Şimdi... Öncelikle deprem hakkında bir iki laf ederek başlamak istiyorum ama ne düşünürsem düşüneyim, ne yazarsam yazayım hepsi aşırı derecede samimiyetsiz geliyor. Makalelere (Evet, blog postlarının adı teknik olarak makale. Makale deyince bize hep bilimsel makale gibi geliyor ama köşe yazıları falan da teknik olarak makale mesela.) bayram mesajı vs. eklememe sebebim de bu. Böyle toplumsal ve ciddi bir konudan bahsettiğimde yazdıklarımı asla beğenmiyorum. Hepsi siyasi açıklamalarmış gibi geliyor, ki değiller. Olsa bu paragrafla cebelleşmezdim zaten, aklıma ilk geleni yazının başına koyup geçerdim. Bu tür açıklamalar farklı taraflardan geldiğinden samimiyetsiz gelmiyor bu arada bana, nedense bu muamelem sadece kendi yazdıklarıma. E, hiçbir şey yazmasam umursamıyorum veya haberim yokmuş gibi olacak ki hem umursuyorum hem de haberim var... Yani işte... Ölenlere rahmet, kalanlara başsağlığı diliyorum.
Tsurune'nin ikinci sezonunu izlerken birinci sezonda fark etmediğim bir şey fark ettim: Türk okçuluğu ve kyuudo birbirine ilk bakışta görüldüğünden daha çok benziyor. Duruş aynı mesela. Yalnız kyuudoda ok sağdan mı gezleniyor soldan mı bir türlü çözemedim, Tsurune'den takip edip çözmeye çalışıyorum, yine olmuyor; ikisi de makbul sanırım. Türk okçuluğunda okçu solak olmadıkça sağdan gezlenir. İngiliz okçuluğunda da okçu solak olmadıkça soldan gezlenir bu arada. Sonra mesela "ikiai" diye bir şey var, kyuudocuların ok atarken odaklanma amaçlı bağırması. Türk okçuluğundaki "Ya hak!" haykırışı falan da aynı mantık, orada söylenen önemli değil; nidalar nefese odaklanmaya yardımcı oluyor, ki benim de ok atarken en büyük sorunum nefes almayı unutmam. Sonra "tam çekiş" kavramı iki okçulukta da var, yayı normalden daha çok çekiyorsun... Japonca adını da animede nasıl çevrildiğini unuttum ama kepaze de var kyuudoda. En büyük iki fark yaylar (Japonların insan boyunu aşan yayları varken bizim okçulukta yay ne kadar kısaysa o kadar makbul) ve çekiş tekniği (Türklerde başparmak tutuşu varken Japonlar "tutam tutuşu" diye dandik bir çeviri yapabileceğim "pinch draw"ın özgün, geliştirilmiş, sırf bu işi daha rahat yapabilmek için İngilizlerinkinden çok daha farklı okçu eldivenleri imal etmiş bir formunu kullanıyorlar. Buyrun kyuudo eldiveni, bu da İngiliz okçusu eldiveni. Bizde eldiven yok, zihgir var.) sanırım. At üstünde ok atma tekniği de kyuudoda da var bu arada, hatta kyuudodan ayrıca bir Japonca adı da var ama aklımda değil. Hedefleme mantığı da gözlemlediğim kadarıyla aynı. Kıyas istiyorsanız İngiliz okçularının -ve temelde İngiliz okçuluğundan şekillenmiş olan modern, olimpik okçuluğun- hedeflere ve hedefi vurmaya yaklaşımı çok farklı mesela. Hele avcılardan değil savaşçı elit okçulardan bahsediyorsak iyice farklı. Bu bahsettiklerim hedef medef vurmuyor çünkü, direkt düşmanın tepesinden ok yağdırıyor. Bizde de Japonlarda direkt hedefi vurmaya yönelik, İngilizlerde -tabii avcılardan değil AOE II'ye bile girmiş olan elit okçu askerlerden bahsediyorum- olduğu gibi "kime denk gelirse" değil. Savaş alanının hareketinde neye vurduğunu ölçüp biçemeyeceğin için Türk ve Japon okçuları "hissî atış" -bunun adı bu değildi sanki ama özetle nişan almadan nişan almayı kastediyorum işte- denen şeyi geliştirirken İngilizler direkt ne kadar ok varsa düşmanın tepesinden aşağı "dökme" tekniğini geliştirmiş. Kepaze denen şeyin varlığı bile bu hissî atış ile ilgili zaten, gerçi asıl görevi kolu güçlendirmek ama hissî atış olmadan kepaze pek bir halta yaramıyor, hissî atış ayrıca kepaze de dahil hiçbir şey olmadan "hayalî olarak havadan yay çekip ok atmak" sisteminin varlığını sağlıyor ve evet, bu da hem Türk okçuluğunda hem kyuudoda var. Önemli farklardan biri de Japonların her haltı seremoniye çevirme sevdası nedeniyle bizim okçuluk hâlâ her an savaş çıkabilecekmiş gibi bir tarza sahipken kyuudonun bildiğin sahaya gelişinin, oturuşunun, kalkışının falan kurallara bağlı olduğu, sanatsal aktiviteye dönmüş bir spor olması. Gerçi Tsurune'nin bu sezonunda gerçek savaş tarzı Japon okçuluğunu da bir ucundan gösterdiler, o hoşuma gitti. Çünkü savaş alanında o kadar kasarsan gözünü Tahtalıköy'de açarsın. Bunun gerçek savaşta kullanılan daha eski ve "vahşi" bir formu olmalıydı elbette, ki tahmin ettiğim üzere varmış. Tsurune de ok sesinin Japonca adı zaten, okların kendilerine özgü sesleri var evet, bizde de Benden Selam Olsun Bolu Beyine'de bir "ok gıcırtısı" tabiri var ama bu ok gıcırtısının okun havada giderken mi, yaydan fırlarken mi, yoksa hedefi bulduğunda mı çıkardığı ses mi (Evet, üçü ayrı sesler. Hatta bambaşkalar. Kullandığınız bir ıslıklı oksa daha da beter.) orası çok net değil. Gerçi tsurune sadece yaydan fırlayan okun -gerçi o ses teknik olarak oktan ziyade yaydan çıkıyor ama konu bu değil- sesi, diğerlerinin Japoncada da adı yok sanırım veya tsurune tabirinde belki bu belirsizlik de aynıdır. Ha bir de kas hafızası hem Türk okçuluğunda hem de kyuudoda feci önemli ama İngiliz okçuluğunda, olimpik okçulukta falan da önemli olabilir, o konu hakkında pek bir şey bilmediğimden bunu bir "ayniyet" kabul edip edemeyeceğimden emin değilim. Bir de okun kişinin kol açıklığına göre özel olarak yapılması var ama ok nedir, nasıl atılır bildiğimden onun okçuluğun her kolunda öyle olduğunu varsayıyorum. Kısa ok çok büyük sorun ama olması gerekenden uzun okun da sıkıntıları var. Ulan "Aman yay bileğime çarpmasın!" hareketi bile [onca kolçak (1, 2, 3) ve bilek siperi (1, 2, 3) boşuna icat edilmedi] aynı ya! Bu arada Kore okçuluğu bizimkine Japon okçuluğundan da çok benziyor, hatta neredeyse aynı. Mesela bizdeki kadar yaygın olmasa da Korelilerde de zihgir var, Kore yayları da Osmanlı olmasa da Kırım-Tatar, İskit falan yaylarıyla neredeyse aynı. Yalnız Tsurune izlemek ok atma iştahımı kabartıyor ve tahmin edebileceğiniz üzere bir kulübe, topluluğa falan bağlı olmayan tek tabanca bir okçuysan (Ronin gibi dolanıyorum ortada aq; yarışmalarda marışmalarda bile bir kulübe, topluluğa, organizasyona dahil değilsen almıyorlar seni. Hadi kyuudoda yok birinci atıcı, yok ikinci atıcı, yok sonuncu atıcı falan gibi şeyler var da bizdeki okçuluğun böyle kulübe gruba bağlanması bomboş bir olay. Bizde yok ki öyle şeyler, bir takımın parçası da olsan yüzleşirken tek tabancasın ve herkesle aynı anda ok atıyorsun. Bir de kyuudoda nasıl tam emin değilim ama bizde "takımca/ekipçe/kulüpçe" kazanma diye bir şey de yok, turnuvanın galibi olmak için kendi takım arkadaşlarını da yenmen gerekiyor*. Hep pir-tekke sisteminden kalma bu "tek tabancaysan giremezsin aga" kuralları...) veya kendi okçu sahanı kuracak kadar büyük bir evde yaşamıyorsan (aslında önce "zengin" yazmıştım ama o şartlar köy evinde de sağlanır, samanlığı okçuluk alanına çevirirsin; o yüzden değiştirdim) öyle istediğin zaman istediğin kadar ok atmak, fırsat buldukça yayını kurup putanın, tablanın önüne geçmek çok da imkanı olan bir şey değil.
*Gerçi Tsurune'deki bir karakterin de belirttiği gibi okçuluğun en güzel yanlarından biri rakibinin kendin olması. Okçuluk, karate gibi bir rakibe veya futbol gibi bir takım içinde başka bir takıma karşı yarıştığın bir şey değil. Her şeyi kendi içinde hallettiğin, herhangi bir hırsın olmadan -en azından galibiyete dair hırsın olmadan- da yapabileceğin bir spor. Okçulukta rakibinin nereye kaç ok attığının bir önemi yok, senin nereye kaç ok attığın önemli.
Aslında ben aile evinde bu kadar kalmayı planlamıyordum ama ayrılmak için atılımlarım da sonuçsuz kaldı. Ben de dedim ki "Ulan belli ki kırk yıl daha buradayız, bari odamda su sesi olsun." Neden su sesi? derseniz çünkü absorbe oranı yüksek, yavşak medyadan ve hoparlörü köklemeyi marifet bilen iş bilmez müezzinden en iyi korunacağım şeylerden biri; ayrıca günümü kulaklıkla geçirmemi engelleyecek çünkü siktiğimin TV programlarından korunmak yerine izlemek/dinlemek istediğim şeye odaklanacağım (böylece YT videoları ve animeler de ben TV'den korunmaya çalışırken birikmeyecek) ve bunlardan bağımsız olarak sevdiğim bir ses. E, doğru kullanılırsa ruh hâline de olumlu etkisi var (benimkine var, sizi bilemem). Planlama aşaması çok fazla değişikliğe uğradı ve bunu tamamladığımda zaten bu konuda planlamadan gelişime bir yazı da yazacağım (bol bol görsel içerecek) ama şimdilik planım şelaleli bir bahçe havuzunun nispeten küçük bir formunu odamda "inşa etmek". Leğen, XPS ve derz kullanacağım; bir de toplayabildiğim her şeyi doğadan toplamayı planlıyorum. Bir "karasal" kısmı da olacak ve bu şelale sisteminde bolca yerel emers bitki (suda da yetişebilen ama kendini karaya atmak için fırsat kollayan bitki; bilinen akvaryum bitkileri arasından Alternanthera reineckii, iyi bilinen yerel bitkiler arasından da su teresi buna iyi birer örnek) kullanmayı planlıyorum. Özellikle su nanesi (Mentha aquatica), su marulu (Pistia stratiotes) ve su semizotu (Ludwigia palustis. Akvaryum ortamlarında "gül" denen ve ülkede en çok bilinen akvaryum/su bitkilerinden olan "Ludwigia repens"in kardeşi.) bulabilirsem süper olacak (Salata yapacağım da... ksanska). İçinde hayvan olup olmayacağına dair fikirlerim henüz net değil; bitkileri, taşları, kütükleri ve muhtemelen zemin malzemelerini toplayacağım gezilerde denk geldiğim hayvanlar ve daha sonra yapacağım akvaryumcu ve çiçekçi gezileri bu konuda karar vermemi sağlayacak. Çekincemin bir sebebi aklımdaki sistemde salyangoz, karides, gambusya, beta, kuhli dışında pek bir şey yaşayamayacak (ha birçok tür hayatta kalabilir o ayrı) olması. Bulabilirsem helena koyarım belki*, gerçi bizim yerli su salyangozları da çok güzel (ramshorn türü bile var ülkede). Karidesler desen zıplayan, uçan kaçan hayvanlar... Gambusyaları pek sevmiyorum, beta da saçma sapan tek tabanca takılacak ve bu bir "şelale" sistemi olduğundan yukarıdan bakılacak, ki betalar tepelerinden bakıldığında koiler, kuhliler, salyangozlar vs. kadar iyi durmuyorlar. Melek balığı bile muhtemelen bu konuda betadan daha iyi performans gösterir. Kuhli desen normal akvaryuma koysan bile kumun içine saklanıyor, hayvanın şanslıysan anca kafasını görüyorsun; öyle bir ortamda tamamen kaybolur. Sonuçta bu hayvan bulanıklık/karanlık sevdiği için kuma saklanmıyor (Öyle yapan da var ama hangi tür unuttum. Hah, hatırladım: Tatlısu yengeci.), doğasında kuma saklanmak var. Ortam çamurlu/bulanık/karanlık da olsa o yine gidip kuma girecek. Bu durum mağaraya/küpe giren cüce vatoz gibi değil ki... Neyse, hâlâ tamamen karar vermedim ve bu tür konularda iş tamamlanmadan ayrıntı vermek paranoyak damarlarımı harekete geçiriyor; o yüzden artık konuyu kapatıyorum.
*Helena da öyle diğer salyangozlar gibi yosun aranıp kendi kendine beslenmiyor ki arkadaş, ona ya et içerikli yem atman ya da akvaryumda bolca adi salyangoz, minare salyangozu falan olması gerekiyor. Hoş ben minareleri seviyorum, akvaryuma bizzat kendim Melanoides tuberculata -yani akvaryum ortamlarında "minare" denince kastedilme ihtimali en yüksek olan türden, konu biyoloji değil de akvaryumsa minare salyangozlarının örnek türü olan salyangozlardan- salmışlığım bile var düşünün; zaten helena da teknik olarak bir minare salyangozu türü. Salyangoz bulamadığında karideslere falan da sarabiliyor bir de bu manyaklar... Zaten o yüzden Latince adından gelme helena dışında Türkçede "katil salyangoz" olarak da biliniyor, hatta ülkede ilk tanındıklarında (Türkiye'de akvaryum işleri de teknoloji ile paralel ilerler: Önce tanınır, sonra sınırlı olarak gelir/getirilir, sonra nispeten yaygınlaşır, sonra nispeten ucuzlar, sonra gerçekten yaygınlaşır. Tabii "dört gözlü balık" Anableps anableps gibi "tanınma" aşamasında kalmış, daha ileriye gidememiş olan türlerle birinin kendi getirtip bizzat tanıtımını -ve ilkin dağıtımını- yaptığı istisnalar da var ama istisnalar kaideyi bozmaz sonuçta.) adları direkt katil salyangozdu, helena denmeye çok sonra başlandı. Helena sadece Latince adı kullanılırken Latince adının ikinci kısmı olarak kullanılıyordu önceden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder