Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

31 Ocak 2022 Pazartesi

İki Paragraflı Durum Raporu

Geçen yazıda Leadale no Daishi nite'den bahsetmemişim. O da işte SAO gibi oyun + isekai olayı, klasik. Başkarakter olan elf ablamız çok iyi ama; kişiliği biraz Elaina'ya benziyor. Fantasy Bishoujo Juniku Ojisan to, "dakika bir gol bir" lafından bile hızlı başladı akldasşas... Daha ilk sahne bitmeden kendi kahkahamda boğuluyordum. Bu da isekai SoL komedi. Başkarakter -yani başkarakterlerden birinin eski hali- hentai MC gibi lan ualsjaşlsf. "Nasılsa kız olacak bu." diye herife göz çizmemişler aq uaKHASDLÇ. Bu spo değil bu arada, daha ilk yarım dakika içinde var; animenin konusu da temelde bu zaten. Kenja no Deshi wo Nanoru Kenja ikinci bölümde toparladı veya ben şu aralar beynimi kapatıp gülmeye aşırı ihtiyaç duyduğumdan her komediyi beğeniyorum, o da olabilir. Yorumlara baktım da yok, gerçekten toparlamış. Bu arada şu ara sarışın hatunlar moda anime alemlerinde, yeni serilerdeki önemli kadın karakterlerin çoğu sarışın. Hayır animelerde hep bir sarışın sevdası vardı -ki temelde Türkiye'deki sarışın sevdasının tam olarak Türkiye ile birebir aynı sebepten Japonya'da da olmasından, ki o sebep sarışınların bu iki ülkede nadir olmasıdır, kaynaklanıyordu- ama bu sezon sarışın olmayan kadın karakter yok neredeyse. Sadece Kenja no Denji'nin başkarakteri beyaz mı gümüş mü öyle bir saç rengine sahip, geri kalan ön plandaki hatunların alayı sarışın. Ha bir de Hakozume'dekiler sarı değil, tamam ama harbi o kadar. Bu arada şu aralar NnT izliyorum da (Evet, anca izliyorum. Güncellerden müncellerden sıra gelmedi ki.) bunlar kutsal şövalye mi "prensesleri aşık etme kulübü" mü çok anlayamadım. Ulan ülkenin üç prensesi de birer kutsal şövalyeye yanık, Liones'in kutsal şövalye eğitiminde "Nasıl prenses tavlanır?" diye ders de mi var kılıç ve büyüye ek olarak? Ha tamam gerçek Ortaçağ'da da bu tür şeyler yaygındı hatta "Art of Courtly Love" diye kitaptan çıkmış "aşk mahkemeleri" diye bir olay var ama 3'te 3 biraz fazla bir oran değil mi arkadaşım? Ha hikâyeye inanılmaz katkı ve duygusal destek sağlıyor ama dışarıdan bakınca "Bunlar herhalde kılıç ve büyünün yanı sıra prenses tavlama eğitimi de alıyorlar... Prens olsa kadınlara da onun eğitimi verilecekti demek ki..." gibi bir durum gözüküyor. Bu arada bu konudan bahsetmişken, harem animelerindeki bütün erkek başkarakterler ("reverse harem" de harem sonuçta, bir de Katarina Claes diye de bir gerçeklik var yani evet, bütün harem başkarakterleri erkek değil) iktidarsız bence veya en azından aseksüel. Bir İssei denen kavat öyle değil. Eğer en az üç klasik harem animesi (şu bizdeki diziler gibi aynı hikâye kalıbı üstüne temelde aynı ama ismi farklı karakterler ve ekstra olaylar serpiştirdikleri, hatta bazen onu bile yapmadıkları serilerden bahsediyorum) izlediyseniz ne demek istediğimi zaten anlamışsınızdır. Bu arada harem animesi falan demişken Kanojo mo Kanojo izliyorum şu ara. Klasik "Beynini kapa, hunharca gül" serilerinden biri. Bu arada bu tür serilerin tamamına yakını da harem oluyor, diğer/normal SoL'lar beynini kapatmana gerek duyurtmuyor, hatta bazen kullanmanı gerektirebiliyor ama harem komedilerin çoğu "beynini kapa, hunharca gül" serileri oluyor veya tam tersi. Çıktığında "Bir Kanojo, Okashiramasu (Kesin yanlış yazdım) daha çekemem." deyip salmıştım (Böyle kanser bir başkarakter olamaz... Zayıf ve gerçekçi başkarakter severim ama bu adını unuttuğum tip ile Platinum End'in Mirai'ı -ki Mirai zerrece gerçekçi bir karakter değil- insanı harbi kanser ediyor. Hoş -TATKAÇIRAN ALARMI- Metropoliman'ın ölümünden beri anime açıldı ama... -TATKAÇIRAN BİTTİ. ZATEN PARANTEZ DE BİTTİ.) ama çevirmenin kesitlerini görünce listeye eklemiştim, sıra geldi. Bu arada kimse beni Saki'nin biseksüel olmadığına inandıramaz. Mangaka "Değil arkadaşım Saki biseksüel falan..." diye açıklama yapsa "O zaman lez." derim, Minase'ye yükselip duruyor lan hatun. Bu arada sayın başkarakter (Bu elemanın da adını hatırlamıyorum lan. Vay aq.), öyle bağırıp durunca herkes duyamamıştır iki sevgilin olduğunu; ilan falan ver ajkadsadsöö. Inou-Battle wa Nichijou'ya başladım bir de. Daha girişte kızıl kızı görür görmez "Kesin tsundere bu." dedim. Hem kırmızı saçlı hem de "o" saç şekline (o saç şeklini hiç tanımlamakla, betimlemekle falan uğraşamam; gidin Google'a yazın Kanzaki Tomoyo diye) sahip, tsundere olmama ihtimali yok. Sonuç: Tabii ki tsundere. Ne oldu, "Yok değilmiş." dememi mi bekliyordunuz? Beyazlı olan da (Tek erkek ve bin tane kızdan oluşan kast sahibi animeleri karakterlerin saç rengine göre sınıflandırıyorum, evet. Hatta Tsuzurezure Children'ın karakterlerini bile saç renklerine göre sınıflandırıyorum. Nasılsa Gotoubun gibi istisnalar veya ikiz mikiz olayları dışında hepsi farklı saç rengine sahip oluyor.) yandereymiş jwkssnlfs... Bekliyordum diyemem ama şaşırtmadı da; ölen anne saçına sahip beyaz saçlı, kolları sünmüş kazak giyen liseli kız ya yanderedir ya deredere. Kuudereler ile dandereler daha kısa ve düz saçlı oluyor bu arada beyaz saçlı olduklarında, kuu/dan olmadığı belliydi yani. Bu arada 2000-2016 arası animeleri, özellikle bu dönemki SoL'ları bayağı sevdiğimi fark ettim ya. 90'lar, 80'ler "seinen"leri güzel tamam ama erken 2000'lerin de SoL'ları güzel. Bu arada bu paragraf amma karıştı lan, ne biçim de uzun oldu... Yuh!

Şöyle bir görsel var ki ben artık bu salaklığa daha fazla dayanamıyorum:


Görsel giderse eğer "Kekstra mı yoksa kimya laboratuvarı mı?" diye arayarak bulabileceğinizi düşünüyorum. Beni artık bu geri zekalılık çok sinirlendiriyor. Lan mal! Bir de "diyet asistanı" diye hesap adı koymuş. Glikoz dediğin şey bitkinin kendi içindeki doğal şeker -ki glikoz şurubuyla toz şeker arasında herhangi bir fark da yok, hatta toz şeker kristalize hale gelmesi için işlemden geçirildiği için son tahlilde daha zararlı-, soya zaten dümdüz bakliyat, soya lesitini de soya fasulyesi yediğinde midene giren bir şey, sodyum hidrojen karbonat (bunu iki kez yazmış bir de) bildiğin kabartma tozu, sorbik asit dediği üvez suyu (üvez de gülgillerden bir meyve yani genellemek gerekirse gül suyu), kalsiyum klorür normal tuz (zaten yazdığı şeylerin yarısı tuz), sitrik asit (onu da yanlış yazmış mal) limon suyundan başka bir şey değil, trisodyum sitrat da yine aynı şekilde limon tuzu, pektin de meyve yapısındaki bir şey. Pektin olmadan reçel yapmanın bir yolu yol mesela çünkü katılaşmasını sağlayan şey o. Kimya ve biyoloji ya da en azından gastronomi bilmeden şöyle görseller hazırlamayın aq, sonra komik görsel hakkında böyle şeyler yazıyorum işsiz gibi.

O değil de bu yazı kaldı böyle. Şu ara başka bir şeye taktığımdan blogda yazmaya pek konu kalmadı. Bir de ne varsa anlattım arkadaş, büyük bir salaklık vs. daha ortaya çıkmadıkça... Neyse.

22 Ocak 2022 Cumartesi

Durum Raporu: Çizimle İlgili Sorun, Karınca Çiftliğim, Kira İğrenç Bir Şeydir, Anime ve Sosyal Medya

Çizimle ilgili sorunumu buldum. Yok, hayır, yanlış oldu; uzun süre çizmeyince neden bir süre sonra tekrar elimi attığımda bir halt çizmeyi beceremediğimi buldum. Şöyle: Çizmeyi kendi kendime öğrendim ben. Annesi babası çalışan ve arkadaşı olmayan, zaten sosyal anksiyetesi olan bir çocuk olarak küçüklüğüm kendi kendime eğlenme yolları türeterek geçti: Çizdim, oyuncaklarla oynadım, TV izledim... Özellikle okumayı söktükten sonra ne bulursam okumaya başladım, yazmaya başlamam da ilkokula rastlar zaten (başlangıçta fantastik romandansa deneme tarzıydı, bir de lisede şiir olduğunu iddia ettiğim ama şu an edemeyeceğim şeyler yazdım). Bak Twitter'da milletin ücretsiz sattığı (o nasıl oluyorsa artık) baba tarafımdan kuzenlerimle epey iyi anlaşıyorum, sebebi de çocukluğumun ikinci yarısında evlerimizin karşılıklı olması. Ne yazıyordum ulan ben? Hah, tamam: Çizmeyi kendi kendime öğrendiğim ve sonrasında da herhangi bir eğitim almadığım için uzun süre çizmezsem unutuyorum. Akvaryum makvarum işlerinden bayağı uzak kalınca eskiden bir çırpıda saydığım balıkların Latince adlarını da unutur oldum, acıbalık "Rhodeus... bir şey" haline geldi. Bak hâlâ hatırlayamıyorum hayvan oğlu hayvanın ismini, en sevdiğim yerli balıklardandır oysa. Özellikle uygun dönemlerde çiklitlerden (oldum olası sevemedim şu Afrika çiklitlerini) daha hoş varyeteleri, renkleri bulunur. Bak mesela bizim yerli çıyanın (S. cingulata) da tamamı doğal olan bir ton "morph"u bulunuyor ülkede, kırmızı ayaklısı, yeşil başlısı, sarı antenlisi, laciverdi, simsiyahı... Neyse konu dağıldı. Şimdi "Ulan resim dersin de mi yoktu?" diyecekseniz, lisede, ilkokulda (bizim zamanımızda ortaokul yoktu) vardı tabii de işte herhangi bir şey öğrenmedim. Anca "Şu temayı çizin." denirdi bize. Bir de gastronomi okurken "mesleki resim" mi "teknik resim" mi öyle bir ders aldım (öyle bakmayın aval aval, sunum ve fotoğrafçılık için gerekli bu ders; bu arada yemek fotoğrafçılığı dersimiz de vardı, zorunlu diye hatırlıyorum ama seçmeli de olabilir) ama onda da resimden çok görsele odaklanan bir dersti ki zaten doğru olan o bence. Renk uyumu, zıt renklerin kullanımı, kutsal geometri (bkz. KALT Dosyaları - Köşem Büfe) falan üzerineydi daha çok. Ha şimdi çini sanatı ve tasarımı okumakla meşgulüm*, onda da yine "teknik resim" mi ne öyle bir ders var ama bugüne kadar derse gitmedim. Okula iki kez derse gireyim diye gittim, hoca gelmedi. Belki yanlış sınıfta ya da yanlış dersteydim ama kontrol ettim girişteki listeden. Bir kez yemek yiyeyim diye gittim (Gökçeada'dayken lüks yaşıyormuşum, bu deneyim bana onu anlattı. Buradan Gökçeada'daki buzdolabımdan seksen milyonun önünde özür diliyorum.), onda da okulda yemek verildiğine dair tek iz yemek saati olmasına rağmen terk edilmiş gibi duran yemekhaneydi.

*İznik'te ne işim var? İşte bu işim var. O değil de müthiş bir kariyer ilerlemem var değil mi? Üçüncüyü duyana kadar bekleyin, az kaldı. Dur, üçüncü dediğim dördüncü; üçüncü daha da beter, daha şaşırtıcı olacak. Sızlanmanın meyvelerini toplamayı düşünün.

Karınca Çiftliğim yeniden video atmaya başladı... Lan ağlamaktan videoları izleyemiyorum ki. Bak yazarken bile gözüm doldu. Üstüme kürekle nostalji atılıyor. Bu arada şu sürüngenlerle falan ilgili yasalar tekrar bir düzenlenmiş (oyuncak ettiniz ulan), iri kuyruklu kelerler ("fat tailed gecko") yasalmış artık. Gerçi ben bendeki leoparı da (Leopar gekoyu diyorum, "hayvana yazık olur" diye kedi sahiplenemiyorum lan; Suudi şeyhi miyim ben de pars besleyeceğim?) yasal yollarla temin ettiğimden (ama bu, tamamen yasaklanmasından önceydi) CITES'i falan var. "E geçen ağlıyordun ya?" derseniz de: Benim geko "wild morph" denen, doğada bulunan orijinal formunda (Şu üstte yerli çıyanlardan -ki bunlardan kahverengi, kızıl ya da sarı olanlarına Türkçede sarı çıyan deniyor- bahsettiğim kısımda dediğim doğada kendiliğinden olan, insanlar tarafından üretilmemiş formları yani.); dolayısıyla "blizzard", "orange" ya da "black night galaxy" gibi "morph"ların aksine CITES veriliyor. O değil de inanılmaz derecede hobi özlediğimi de fark ediyorum Karınca Çiftliğim izlerken. Lan İznik'te minnacık evde tıkıldık kaldık, ne akvaryum kurabiliyoruz ne de ok atabiliyoruz. Gerçi "Sikerler lan!" deyip benim eski 30 librelik yayı kepaze olarak kullanmaya başladım ama... Yalnız elim kolum ne biçim güçsüzleşmiş be, 30 lb. çekerken zorlandım resmen. Duruşum muruşum da bozulmuş hep, yamuk yumuk duruyorum. Bu arada bazı hobiler insanı hissizleştirebiliyor: Akvaryum mesela. Akvaryum basitçe doğal döngünün taklidi olduğu için özellikle ölüme karşı duyarsızlaşıyorsun bir süre sonra. Geko da uzun süredir bende olduğundan hâlâ bende zaten, şu an kendime zor bakıyorum ki gekoyu da azıcık ihmal etmişim, bazı sorunlar oluştu ama düzeltiyorum. Hastalıktan hayvan kaybetmeyeceğim arkadaş, bir velifera yetti bana; dahasını kaldıramam. Gerçi hasta değil zaten, sadece ortam nedeniyle azıcık deri sıkıntı çekiyordu; gerekli tetkikleri yaptım, önlemleri aldım; geçer diye umuyorum. Aslında yaşlılıktan da olabilir ya, bayağı standart ömür süresinin oralarda çünkü; iyi bakılırsa iki katı uzuyabiliyor bu süre, hatta üç katı kayıtlar da var ama literatürde iki katı olarak geçiyor.

Yeter ulan, ben kendi evim olsun istiyorum artık. Bu ne aq? Kirada oturmak iğrenç bir şey, o kiradaki evde yaşamam için üstüne bana para vermeleri gerekirken sanki standart bir evmiş gibi 2 bin lira kirası olması daha iğrenç bir şey. Lan banyoda gider yok! Amk İznik'inde başka ev de yoktu. Erkek öğrenci yurdu da yok. Gökçeada'da yoktu. Erkek öğrenci yurdu yapmıyorsunuz, erkek öğrenciye ev vermiyorsunuz. Ha Gökçeada'daki kız öğrenci yurdundan da memnun olan tek bir kişi görmedim, yani "keşke olmasaydı" dedirtiyordu millete, zaten okulla alakasız saçma sapan bir yere kurmuşlardı -gerçi okulun yakınlarında inşa yapılabilecek alan da yoktu- ama hiç değilse vardı. Eee, nasıl olacak hacı? Üniversitede mi yatıp kalkacağız biz? Ha ebesinin örekesine üniversite yaptıktan sonra (Altıeylül Üniversitesi de böyle mesela, hiçliğin ortasına kampüs kurmuş herifler) oraya lojman ya da ne bileyim apart gibi bir şey yaparsanız ben kalırım, gocunmam. Lan her dağ başına üniversite açmayın demiyorum (diyorum da hadi şimdilik neyse) ama en azından orada okuyacakları düşünün. Hayır şikayet edince de "El alemin evi öyle oluyor." diyorlar. Lan o el alemin evinde ben yaşıyorum ama alo? Çalışmayan buzdolabı benim yemek yememi engelliyor? Lan insan gibi yaşamak istiyorum ben, hüooop? Yeter be, bıktım. Vallahi bıktım. Hayır işin kötüsü şu planlarım düzgün giderse en az 1,5 sene daha sürünüyorum. Eeeeh, sikerler. Bizim millet öğrencinin bir çeşit sokak hayvanı falan mı olduğunu düşünüyor inanılmaz merak ediyorum onu.

