğim hem de hayatta kalabileceğim bir iş, konsept lazım bana. O da şu sıralar ortalıkta görünmüyor, belki de çok taktığımdan ben göremiyorum, bilmiyorum. Bunun dışında canımın istediği gibi yaşayabilmek, dağ başındaki evde takılmak ve istediğim zaman gezmeye gitmek, bağ bahçe, akvaryum, kümes işleriyle uğraşmak için kırkıma, ellime kadar bekleyemem. Otuzda bile belimi doğrultabileceğimi sanmıyorum. Yani benim aslında en geç yirmi beş yaşında emekli olmaya ihtiyacım var ki kendimi bağa bahçeye, akvaryum kurulumuna, bakımına adayayım. Kırk yaşından sonra elime kazma kürek alsam ne olacak? Bir eğilsem kalkamam. Kırk çok yaşlı değil, demeden önce, şu anki 21 yaşındaki halimle bile zar zor eğilip kalktığımı söylerim. Ayrıca kafamda hayvan gibi beyaz saç var, kırk benim için çok yaşlı. Şu anki halim bile son derece isteksiz ve dünyadan, her şeyden elini eteğini çekmeye hevesliyken kırk yaşında bağ bahçeyle, akvaryumla uğraşamam. Bütün gün yatarım, muhtemelen stresten dolayı kalp krizi geçirmiş olurum gerçi o yaşa kadar. Üniversite en az dört yılımı yiyecek, işleri çalışanlara paslayabilmem için de çalışan alacak ve maaşlarını ödeyebilecek kadar kazanmam gerekiyor, o da en az beş yıl sürer. Etti mi sana otuz... Ama işte neden beş yıl sürsün ki? Şimdiye kadar başıma gelenlerden öğrendiğim bir şey varsa, o da şudur: Sıradan biri için beş yıl süren şey, benim için on yıl sürer. Etti mi otuz beş... Neyse, öyle yani. Kırk yaşına geldikten sonra dünyayı gezsem, bağla bahçeyle uğraşsam, odanın tekini hobihaneye çevirsem ne fark eder? Zaten o yaşa kadar stres kaynaklı ne kadar hastalık varsa üzerime binmiş halde olacağım, o da o kadar yaşayabilirsem. Bendeki bu şansla kırkıma kadar yaşamam, sokakta atlar tarafından tepilerek öldürülmemden daha düşük bir ihtimal. Yirmi beş yaşında falan ölsem belki de benim için en iyisi olur, en azından bu dünyanın prangalarından, endişelerinden, para denen lanet şeyden kurtulmuş olurum. Hayrına kafamı kesecek birini bulabilir miyim acaba? Şaka tabi, kendimi öldürmeye de öldürtmeye de niyetim yok. Sadece, dünyada herhangi bir amacım yok. Değiştirdiğim, hatta değiştirebileceğim bir şeyler yok. Hiç doğmamış olsam bile dünyada bir şey değişmezdi muhtemelen. Ve yarın ölsem bile dünyada bir şeyler değişmezdi. Fazla mı karamsar? Pek değil bence. En azından geleceğimi düşündüğümde gördüğüm karanlıktan daha açık bir tonda. Ne yapacağım, ne yapmalıyım, ne yapmak istiyorum? Bu üçünün cevabı aynı olmadan ne yapabilirim ki? Neyse, öyle işte. Her zamanki gibi duygudan duyguya, daldan dala, düşünceden düşünceye atlıyorum. Bu arada ayağım kaysa keşke, ne olurdu acaba? Soğuk çay... Biraz soğuk çay içmeliyim, belki de dışarı çıkıp biraz hava almalıyım. İstanbul'da hava diye bir şey kaldıysa tabi, altıncı sınıfın başında taşındığımdan beri zerre ilerleme kat etmemiş bu şehir. Neyse, soğuk çay... Belki de bundan; birkaç gündür az içiyorum, o yüzden mi düşüncelerim bu denli bulanık? Soğuk çaya şarap muamelesi yapıyormuş gibi göründüğümün farkındayım ama bu da bir çeşit bağımlılık işte. Hatta Ekşi'de ice tea bağımlılığı diye başlık bile var. Belki, belki, belki... Belki Muğla'da kafam bunlarla meşgul olmaz. O zaman ben gittim.
Keşke hayatımı sağda solda gezinerek, sopa, kılıç sallayarak geçirebilseydim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder