Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

29 Ağustos 2024 Perşembe

Durum Raporu: Aile Evi Kördüğümü, Tarih-Tekerrür Geyiği, Anime, V-W-B falan...

Çok garip bir çıkmazdayım: Hayatım kördüğüm oldu, öyle kaldı. Nasıl ve neden mi? Çünkü benim şu lanet olası aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmam lazım. Tabii aklımda birkaç plan var ama bunları gerçekleştiremiyorum. Neden? Çünkü aile evinin ruhu gerginlikten, bedeni refahtan (Aslında "rahattan" yazacaktım ama her an diken üstünde olduğun, bir de üstünde sokakta birini kesseler dönüp bakmayacağım kadar çok saçma sapan gürültüye maruz kalınan bir mahallede olan bir yerde ne rahatı?) çürüten ortamında bu şeyleri -en azından daha etraflıca düşünüp olumsuz ögeleri zorla bulup çıkartıp kendi kendimin moralini bozup hevesimi bizzat kaçırtıncaya, kendim yapamıyorsam babama "Ben şunu yapacağım." deyip de ona bu işi yıkana, neticede yine hevesim kaçıncaya kadar- yapmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hayır bazen "Ulan keşke İznik'te kalsaydım." diye düşünüyordum, en azından şu Ejderin Mührü işinin peşine düşerdim* ama o iş ne ekonomik ne ruhsal ne de sağlıksal (evet, sağlıksal) açıdan sürdürebilir değildi. İznik'te yaşadığım ev, ev değildi çünkü; zindandı. Kış bitene kadar bozuk kombiyle yaşadım (kar yağarken ısınmak için balkona çıkmışlığım var amk, durumu oradan hesap edin), sonrasında da sözde tamir edilmiş olan kombi yüzünden bulaşıkları soğuk suyla yıkamak zorunda kaldım. Oç kombi ya asla ısınmıyordu ya kaynıyordu ya da iki gıdım sıcak su verip sonra buzu dayıyordu çünkü göt. Ben bir kere bu kombinin yavşaklığı yüzünden banyo yapamadım, banyo yapamadığım gibi o gün başka bir şey de yapamadım, üstüne bir de hastalandım amk. İznik'in çeşmelerinden, en azından benim kaldığım evin çeşmesinden, su yerine sıvı kireç aktığı gerçeğine girmiyorum bile. Ekonomik boyut kısmına da "küçük yer ve esnafın kazıkçılığı orantısı" diyorum, başka da bir şey demiyorum. Hep "büyükşehirlerde çok hayat pahalı, daha küçük şehirlerde daha ucuz" deniyor ama İznik, Gökçeada gibi aslında köy olması gerekirken hasbelkader ilçe olmuş yerlerin -özellikle de yemek satan- esnaflarını görünce İstanbul gibi bir yere bile şükredersiniz, söyleyeyim. Hani sonradan tüm ülkeye yayılan "pahalılıktan yenemeyen çiğköfte" var ya, işte onun çıkış yeri İznik. İznik'teki en ucuz gıdaydı üstelik! Birkaç zinciri, örneğin en eski dükkanlarından biri İznik'te olan Köfteci Yusuf'u, saymazsak tabii. Evet, ben İznik'te yaşarken Köfteci Yusuf'un köftesinden pahalı çiğköfte vardı. Sonra o pahalı çiğköfte tüm ülkeye yayıldı bildiğiniz gibi. Hah neyse, yani özetle İznik'te kalsam hiç olmazsa Ejderin Mührü olayına hemen müdahale edebilecektim, sorunlarımdan biri eksik olacaktı ama İznik'te kalmak da mümkün değildi. O hıyar korona olmasaydı Gökçeada'da kalabilirdim ama İznik'te kalmanın hiçbir sürdürülebilir yanı yoktu. Ulan konu nerelere gitti. Yani özetle aile evinden kurtulabilmek için bir şeyler yapmak zorundayım, sonuçta her şeyin sihirli bir şekilde yoluna girmesini umabilecek bir hayatım hiç olmadı ama aile evinden kurtulmadan da o bahsettiğim şeyleri yapamam. Hani teknik olarak yapabilirim de bir sike benzemez çünkü amına ko'du'mun aile evinde müezzin olacak piçin böğürtüleri duymazdan gelinirken benim adım sesim olay oluyor. Sikimin ucuyla iş yapacaksam hiç yapmam daha iyi amk. Hadi bu "işi minik minik ısırma" benim kararım olsa neyse ama bu bir zorunluluk. Dolayısıyla benim bu siktiğimin aile evinden kurtulabilmem için önce aile evinden kurtulmam, hiç olmazsa bir iki ay tamamen kendi hâlime bırakılmam gerekiyor. Ama o da olmuyor. Tam kitabın heyecanlı bir yerindeyken kurt üzümleriyle ("goji berry") ilgili saçma sapan bir haber için rahatsız ediliyorum, bir de "Meşgulsen sonra geleyim?" sorusu alıyorum. E benim bütün odağım bozuldu ki ama, sen o bana bildirmesen hayatımda hiçbir şeyin değişmeyeceği o şeyi sonra okusan zamanımdan iki kat çalmış olacaksın? Nasıl kendi işime devam edeceğim ben o bozulmuş odakla, o bozulmuş inançsızlığın istekli askıya alınmasıyla? Bir kere işim yarım kesildiği için sinirim bozuldu zaten, bir daha ne yaptığım şeye odaklanabiliyorum ne başka şeye. Sonra da "Odağını mı bozdum?" sorusu geliyor. Madem biliyorsun şunları biriktirip akşam söylesene? Benim bu amk evinden bir an önce kurtulmam lazım ama bütün planlarım ya hayat denen şerefsizin karşıma çıkardıkları yüzünden (Bak şu başta bahsettiğim planlardan biri gece yapmayı gerektiriyor ama ben o işe "Tamam ulan, girişiyorum." deyip giriştiğim anda babamın gece üçe kadar ayakta kalası tutar. Babamın uyanık olduğu bir saatte hiçbir şey yapamayacağımı, nihayet gidip uyuduğunda da açlıktan hiçbir şey yapamayacak olup yemek yemem gerektiğini hiç belirtmiyorum bile.) ya da sikik hükümetin canı sıkıldıkça uyguladığı yasaklar yüzünden engelleniyor. Hayır yurtdışına da kaçsam kaçamam çünkü param yok. An itibarıyla vize almaya kalksam hiçbir ülkeden vize alamam, öyle bir durumum var (dün bir haftalık yemek alıp kredi kartının borçlarını ödedim, o da paramı sıfırlamaya yetti). Düşün yani hâlimi. Hayır Ejderin Mührü en azından olması gerektiği gibi yayımlanmış olsaydı "Tamam aga, işlerin düzeleceği falan yok. Bundan sonra sikmişim hayatı." deyip kafamı keseceğim ama nokta nedir, virgül nedir, sıralı cümle nedir bilmeyen bir editör tarafından bu hakkım bile elimden alınmış durumda. Yeter lan!

*O sırada araya saçma sapan şeyler girdiğinden editörün yediği boklardan çok sonra haberim oldu. Erkenden haberim olsa zaten kendisine okkalı bir mesaj döşer, bu işin peşini bırakmazdım; ama kitapları ancak iş işten geçtikten sonra okuyabildim çünkü orrrrrrospu çocuğu hayat bir başarım olmasına izin vermiyor. Şimdi ben şu konuyu etraflıca anlatayım: Bana bir koli kitap gönderdi bunlar (bunlar: editör alımında düşük zeka şartı aradığını düşünmek için geçerli sebeplerim olan götelek yayınevi), Ejderin Mührü ilk baskı. Ve onu göndermek için de tam olarak İznik'ten geçici olarak Balıkesir'e döndüğüm günü seçtiler (o geçici dönüş hâlâ devam ediyor bu arada, o zamandan beri Balıkesir'de sıkıştım kaldım). Sonra bir de İznik'in dışında (Gerçekten dışında. Az sonra bahsedeceğim bu dükkan var, bir iki metre sonra da "İznik'e Hoş Geldiniz" tabelası var.) bir su dükkanından koliyi teslim aldım. Ha bir de o sırada dükkana mal getiren biri hâlime acımasa tutma yeri bile olmayan o koliyi ta İznik'in göbeğindeki evime taşımak zorunda kalıyordum. "Ulan kıç kadar yer, ne kadar zor olabilir ki?" demeyin. Ülkedeki her yerleşim yeri gibi dağa bayıra kurulmuş olduğundan önce yokuş çıkmam, ardından inmem, sonra bir daha yokuş çıkmam gerekiyordu. Hani Ankara'ya gidene kadar Ankara'nın abartıldığını düşünüyordum, İznik'in öyle bir yokuşu var. İznik dediğin bir tane yokuştan ibaret zaten amk. Bir yol var, yokuş, etrafında da dükkanlar var. Aha İznik o kadar. Yokuşun sonunda da camiyle müze var. Benim ev de o müzenin arkasında kalıyor(du). Hah neyse, ben sonra Balıkesir'den İznik'e ne zaman döndüm? "İznik'e dönmem artık..." deyip pılımı pırtımı toplamaya döndüğümde. Sonucunda da ta Balıkesir'e temelli dönüş yapana dek Ejderin Mührü'nün kontrol edilmesi kaldı. Kalınca da ne oldu? Ne geri zekalı editöre sövebileceğim bir numara var ne de yayınevine "Şu, antlaşmada belirttiğiniz süre bitti mi?" dışında bir şey soracak hâlim. "Bugüne kadar neredeydin?" derler çünkü. Ha gerçi demeyebilirdi de çünkü bahsettiğim soruya "Süre dolduysa bitmiştir." biçiminde süper-zeka (!) bir yanıt verdiler. Be göt, sence ben bunu anlamamış olabilir miyim? O sikik antlaşmaya "Süre dolmadan kaçarsan ebeni belleriz." anlamına gelecek maddeleri doldurmayı biliyorsun da sürenin bittiğine/bitmesinin yaklaştığına, benimle çalışmaya devam etmek isteyip istemediğinize vs. dair bir e-posta atmaya neden eriniyorsun, pezevenk? Daha fazla konuşmayacağım, yavşak yayınevine daha fazla defalarca küfrettim zaten. Blogda arayıp bulabilirsiniz.

Neyse, sonuç olarak şikayet edip durmak hiçbir şeyi çözmeyecek (zaten çözecek/çözüyor olsa gündemden bahsede bahsede bloğu haber sitesine çevirirdim), o yüzden şunlara bir bakın:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

kick.com/xyaalii

O değil de şu yayın-kayıt falan işlerini ayarlayacağım diye teknoloji bilgim gelişti be. Bir de bunun dizüstüyle verimli olmayacağı açık, zaten bu evden de kurtulmak için bayağı bir bekleyeceğim gibi duruyor, o yüzden bilgisayar toplamayı düşünüyorum (kaç paraya denk gelir en ufak bir fikrim olmadığından aslında eskiden beri aile evinden kalıcı bir yere geçince toplama niyetim vardı ama şu aşamada öyle bir beklenti saçmalık, gerçi her halükarda ailemden aldığım parayla hayatta kalmaya çalıştığımdan kendim bir şeyler kazanmaya başlayana kadar o proje hâlâ proje aşamasında kalmaya devam edecek). Yalnız bilgisayar toplama işinde sadece yarı ciddiydim ama yayını telefondan takip etmek eziyet, hem OBS hem telefon gıcıklık yapıp duruyor, çift ekran olup yayını OBS'ten takip etmekten iyi bir seçenek yok ama bilgisayar toplama işi ne kadar sürecek, bana kaç para harcatacak, o esnada bir fırsat çıkar da bu evden siktirip gidersem o yarı-toplanmış bilgisayarı nereme sokacağım? Tabii bilgisayar toplamaya çalıştığım esnada bunun çük kadar odanın çeyreğini kaplamasını istemiyorsam bilgisayar masasının kullanılamaz hâle gelecek olması da var... Yine de telefondan yayını takip edip yazmak imkansız, bilgisayardan zaten takip edemem çünkü ne yapacağım, ikide bir oyunu alta atıp Kick'e/OBS'e mi bakacağım? Mikrofon açıp konuşuyor olsam yine kısmen sürdürülebilir ama izleyiciyle yazarak iletişim kurma sistemini kullanırken büyük çile. Kolay olmasını zaten beklemiyordum ama bu şekilde bir zorluk seviyesini de hiç beklemiyordum. Telefonun mal otomatik düzeltmesiyle uğraşırken (o sikik otomatik düzeltmeyi kapatmayı da bulamadım bu arada, mevcut telefonumda kapanmıyor lan, resmen saçmalık) OBS kafasına göre "yayın bitti" ekranına geçiyor (imleci iki saniye hareketsiz tuttum ya, hemen "Bitirdi herhalde..." diyor göt) falan... Sonradan aklıma geldi, şu anda tek ekranda iki ekran görebilme yöntemi arıyorum (yani tek ekranda iki masaüstü bölme) ama pek bir şey çıkacak gibi değil. Hayır bu yöntemi de kullanamazsam harbiden çekilmez bu, bilgisayar toplama işine girişene kadar ara vermem gerekir, bilgisayar toplamak da ne kadar sürüp ne kadara mal olur?

Bir de bak aklıma ne geldi, aslında şöyle ufak bir dükkanın olacak (kitapçı, plakçı -evet, plakçı- falan tarzı), 3-4 tane devamlı müşterin olacak, öyle gün boyu boş boş takılacaksın. Ama işte mevcut ekonomide halihazırda zengin değilsen, yattığın yerden (veya en azından dükkandan ayrılmanı gerektirecek "mesai" gibi kavramları olmayan bir şeyden) para kazandığın bir şey yoksa öyle bir şey yapmak mümkün değil. Ha gerçi herhangi bir zamanda, dünyanın herhangi bir yerinde (en azından henüz) çok da mümkün değil ama mevcut TR şartlarında doğrudan imkansız. Hazır bu konu açılmışken bir önceki yazıda komünizme biraz haksızlık ettiğimi fark ettim. Çünkü Türkiye'nin mevcut yönetimi kapitalist de değil komünist de değil liberal de değil, "karma" desen hiç değil. Vergi alırken komünist ama hak/hizmet verirken kapitalist, kaçak göçmene, yüzden fazla sabıkası olan suç makinesine, kendilerine kale inşa edip para bastıran tarikatlara liberal ama yasalara uyup hayatını yaşamaya, kendi işine bakmaya çalışan sade vatandaşa karşı faşist* olan saçma sapan, her ideolojinin en sıkıntılı, en aksayan, ne zaman o ideolojiyi maymun etmek isteyen birinin çıksa direkt oradan dem vurup "yumuşak karnını deştiği" yönünün alınıp birleştirildiği bir sistem var. Daha önce de söyledim, bu kadar şey beceriksizlikle, salaklıkla, iş bilmezlikle vs. açıklanamaz. Onunla açıklanabilecek aşamayı çoktan geçti. Bu kadar rezil bir sistem ancak durumun kasıtlı olarak bu hâle getirilmesiyle açıklanabilir, daha düşük ihtimalle de keçi, katır, deve gibi inadıyla meşhur toynaklılara rahmet okutan bir inatla ama bir dağ keçisi bile bu aşamaya gelmeden vazgeçip işi bilenleri dinlerdi.

*Bu kelimeyi de içi (başta gerizekalı solcular, gerizekalı liberaller ve onlardan daha zeki olmasalar da bu iki güruhu kuyruğuna takmayı başarabilen terör sempatizanları tarafından) itinayla boşaltılmış olduğundan kullanmayı hiç sevmem ama durumu daha iyi tanımlayan başka bir kelime de yok. Ayrıca evet, siyasi görüş, ideoloji, memleket/bölge, etnisite, oy verdiği parti, yaş/kuşak vs. yani özetle herhangi bir bağımlı veya bağımsız değişken fark etmeksizin toplumun istisnasız her kesiminin %80'i malın önde gideni. Dolayısıyla solcunun da sağcının da %90'ının ta amına koyayım, size bir şey olmasın -ve evet, %80'inin değil %90'ının çünkü %80'inin süzme mal olması kalanın tamamının deha olduğu anlamına gelmiyor.

Bak şimdi, "tarih tekerrürden ibarettir" lafı genelde geyik olarak veya daha küçük, daha kişisel meseleler için kullanılır ama 1. ve 2. Dünya Savaşları, bunun kanıtı gibidir. Dolayısıyla olası bir 3. Dünya Savaşı'nda herhangi bir devletin (tamam, birkaçı hariç herhangi bir devletin) elinde bir tür rehber ve yol haritası oluşturmaya yetecek bilgi var.

1. İşler iyice kızışmadan savaşa girme, girersen de Almanların yanında girme.

2. İtalya'yı izle. İtalya ne zaman taraf değiştirir, onun yanında savaşa gir. Ha tabii İsviçre gibi "Tarafsızım ben!" deyip hava sahana giren her uçağı düşürmek, karasularına giren her gemiyi batırmak da bir seçenek ama herhangi bir Türk veya Slav devleti böyle bir durumdan İsviçre gibi elini kolunu sallayarak çıkamaz, "Tarafsızlık demek öbür tarafı desteklemektir." diye malca bir gerekçeyle yaptırımlardan ebesi bellenir (bkz. "Ekmee garneynen alıyoduh garneynen!"). İsviçre de Cermen (=Avrupalı=Aryan) olmasa aynı durumu yaşardı zaten. Nasıl, Nazilere karşı savaşan "kahraman"ların aslında onlardan pek de farklı görüşlere sahip olmaması iyi hissettiriyor mu? Almanya'ya bile neredeyse hiç yaptırım uygulanmamış (savaş suçları mahkemesi yaptırım değildir), aksine ekonomik olarak destek verilmiş olmasını geçiyorum çünkü onun esas sebebi ikinci bir Hitler'in doğuşunu engellemekti (İtilaf devletleri -başta da Fransa olacak ayarsız- 1. Dünya Savaşı'ndan sonra gaza gelip Almanya'yı pratikte tasfiye eden Versay Antlaşması'nı dayatmasalardı Hitler bırak iktidar olmayı, siyasete bile atılmazdı).

3. Polonya'yla işin olmasın. Canı sıkılanın işgal ettiği ettiği ülkeden hayır mı gelir? "Fransa ya, canım çok sıkılıyor, ne yapsak?" "Polonya'yı işgal et?" "Daha dün ettim ya, canım istemiyor." Şaka gibi değil mi? Ama değil.

Bir de bu sezonun romantik animelerinden tekrar bahsedeceğim. Gimai Seiketsu'yla Koi wa Futago bilmem-ne'yi "Bu sezonun romantik animeleri çok yorucu!" yazısını yazdıktan sonra bıraktım. Kesinlikle çekilebilir değillerdi. RoshiDere'yi izlemeye devam ediyorum ama cidden dünyanın en saçma sapan harem serisi. Yani çünkü sonunda Kuze'nin Alya'yla olacağı gayet bariz, hikayenin başlığında adı geçen karakter yerine başkasıyla bitse taşlarlar lan o yazarı? Bak mecaz ya da mübalağa kullanmıyorum, ciddi ciddi recmederler diyorum, kelimenin gerçek anlamıyla. Japonlar şimdi Amerikan baskısıyla falan uysal duruyor ama herifler psikopat, 2. Dünya Savaşı'ndan biliyoruz, bu psikopatlıklarının hâlâ geçmediğini de Visitor Q gibi filmleri veya son dönemlerde çıkan herhangi bir ağır dram animesini (mesela Tengoku Daimakyou'yu, gerçi bu "ağır dram" değil ama olsun) izleyerek rahatlıkla anlayabilirsiniz. Hadi Yuki şımarık kız kardeş, o tamam, standart bir karakter arketipi (Alya'dan da Masha'dan da iyi bu arada); ama Alya'nın ablasının Kuze'nin küçükken oynadığı kız olmasına ne gerek vardı? Bak Masha kötü veya gereksiz bir karakter demiyorum, kesinlikle harika ve hikayeye katkısı yüksek olan bir karakter, tek derdim kitabın adına Alya'nın adını vermişken sırf "Çocukluk arkadaşı kazanamaz ki hacı?" bahanesine sığınmak için Kuze'ye Rusça öğreten kızı Alya yerine varlığından haberimiz olmayan ablası yapmanın, bir de görünce tanıyamadığı çocukluk arkadaşına hâlâ âşık olduğunu bizzat ona söyletmenin -hem de bunu Alya'yla konuşurken ve açıkça Kuze x Alyacı olduğunu göstermişken söyletmenin- resmen katliam olması. Ayrıca daha önce "O kız kesin Alya, değilse beni..." demiştim (böyle dememiştim ama böyle anlatmak daha zevkli) ama o zaman Alya'nın bir ablası olduğunu bilmiyorduk, o yüzden sayılmaz. Aslında bu "kasıtlı olarak bilgi gizleme" işinin bir anlatım tekniği olarak (İngilizce) bir adı da var ama hiç Tv Tropes'u kurcalamakla falan uğraşamayacağım (sonradan hatırladım: domates sürprizi, gerçi bu durumda daha çok aynadaki domates), şu an ya Serial Experiments Lain* izlemek ya da Sherlock Holmes okumak (Baskervillelerin Köpeği) daha çok ilgimi çekiyor. Sezon başında nelerden bahsettim nelerden bahsetmedim net hatırlamıyorum, yine de hiç bakasım yok. Yalnız 2.5-Jigen no Ririsa'ya "Hareme ne gerek vardı ki?" demiştim ve evet, yokmuş. Niye taglarında harem var lan bunun? Tamam Ririsa'nın bir "rakibi" var ama bu durum bu animeyi harem yapmaya yetiyorsa Ao Haru Ride'a da harem tagı koymamız gerekir. O karakteri de zaten bir iki bölüm mü ne gördük, sonra kayboldu. Bak anime manime demişken Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'yi izlerken aklıma geldi de hiç ayrı paragraf ayırmayayım diye buraya ekliyorum: "Japon vizyonsuzluğu" diye bir şey var, harbiden katlanılmaz bir şey. Zengin vizyonsuzluğundan da beter. Herifler pirinç pişirme makinesi kullana kullana tencereyle pilav pişirmeyi unutmuş lan! "Gazlı ocakla pilav yapamam." diyor herif. Tek yapman gereken pirinci suya koyup haşlamak! Zaten pilavı ekmek/katık niyetine tüketen insanlarsınız, yağ mağ koymuyorsunuz, koyarsanız bir tuzla şeker koyuyorsunuz ama genelde onları da koymuyorsunuz. Kavurma falan da yok (yakimeshi hariç ama o da Japonlarca pilav olarak görülmüyor zaten), dümdüz pirinci dümdüz suya koyup haşlayacaksın ya! Ne kadar zor olabilir ki? Bunun için -hem de bu yemek her gün üç öğün tükettiğiniz bir şeyken- niye koskoca ülke bir tane makineye mahkum oldunuz lan, distopyanın kaçıncı seviyesi bu? Döner mi ki illa makine gerektirsin aq ya! Hatta makine olmadan da döner kılıklı bir şey yapabiliyorsunuz ama dönmediği için teknik olarak "döner" olmuyor, en fazla "dönmez" olur. Gerçi Tondemo Skill de Isekai Hourou Meshi'deki çeviri hatasıymış, adam tavayla pilav yapamayacağından kapaklı tencere almayı kastediyormuş da bir Japon yapımında karşılaştığım ilk "Ama makine olmadan nasıl pilav yapacağım ki?" sahnesi bu olmadığından dediklerimin hâlâ arkasındayım. Ayrıca evet, pilav yan yemektir. Bir de TenSura'yı artık takip edemiyorum. Olaylar o kadar hızlı ve hem birbirinden hem bağlamdan kopuk gerçekleşiyor ki artık anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Hayır bu anime ilk bölümlerde kısmen SoL'dü, o yüzden o dönemde bu tür bir şey insanı rahatsız etmiyordu, zaten olması gerekendi ama şu an bir yandan da lineer bir hikaye anlatımı içindeler... Yani yazar mı bu kısımları yazarken sıkıldı da animatörlerin yapabileceği çok bir şey yoktu yoksa anime yapımcılarının beceriksizliği mi, acayip merak ediyorum doğrusu.

*O değil de adamlar 1998 yılında yapılmış animede açık açık "yapay zeka" terimini kullanıyor, MetaVerse'den -başka bir adla da olsa- bahsediyor (gerçi o konular Deep Web'i de andırıyor, ikisinin karışımı gibi, daha doğrusu "MetaVerse'in Deep Web'i" gibi), 50 tonluk da olsa sıvı soğutma sistemi gösteriyor, hatta başta belki bir miktar gerçeklik payı olsa bile -çünkü Ruslarda bu işe girişecek manyaklık hakikatten var, koca ülke "hacker"lıkla geçiniyor lan, zaten alayı da animeci; Telegram'ı, VK'yı falan kuran insanlardan bahsediyoruz burada- sonrasında iyice şehir efsanesine, "satanizmin satanizm olduğu yıllar"a dönmüş, ilgisiz (ya da daha kötüsü, gereğinden ve haddinden fazla, özgürlüğü ve bireyselliği kısıtlayıcı seviyede, çocuğun hayatını yaşamasına izin vermeyecek ölçüde "ilgili") ailelerin tüm suçu var bile olmayan bir şeye atma çabasıyla çorba edilmiş "mavi balina oyunu" ("Challenge"ı oyun diye çeviren hıyar kimse kafam girsin bu arada, sonra millet bilgisayar oyunu sandı amk. Niye? Çünkü amaç zaten öyle sanmalarıydı. "Challenge" için hâlâ tam bir Türkçe karşılık yok, doğru ama oyun hiç değil amk, en uygun çeviri "kapışma", hatta yerine göre "müsabaka".) tarzı bir şey ile Şövalyeler adlı bir tür "pre-Anonymous" (evet, o Anonymous) bile var amk.

Bir de anime manime dedim de aklıma geldi, W Türkçede başından beri çok az bulunup Türkiye Türkçesinde zamanla pratikte kaybolmuş bir ses olduğu için biz bu sesi genelde V ile ikame ediyoruz. Halbuki dillerinde W olup V olmayanlar bu sesi B'ye benzetiyor. İlk örnek Japoncadan: Japoncada W var ama V yok, V demeleri gerektiği zaman ne diyorlar dersiniz? W mu? Hayır, B diyorlar. Kaşgarlı Mahmut da Divan-ı Lügatit Türk'te V (ڤ) sesini anlatırken (Bu arada elimdeki Divan-ı Lügati't Türk'te anlamsız bir biçimde "و" V, "ڤ" de W olarak transkript edilmiş ama aslında tam tersi olması lazım, harfin hangisi olduğunu anlamak için Arap harfleriyle yazılışına bakmam gerekecekse transliterasyonun ne anlamı var?) hiç Arapçada bulunan W (و=Vav=Wâw) sesini falan işe karıştırmadan "B ile F arası" olarak tanımlıyor (Niye? Çünkü Arapçada da V yok ama W var; öte yandan onlar Japonların aksine V'yi W'ya çeviriyor: Çevirme->Şawarma.) Bu arada Kaşgarlı'nın W sesi hakkındaki beyanı Türkçede az bulunduğu yönünde, günümüz Türkiye Türkçesinde de dediğim gibi zaten pratikte kaybolmuş durumda. Bu sese son darbeyi Arap alfabesinin vurduğunu düşünüyorum. Osmanlıcada V-W ayrımı yapılmadan ikisi de Vav ile yazılıyordu, Selçuklular zaten geride iki satır bile Türkçe bırakmayıp her halt için Farsça kullanmış olduğundan neyi nasıl yazdıklarıyla ilgili en ufak bir fikrimiz bile yok (Türkçeden Farsçaya veya Farsçadan Türkçeye geçen kelimeler ve özel isimler gibi istisnalar var tabii, bir de Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe fermanı), sadece Osmanlıcanın imla kuralları temelde Farsçayla aynı olduğundan Selçukluların da aynı şekilde yazdığını varsayıyoruz (-ruz derken insanlık olarak, genel bir durum yani). İşin daha garip tarafı V-W ayrımı eski Uygur alfabesinde de yok, V/W için tek bir harf var. Genelde W olarak transkript ediliyor çünkü Türkçede W, aslında V'den daha eski bir ses: V, aslı B olan harflerden dönüşmüşken (V'nin aslında W'den çok B'ye benzediğine bir başka örnek) W, Arapçadan ve daha az miktarda Farsçadan geçen kelimelerle dile yerleşti. Orhun alfabesinde V için de W için de ses yok, V ile olan kelimeler (okunuşlarının V ile olup olmadığını bilmiyoruz elbette, genel olarak o dönemde B diye okunduğu varsayılıyor ama telaffuzun değişirken alfabenin yerinde sayması neredeyse her dilde hep gerçekleşen bir şey) B ile yazılıyor, W sesi direkt yok (varsa da nasıl/neyle yazıyorlar bilmiyoruz ama günümüzde V'ye dönüşmüş az sayıda G örneği var, bunların G>Ğ>W>V dönüşümü geçirdiğini düşünmek mantıksız değil çünkü W, Türkiye Türkçesinde var olan sesler arasında en çok da Ğ'ye benziyor). Bütün bu durumun sebebi V'nin B gibi açıkça sessiz harf olması, oysa W öyle değil, daha çok üflerken çıkarılan sese benzeyen (Ğ örneğini boşuna vermedim), fonetik çalışmalarda falan sessiz harfler yerine U'nun falan yanına atılan bir ses (Ğ de I'nın yanına atılıyor ve I da U türevi seslerle aynı grupta sınıflandırılıyor bu arada, hatta Japoncadaki U ve Türkçedeki I da aslında aynı ses kabul ediliyor ama Japoncadaki "yuvarlanmış" versiyonu). Bu konuda da Türkçedeki "vur-" örneği var, günümüzde açıkça V ile, değil mi? Halbuki bu kelimenin aslı "ur-" (İstanbul Türkçesi dışında hâlâ çoğu yerde "ur/wur" deniyor zaten), zamanla "ur>ūr>wur>vur" dönüşümü olmuş, o son dönüşümün de yine Osmanlı alfabesi kaynaklı olması muhtemel çünkü Vav harfini sadece V ve W için değil O, Ö, U, Ü ve Û için de kullanıyorlardı. O neden? Çünkü Farsçada da öyle. Türkçe derslerinde Osmanlıca için "Arapça, Farsça, Türkçe karışımı" denmesi iyi açıklanmadığından milletin kafası karışıyor ama olay bu: Kelimeler ve dilbilgisi Türkçe, imla Farsça, harfler Arapça. Gerçi harfleri de Farsça sayabiliriz çünkü Persler Farsçada olup Arapçada olmayan P (Pers>Fars), Ç (Çevirme>Şawarma) gibi sesler için yeni harfler ekledi, Osmanlılar da o harfleri direkt alıp "Bizde de bu sesler var." diye kullandı. Hatta Farsçada Türkçede de Arapçada da olmayan uzun E için Ye (ى) harfi kullanıldığından "Bizde bu E yok ama kapalı E (Ė) var." deyip onu da öyle yazmaya başladılar, gerçi onun sebebi Ė'nin Orhun alfabesinden beri hep diğer iki E (açık ve normal) yerine I-İ ile gruplandırılmasından kaynaklanan bir alışkanlık da olabilir de onu geçiyoruz. Hah neyse, o "karışım" olayı da bu; tabii divan edebiyatında falan biraz daha karışıktı ama halkı bırak, saraydaki vezir, padişah falan bile günlük hayatta öyle konuşmuyordu. Öyle konuşsalar kimse bir sikim anlamaz çünkü. Emri anlamayan hizmetkar/asker/vezir neyi yerine getirecek, kafasından uydurduğu şeyi mi? Neyse, ur>vur konusuna dönersek Vav-Vav-Ra diye yazdığınız şeyi vur/wur (u'yu o, ö, ü ile de değiştirebilirsiniz), ūr/ûr (ū/û'yu ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz), vūr/wūr (ū'yu û, ō, ǖ, ȫ ile de değiştirebilirsiniz) diye ve birçok başka şekilde de ("vavar" veya "our" mesela) okuyabildiğiniz için herkes de kafasına göre okuyup geçiyordu hâliyle. Bak bir de V'nin F'ye dönüşümü de Türkiye Türkçesi ağızlarında yaygındır, "vur" kelimesinin "ur-" kadar yaygın olmasa da bir başka yerel telaffuzu da "fur" biçimindedir. Niye? Kaşgarlı'nın açıklamasına dönüyoruz: "V, B ile F arası bir sestir." Japoncada Türkçede ve birçok dilde olan F sesiyle aynı F sesi yok, F sesinin üflerken çıkarılan sese benzeyen ve o eylemi zaten o yüzden "üflemek" diye adlandırdığımız "yuvarlak/yarı-sesli (Ğ, W gibi)" bir F sesi var. Yine de İngilizceye sıçrayan "pilaf" kelimesine bakıyoruz: Bu kelimenin aslı Farsça olup "pilâv" (evet, uzun A ile), İngilizceyeyse muhtemelen Hint dillerinden biri üzerinden geçmiş. Farsçada kelimede V olduğu için biz gidip aynen V'yle devam ettirmişiz ama İngilizcede V, nedense F'ye dönmüş. Dönmeyebilirdi ya da W'ye dönebilirdi ama gidip F'ye dönüyor; çünkü F aslında V'ye W'dan çok daha yakın bir ses (İngilizcede bu üç ses de var). Bu arada pilav (pardon, "pilaf"), İngilizceye direkt Türkçe üzerinden geçmiş lan.

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

Ha bir de şunlara bir bakmanızı rica ediyor:

https://www.youtube.com/@Xyali-ye9yt

https://kick.com/xyaalii

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

15 Ağustos 2024 Perşembe

Geçen Yazıdaki Bir Şey Hakkında Bir Detaylandırma (ve Bahsetmeyeceğim Lan O Sikik Gündemden)

Bak şimdi, geçen yazıda Wattpad yasağının savunulmasıyla ilgili birkaç şey söyledim ama onu biraz detaylandırmam gerek. Tabii o yazıyı çoktan yayınlamış olduğumdan bu mümkün değil, o yüzden şimdi birkaç şey daha yazacağım. Geçen yazıdaki "...savunan mallar gördüm." cümlesinin devamı gibi düşünün: Ha derseniz ki "%100 özgürlük bir illüzyondur, mümkün değildir, mümkün olsa bile bunun yolu anarşi, sonu da kaostur." bu konuda "Adam/kadın haklı." derim. Liberalizm kavramının (ve dünyanın ebesini bellemiş başka birçok kavramın daha ama şu an konumuz onlar değil) çıktığı yer olan Amerika'da bile terör propagandası yapan bir sitenin yasaklanması haklı bulunur mesela (ve evet, her devlet/hükümet de bunu işine geldiği gibi yontar; örneğin işlerine geldiğinde kendileri tarafından devlet katında terörist kabul edilen bir grubun mecliste savunulmasına izin verebilirler) ama "Yayınevleri hep Wattpad şeyleri yayınlıyor, kapatalım." cümlesinden yola çıkıp yayınevlerinin kapatılmasını da savunabilirsiniz. İkisi arasında bir adım mesafe var. Hatta aynı mantık (!) zinciriyle önce kitapların, sonra komple yazının yasaklanmasını bile savunabilirsiniz. Aynısı "Oyunlar şiddete neden oluyor, yasaklayalım!" zihniyeti/beyanı için de geçerli. Buradan yola çıkıp önce akşam haberlerini, sonra filmlerle dizileri, ardından komple tv-bilgisayar-telefon üçlüsünü, oradan kitapları, oradan da yazıyı yasaklamayı savunmaya sadece birer adım var. Bu arada normalde sokakta milleti doğramayacak birinin sırf iki üç savaşlı vurdulu kırdılı oyun oynadı diye böyle bir şey yapması gibi bir saçmalık da mümkün değil. Ha bak şunu inkar etmiyorum, tetikleyebilir: Yani o kişi şiddetten haz aldığını şiddet içerikli oyun oynamasa fark etmeden "normal" olarak tanımlanan bir hayat sürdürebilir ama mesele tetiklemeyse oyunlardan önce akşam haberlerini yasaklamanız gerekir çünkü şiddetten haz aldığının farkındalığı* akşam haberleri tarafından da sağlanabilir. Hatta akşam yemeği için bir şey soyarken/keserken bıçağı yanlışlıkla elinize batırarak da bunu fark edebilirsiniz. Yani özetle kişide o potansiyel varsa evet, bilgisayar oyunu dahil birçok şey bunu tetikleyebilir ama potansiyel yoksa değil oyun oynamak, o kişinin eline taramalı tüfek tutuştur, yine bir etkisi olmaz. Bu arada çoğu kişide az ya da çok şiddet arzusu olduğunu, bunun da insanın avcı-toplayıcı geçmişinden kaynaklandığını ama gerek yasalar gerek toplumsal normlar gerekse de yüzyıllar içinde medeniyet, şehir gibi doğada eşi benzeri olmayıp (gerçi karınca yuvaları ve arı kovanları şehir, kurtlarla çakalların birbirlerinin bölgelerine girmemesi de medeniyet olarak adlandırılabilir) insanlık olarak bizzat götümüzden uydurduğumuz kavramlara fazlaca değer atfetmeye başlamamız neticesinde çoğu insanın bunu ya bilinçli ya bilinçsiz (genelde bilinçsiz, yani içgüdüsel) olarak baskıladığını ve bu baskıların gerçeklikle kurguyu ayırt edebilecek bir zihin yapısı olan herhangi birinde sırf üç dört tane oyun oynadı diye gevşeyecek kadar güçsüz olmadığını, o kadar gevşek olsa zaten akşam haberleri veya kurban bayramında kurbanın kesilmesine tanık olma (ben en son camiye gittiğimde -ki bayağı bir oldu- hoca "Çocuklarınız kurban kesilirken izlesin." diye hutbe okuyordu aq) gibi şeyler tarafından da gevşetilebileceğini de buraya dipnot olarak ekleyeyim.

*Bak haz almak demiyorum çünkü dediğim gibi, oyun sektörü henüz kişinin içinde yoksa o duyguyu entegre edecek kadar gelişmedi. Ha yarın bir gün bir manyak çıkıp yaptığı oyuna birtakım hipnotik etkiler koyup sosyal deney falan yapmaya kalkışır (veya SAO'da olduğu gibi oynamayıp yaşadığın, kestiğini kesildiğini gerçekten hissettiğin oyunlar çıkar), o zaman o oyunun şiddete neden olup olmadığını tartışabiliriz bak ama şu aşamada kişinin içinde sokakta milleti doğrama arzusu halihazırda yoksa veya bir şekilde oluşmamışsa (çünkü oyunlar değil ama mesela "toplum baskısı" ve "zorbalık" olarak adlandırılan illetler veya adını vermek istemediğim malum bir sömürge valisinin bile isteye ülkeyi uçuruma sürükleyen politikaları bu hissi kişinin içine sonradan ekleyebilir) kimse sırf GTA, CS falan oynadı diye sokağa çıkıp milleti doğramaz [bir tek LoL'den emin değilim, onun fiziksel olmasa da "dilsel" şiddete neden olduğu kesin (buraya kahkaha efekti gelecek)].

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

7 Ağustos 2024 Çarşamba

Kötüyüm...

Son zamanlarda aşırı kötü hissediyorum. Tabii bunun birkaç ek sebebi var (ülkenin hâli ve ülkenin hâlinin daha da kötü hâle getirdiği kendi hâlim) ama temelde yoruldum ve bıktım. Neden? Yaşamaktan, daha doğrusu yaşayamamaktan. Hâlâ yaşamaya (pardon, hayatta kalmaya) devam etmemin üç sebebi var: İlki, geri zekalı editörün mahvettiği işimi düzeltip en azından Ejderin Mührü'nün düzeltilmiş ve yenilenmiş ikinci sürümünü yayımlatarak dünyada kendimden bir parça bırakmak istiyorum. Eğer ciddi biçimde intihara hazır hissedersem azıcık paramı öncelikle buna harcayacağım. İkincisi hâlâ yeterince hızlı ve acısız bir yöntem bulamadım. Uyku hapları? Korkaklık. Ayrıca kesin bir yöntem değil, bünyen o ilaca dayanıklıysa çok bir şeye yaramaz. İp? Son anda vazgeçme ihtimali çok yüksek. İp hâlâ boynundayken vazgeçme ihtimali daha da beter. Bıçak? Yeterince keskin bir bıçağı anlık bir sızıdan fazla hissetmezsin (parmağını kemiğe kadar yarmış biri olarak bunu gayet iyi biliyorum) ama kan kaybı öyle değil, acıtır. Kılıç? Tek hamlede başımı kesersem... ama bunu yapmak ne kadar mümkün? Kılıç kayarsa? Kendinizi boğmak mümkün değildir bu arada, yastık veya el gibi şeylerle kendinizi en fazla bayıltabilirsiniz, o zaman da hayatta kalma içgüdünüz devreye girip nefes alıp vermeye devam edersiniz. Su, ip falan gibi bir "ekstra" kullanmanız gerekir. Erotik asfiksi? 31 çekerek ölmeyi reddediyorum amk, öyle saçmalık mı olur? Yapayalnızız dediysek o kadar da değil. Yüksek bir yerden atlamak? Yükseklik korkusu... ama cidden kendimi öldürmeye karar verirsem yine de yüksekten korkacak mıyım ki? Üçüncü, umut. O umudun ben ta amına koyayım. Aslında son zamanlarda birçok şeye dair umudum da kalmadı, bu kadar kötü hissetmemin sebeplerinden biri bu. Aile evinden ayrılabileceğime dair umut (ne mucize bekliyorsam aq, neyse), Ejderin Mührü'nün düzeltilmiş ve yenilenmiş 2. sürümünü yayınevlerinden beter kendiliğinden yayıncılık servislerine mahkum etmek zorunda kalmamaya dair umut... Mutluluğa veya sevgiliye dair umudu zaten çoktan kaybetmiştim, hâlâ hayal ediyorum (hayal etmeden yaşayamam, rezil hayatımı hayallerime ve başkalarının hayallerine -kitaplara, filmlere, dizilere, animelere/mangalara...- sığınarak biraz olsun çekilir kılabiliyorum) ama umut? Beni terk edeli çok oldu. Sürünerek hayatta kalma mücadelesi verip yapayalnız geberip gideceğim. Bu durum üretimime yansıyor (beni hiçbir şey yapmak istemeyecek kadar kötü hissettirdiği "aşırı" dönemler dışında) ama o üretimleri yayımlatamazsam öldüğümle kalacağım. "Yayımlatabilirsen sanki bir bok olacak..." Eh, en azından ölümümden birkaç yüzyıl sonra efsanevi (olmadı değeri anlaşılamamış) bir yazar olarak anılma şansım var. Bak bir de şey var, ne zaman bir şey yapmaya kalksam önüme engel çıkarılıyor. "Ulan ben az buçuk bir şeyler çizebiliyorum, şu RedBubble'dan (dünyada en çok kullanılıp güvenilen "baskı tasarım satma" uygulamalarından biri bu) bir şeyler çizip iki üç dolar kazanayım hiç olmazsa..." derim ama iki dakika önce aklıma gelip çizdiğim şeylerden oluşan hesaba "Telif" gerekçesiyle ban atarlar. Telif işin bahanesi tabii, asıl olay şu: Bu amına ko'du'mun sömürge valileri Paypal'ı -bir tane yandaşın Paypal çakmasının selameti için, ki şu anki İnstagram yasağının sebebi de Hamas mamas falan değil sırf bu, daha bugün reklamını gördüm- yasakladığı için Türkiye'de RedBubble'dan para kazanabilmek için ya Payoneer diye bir şey üzerinden işini halletmen gerekiyor ya da gidip yurtdışında şirket açıp o şirket adına Paypal alıyorsun, mevcut hükümete de (Evet, devlete değil hükümete. Neden? Hükümet mensuplarının cebi doluyken devletin kasası neden boşsa o yüzden...) bir kuruş vergi (en azından bu konuda vergi, ki çoğu ülkede bu internet işleri gibi şeylerin vergisi de bayağı az ama TR'de Youtube kanalı açmak için fiziksel ofisiniz ve bu ofiste ofis sandalyeniz olması bekleniyor) ödemiyorsunuz. Payoneer üzerinden işinizi halledince de RedBubble yöneticileri bunu görüp "Dolandırıcı mısın lan sen, Paypal olacak demedik mi aq? Bu Payoneer falan ne iş, hayırdır? Bizim üzerimizden kara para mı aklıyo'n, n'apıyo'n sen?" deyip ban atıyorlar, ban gerekçesine de "Dolandırıcı piç" yazamayacakları için çizimler üzerinden giden bir sitede en güvenli liman olan "telif" bahanesine sığınıyorlar. Youtube kanalı açayım dedim, bir sürü konsept açısından oyun kanalına karar verdim (evet, sanki hiç oyun kanalı yokmuş gibi "oyun kanalı açayım" dedim) ama orada da işin içine "ana karakter olamama hastalığım" girdi. Çektiğim ilk birkaç videoyu izleyip "Sese bak amk!" deyip vazgeçtim. Sebep? Mikrofonum yok, kulaklıkla kayıt alıyorum; sesim zaten kötü, üstüne telaffuz da rezil [pelteklik (Özellikle "sü" hecesi asla anlaşılmıyor, ulan ben de diyorum "Millet dediğimi niye anlamıyor?" İyi bile anlıyorlarmış aq, neyse....) + hem öğrenememiş olmaktan hem de diş yapımdaki bozukluktan bu saatten sonra öğrensem bile pek bir işe yaramayacağı rotasizm], bu ikisi birleşince de tabii pek hoş şeyler olmuyor. Ha bir de daha önce de söylediğim gibi ben göz önünde olmaya uygun biri değilim, gölgelerde olmaya, en fazla bir tür destekçi olmaya uygunum. Mesela bir Youtube kanalının ekibi arasında olabilirim, edit medit işlerine bile girebilirim (burada da karşıma şimdi adını unuttuğum ama herkeste olan ve herkesin onu bilen birini aradığı uygulamanın bende olmaması ve pahalı olması -en azından TL'ye çevirince pahalı-, dolayısıyla bu saatten sonra alamayacağım ve çoktan para vermiş olduğum kendi elimdeki uygulamanın boşa gideceği anlamına gelmesi çıkıyor, dolayısıyla "freelance video editörlüğü" tarzı bir şey de söz konusu değil, hatta kalan şartların hepsinin uygun olduğu bir fırsatı da sırf bu uygulama yüzünden kaçırdım) ama "esas adam" olmak "başka bir hikayenin kahramanı" olmadığım sürece pek benlik değil. Sosyofobi + asosyallik + içedönüklük + içine kapanıklık (evet, bunların dördü de farklı şeyler) bir araya gelince sonuçları pek de hoş olmuyor. Sosyal deney gibi geziyorum aq. Neyse... Ama böyle sayıp dökmek biraz rahatlattı ha; kaç gündür göğsüme öküz oturmuş gibiydi, anca kendimi kurguya falan kaptırarak biraz olsun hafifletebiliyordum ama yazmak iyi geldi. Başta ilk cümleden devamını yazamayacağımı düşünmüştüm. Bunu direkt böyle yayımlayıp yayımlamamaktan da kararsızım... Biraz daha bekleyip ta ne zaman olacağı belli olmayan bir iki paragrafı daha mı beklesem yoksa direkt böyle yayınlasam mı? Bu arada Ejderin Mührü mahvedildiğiyle kaldı ha, ondan tek kuruş kazanmadım (üstüne cebimden para çıktı aq...). Bu arada Ejderin Mührü falan demişken bugüne kadar Wattpad'e çok laf ettim ama yasaklanmasını "Yayınevleri hep Wattpad şeyleri yayınlıyor yea..." diye savunan mallar gördüm. Sonra "AKP niye iktidar?" Ulan sen de zihniyet olarak zerrece farklı değilsin ki, sadece "taptığınız" şey başka o kadar. AKP'ninki para + Erdoğan (bu arada Erdoğan yarın ölse AKP diye bir parti kalmaz, onu da belirteyim; öyle Albayrak'la falan yürümez o iş, anında dağılırlar), seninki de artık her neyse. Bir kitap yayımlatmaya çalışın bakalım, Wattpad'deki ergen fantezilerinin devamlı matbu hâlde yayımlanması Wattpad'in mi yoksa yayınevlerinin mi suçuymuş, o zaman görürsünüz (ipucu: Kitap yayımlatmış biri olarak yayınevlerine yağmurlu havada su vermem). Bana Wattpad savundurttunuz amk. Bunu niye yazdım? Çünkü teker teker hikaye bölümü yayınlamalı bir işe girişesim var (daha önce bahsettiğim edebiyat dergisi işinin tek kişilik ve tamamen internet üzerinden olanı) ama onda da en fazla tanınırlık kazanırım, cebime tek kuruş girmez. Ki bende öyle bir şans da yok yani, hani tanınırlık manınırlık kazanamayacağımı çok iyi biliyorum, zaten olsa bile niş bir kitle tarafından okunup illa ünlü olacaksam da öldükten sonra ünlü olmayı tercih ederdim. Kick yayıncılığı işi olabilir ama orada da Youtube'la aynı sorunlar var, üstelik Twitch'te iki üç kişi izlese bile bit mit atarak destek olabiliyorlar ama Kick'te sadece abonelik + "Senin yayının şu kadar izlenmiş, o zaman al sana bu kadar para" diye bir sistem var. Bu da üstüne Kick'e borçlanabileceğim anlamına geliyor ("Hassiktir lan" demeyin, böyle bir şey olursa bana olur. Amk üniversitesi herkesin askerlik belgesini şubeye gönderiyor da bir bende sorun çıkıyorsa bunun altında şanssızlık veya kasıt dışında ne aramalıyım? Peki öğrenci işlerinin bana neden garezi olsun da evrakımı kasıtlı olarak ihmal etsinler? Evet sikik kişisel gelişimciler, sizden cevap bekliyorum? Kişisel gelişimci olduğu belli birinden mesaj gelse silip engellerim bu arada, o yüzden hiç kendinizi yormayın. Alın bunu okuyun da beyninizi kullanın azıcık.). Bende reklamcılık yok reklamcılık, kendimi satabilen biri olsaydım şimdi bambaşka yerlerdeydim amk. Sonuç olarak gelenin gelmesini bekliyorum, gelen de gelmiyor. Çünkü niye gelsin? Fiziksel dünyadaki işler desen o konuya hiç girmiyorum. Piramit inşa eden adamdan daha çok çalışıp daha az hakkın olup bir de üstüne daha az kazandığın iş olmaz. Onun adı kölelik, resmî olarak ta bilmem kaç yılında kaldırıldı. Kendi işini kurmak için de tabii öncesinde paranızın olması gerekiyor, bu da ayrı bir saçmalık. Türkiye'de şu an kapitalizm, neoliberalizm falan yok bu arada. Hiçbir şekilde iş kurup para kazanamadığın kapitalizm mi olur amk? Kapitalizmin olayı zaten senin önüne iki üç "plankton" atsınlar ki onlarla oyalanıp hâlinden pek şikayet etme, edersen de sistemi sarsamayacak cılız şikayetler olsun (bkz. Coca Cola, bkz. Iphone), o sırada "büyük balıklar" da ne var ne yoksa süpürsün (bkz. Pareto ilkesi, bkz. Elon Musk). Fatura + vergi ödemekten bir şey almaya paran kalmayan sistemin adı komünizm, hatta tam olarak adını koymak gerekirse Sovyet sistemi. Sonra "Ulan uzaya Amerikalılardan önce araç gönderecek teknolojisi olan Sovyetler niye yıkıldı/dağıldı acaba?" Ben olsam ben de dağılırım amk, ülke haklı. Ben asıl Türkiye'nin varlığına -hiç olmazsa resmiyette- nasıl hâlâ devam edebildiğine şaşırıyorum. Normalde çoktan anarşik düzene geçmiş olmamız lazımdı ama belli başlılara her şey serbest, belli başlılara her şey yasak, arada kalanın da canı çıksın gibi dünyada eşi benzeri görülmemiş saçma sapan bir durum var ortada. Bunu da yarın falan sağlam kafayla okuyup düzenler, hemen yayınlarım artık (vazgeçtim, şimdi yayınlayacağım, son kez okuyorum). Bu arada Kick açma işi -belki aile evinde durmaktan artık iyice kafayı sıyırdığımdan, belki de bazı fikirlerin ilk anda olduğundan daha parlak görünmesinden- bir mantıklı geldi, ben onu bir düşüneyim. Ha bak, bir de bu "yoluma taş koyulması" hakkındaki şeylerden başı da aile evinde hayat mücadelesi vermek çekiyor. Enerji emici, heves kırıcı bir babayla aynı evde yaşarken insan herhangi bir şeye pek de uzun süre motive olamıyor. Bir de kafama göre takılamama sorunu var: Ben ne zaman üretken oluyorum? Uyku düzenim yarrağı yediğinde. İznik'te gecem gündüzüm birbirine karışmıştı, gecenin üçünde uyanıp dondurulmuş pizzayla kahvaltı yapıyor, gün doğduktan sonra geri yatıyor, öğleden sonra uyanıp sabaha kadar ayakta kalıyor, bir sonraki gün 9-10 gibi yatıyor... biçiminde düzensiz bir düzenim vardı. Ne yaptım ben İznik'te? Hayattaki tek başarımı gerçekleştirdim: Ejderin Mührü'nü yayımlattım (editör olacak bir mal içinden geçse de). Niye? Çünkü bir introvertin üretken olabilmesi, motive olabilmesi için kendisine pek karışılmaması, ilişilmemesi gerekir. Her gün saçma sapan sebeplerden "espri" adı altında laf yediğin ortamda nereye motive oluyorsun? Motive oldum mesela, gittim "Ben şunu yapmaya karar verdim." dedim. Sonuç olarak babamdan o işin neden olmayacağının dökümünü alıyorum, herif kişisel gelişim kitaplarının şeytani ikizinin vücut bulmuş hâli gibi amk. Be amına koyduğum ben bunları bilmiyor muyum? Sence bunların hiçbirini düşünmemiş, tecrübe etmemiş olabilir miyim? Niye bir kez olsun destekçi olduğunu göremiyorum ben senin? Ha ama "İşe girsen destekçi oluruz yav..." diyor. Ulan daha sözel olarak destekçi olamıyorsun amk, kölelik yapıp üstüne bu sikik evde kalmaya devam etmek zorundayken nereye destek oluyorsun? Öyle bir dünya mı var? Para vermek destek olmak mı lan? Hayır destek falan da istediğim yok amk, mal mal reddiyelerle niye uğraşmak zorundayım ben? Sonra "Niye çalışmıyorsun?" Ulan niye çalışayım, adamda heves mi bıraktın? Neyse, İznik'te uyku düzenimin sikilmiş olması konusuna dönüyorum: Akşam 8 gibi sofraya çağrıldığın ortamda üretim müretim yapamazsın. Niye? Çünkü belki tam da o saatte ilham geldi, kendini kaptırdın, "Tık tık tık. Yemek hazır." Ne oldu? Büyü bozuldu. O kıvılcım belki bir daha dönmeyecek. Aynısı orrrrrrrospu çocuğu hoparlör kökleyici müezzinlerde de var bak: Şu an saat 4.13, hüzünlendim, gideceğim hüzünlü şarkı dinleyeceğim. Yok dinleyemeyeceğim. Niye? Çünkü piç ne zaman böğürecek belli değil, üstüne hoparlörü de gelip odama kurmuş it. Caminin dibinde bu kadar yüksek ses gelmiyor amk. Gün içinde fıskiyeyle, vantilatörle camı kapatıp sesi engelliyorum ama şu an onu yapsam ertesi gün babamdan laf yiyeceğim. Niye? Sebebi yok, canı fırça kaymak istiyor. Ayrıca her nedense müezzin olacak it oğlu itin ne kadar aşırı sesli olduğunu algılayamıyor ama benim gece yaptığım en ufak tıkırtıda uyanıyor. Sonuç olarak orrrrrospu çocuğu müezzin canı istediği zaman ezan olduğunu iddia ettiği (çünkü ezan falan değil, olsa olsa eza) saçmalığı bağırana (evet, okuyana değil, bağırana) kadar elim kolum bağlı kalıyor. Zamanı belli değil mi? Değil. Diyanet'te güneş var, imsak var, müezzin bu ikisi arasında ne zaman canı isterse o zaman bağırıyor. Lan siktiğimin diyaneti, siz de o amına koyduğumun bütçesini götünüze mi sokuyorsunuz ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama bari şuna bir standart getirin de "Lan bu sabah ezanı kaçta okunuyor?" diye sorunca bulabilelim. Bize niye "Dün güneşe bir saat kala okudu, demek ki şimdi de... Oha ulan imsaktan daha yarım saat geçti, imsakla güneş arasında nereden baksan iki saat var, şimdiden mi okuyorsun?" gibi hesaplamalar yaptırıyorsun amk? Matematiği kötü olan sabah namazı kılamasın diye mi? Ha bu arada Suudi Arabistan'da bizdeki kadar yüksek ayarlı cami hoparlörü yasak, adamı "Lan böyle ezan mı okunur?" diye asıyorlar amk. Konuya dönersek özet olarak aile evinde yaşarken özgür olamazsın, özgür olamayınca da özgürlüğü kazanmak dışında bir motivasyonun olmaz. Eee, aile evinden bile ayrılamayacaksam niye kölelik yapayım ki? Ama o Kick işini harbiden bir düşüneyim ben, zaten çok fazla seçeneğim de yok amk. Tek sorun ilk yayına kimi nasıl çekeceğim? Aileden çekmek istemiyorum (belki kardeşime derim "Bari arkada açık kalsın, istersen sesi kapat" falan diye ama anne baba ve kardeşleri olmaz, kuzenler... yaaaani.... bilemedim) ama etrafımda da kimse yok ki aq, sıfır kişiye mi yayın yapayım? Millet nasıl başlıyor ki? Bazısı (aslında çoğu) başka yayıncıların yanında pişerek başlıyor (ilk takipçiler de büyük oranda oradan geliyor) da benim öyle bir tanıdığım da yok, olsa zaten direkt "Şu Youtube işini ben hallederim." diye dalardım, kendim de canlı yayın falan işine anca "ekip" kapsamında dahil olurdum. Şu an bunları konuşuyor olmazdık. Ha bak ilişki falan umutsuzluğundan bahsederken bir şey diyecektim, onu da sonrasında başka konulardan bahsettiğim için unuttum, iyi hatırladım: Yapayalnız geberip gideceğimi nihayet kabullendim ama inanılmaz istediğim bir şey var. Eskiden tanıdığım biriyle bir yerde tekrar karşılaşıp konuşmak istiyorum. Bir zamanlar ondan hoşlandığımı söylemek (gerçi ilişki gibi şeylerden bahsedince hâlâ o hatunu düşündüğüm göz önünde bulundurulursa... iyi de karşıma sonradan başkası çıkmadı ki amk, hatun "son aşkım" lan resmen) ve hiçbir zaman bir şansım olup olmadığını öğrenmek. Sonucunda da "Ben seni arkadaş olarak görüyor(d)um." minvalinde bir yanıt alıp rahatlamak. Hayır bak çünkü daha öncekiler ağzıma sıçtı (ayrıca birinin ona âşık olduğumu gayet iyi bildiğine de eminim) ama bu bahsettiğim kız aynı değil. Ona açılmamak tamamen kendi salaklığımdı (kısmen de hislerimden emin olamamaktandı, aslında şimdi bile "Ulan ben bu kıza âşık mıydım yoksa 'güzelmiş/sevimliymiş'ten öte bir şeyler hissettiğim hatunlar arasında -%99 ihtimalle üç aya kalmadan ayrılacak olsak da- beni kabul etme ihtimali olan tek kişi olduğundan takıntı yapıp hayatımdan çıktıktan sonra mı âşık oldum?" sorusuna cevap veremiyorum), o yüzden hiç değilse bilmesini istiyorum. Kabul etmese de olur. Aslında "Yok, açılsan reddederdim." gibi bir cevap alırsam muhtemelen rahatlarım çünkü "Ya aslında bir şansın olabilirdi..." gibi bir yanıt alırsam ne bok yerim en ufak bir fikrim yok. Hele üstüne "O zamanlar ben de senden hoşlanıyordum ama şimdi sevgilim var." gibi bir yanıt alırsam muhtemelen beni doğrudan oradan alıp gömmeniz gerekir. Hayır aslında muhtemelen nerede yaşadığını da biliyorum (hâlâ orada yaşadığını varsayıyorum ve bunun için aslında stereotipik olsalar da birkaç sağlam sebebim var) ama ne yapacağım, gidip orada tekrar karşılaşma umuduyla mal gibi gezinecek miyim? Nerede kalacağım, sokakta mı? Bu da son cümle olarak yarrak gibi oldu. Aynı hayatım gibi amk...

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Aile evinde hayatta kalmaya ve daha fazla acı çekmemek için umudu öldürmeye çalışıyor. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)