Bu sezonun animeleri çok iyi yalnız. Koroshi Ai var mesela, kiralık katillerin romantik komedisi. Taglarda "komedi" yok bu arada ama bildiğin romantik komedi arkadaşım bu. Song harbi efsane bir herif yalnız lan, janadlsf... Hani tam "Vay amına ko'duğumun şerefsizi!" diye övdüğün adam var ya? İşte ondan. Akebi-chan no Sailor-fuku var, standart "aykırı" ana karakterli okul SoL animesi. Princess Connect'in 2. sezonu var ki hiç beklemiyordum. Birinci sezondan daha iyiydi bu arada ilk bölüm. Gelmese de olur muydu? Olurdu. İzleyecek misin? "C'mon maaaaaan", hadi ama! Ortaçağ fantastik komedi, bir de isekai benzeri (aslında direkt isekai da animede "gerçek dünya" vs. diye bir iki laf etmek dışında hiç o konuya değinmediler) anime; yirmi sezon olsa yine izlerim. Sono Bisque Doll diye başlayan bir anime var, "popüler kız - ezik erkek" romantizmi. Suyunu çıkardılar artık ama izleyeceğim. Bir de popüler kızımızın 3D Kanojo ve bu tür serilerin neredeyse hepsinde olduğu gibi basmakalıp bir popüler kültür kölesi (ha ben Igarashi'yi de severim ama bu kendisinin basmakalıp bir popüler kültür kölesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor, aynı Barusu'yu sevmemin onun cenabet malın teki olduğu gerçeğini değiştirmemesi gibi) olmak yerine eroge oynayan, "cosplay" yapan, "İnsanların sevdiği şeylerle dalga geçmemelisin!" diye millete ayar veren girift bir karakter olması, ezik erkeğin de çirkin olduğu söylenen ama benden daha yakışıklı olan basmakalıp bir otaku yerine son derece niş bir şeyle uğraşması animenin değerini -benim gözümde- arttırıyor. 2. bölümde fanservisin kulağına su kaçırdılar gerçi ama bakalım. Genjitsu Yuusha'nın 2. sezonundan bahsettim, bir de neredeyse aynı kafada olan ama bu kez isekai olmayan Tensai Ouji no Akaji Kokka Saisei Jutsu var. İkinci mi üçüncü mü ne bölümdeki "Ninym benim kalbimdir." sahnesi efsane yalnız, hatununu koruyor kralım ki yorumlarda da her beş kişiden onu (hayır, yanlış yazmadım) buna dikkat çekip övmüş. Kenja no Deshi wo Naoru Kenja diye tuhaf bir iş var, ilk bölümü epey zayıf kalan bir iş; isekai SoL komedi hastası ben bile zor dayandım, ilk üç bölüme bir göz atacağım. Hakozume diye polis SoL'u var, beklediğimden daha eğlenceli ilerliyor. Her bölümün sonunda ağzımıza ağzımıza dramı vuruyorlar ama olsun. Shikkakumon no Saikyou Kenja var, Anos Voldigord'un (Voldigoad?) adını unuttuğum animesinin insanların tarafından anlatılan versiyonu gibi. Sırf Lurie ve Alma için bile izlenir ama. Lurie harbi efsane yalnız, çocuğu görür görmez dibi düştü lan hatunun adsksskfç. "Adım Lurie! Sevgilim ya da nişanlım yok!" diye tanıtım mı olur alkiaslsdzf. Bu anime Lurie ve Alma'nın tavırları sağ olsun hiç harem kafasında olmayacakmış gibi ama kapakta ve "ending"de birini henüz görmediğimiz üç kız olduğundan biraz kafa karıştırıyor. Neyse, harem olsa da olmasa da -ki bence olması bozar bu animeyi, normalde isekai harem müthiş bir birleşimdir; zaten neredeyse standarttır, haremsiz isekai neredeyse yoktur ama buna hiç gitmez be. Bu isekai değil ki lan bu arada, niye isekai deyip durmuşum?- izleyeceğim. Dolls' Frontline diye bir seri var, Girls' Frontline'ın animesi olduğunu varsayıyorum ama taglarda dram mram yazdığından hiç bakmayacağım. Bu tür seriler komedi üzerine yapılmalı bence, Azur Lane ile adını unuttuğum, savaş gereçlerini anime kızı yapma akımının başlatıcısı olan gemi animesi öyleydi. Gerçi o ikisinde de taglarda komedi yoktu galiba yüksek komedi dozajlarına rağmen. Hatta Koroshi Ai'da da komedi tagı yerine normal bir kiralık katil animesinde olması normal ama Koroshi Ai için garip taglar var. Bir bakayım ben o Dolls' Frontline'a. Bu arada başkarakter karabina. Heee, bildiğin karabina: M4A1. Bir de birkaç seri daha var ama onları izlemiyorum, devam sezonlarıyla önceki dönemden devam edenler falan da var işte. Bu arada evet, Dolls' Frontline, Girls' Frontline'ın animesiymiş ki neden direkt oyunun adını koymadıklarını millet de merak etmiş. Ben izlerim bunu bu arada. Slow Loop, Yuru Camp ile Houkago Teibou Nisshi'nin birleştirilip moe dozu artırılmış (yok, hayır, "arttırılmış" değil, bildiğin köklenmiş), üstüne azıcık da Citrus serpilmiş ama geri alınmaya çalışılmış, o da tam becerilememiş versiyonu gibi. SoL hastası olarak tabii ki izleyeceğim, beklediğimden daha eğlenceli bu arada bu anime. Zaten konuyu monuyu okur okumaz "Net izlerim bunu." demiştim ama beklediğimden çok daha zevkli ilerliyor.

Hazır anime falan demişken bir şeyden daha bahsedeceğim. Farklı paragraf olma sebebi de yukarıda sezon animelerinden bahsetmem. Asuka'yı (Eva'dan Asuka) sevip sevmediğimi hâlâ bilmiyorum. Tek bildiğim hatundan nefret etmediğim ama seviyor muyum? Emin değilim. Eva'nın neredeyse bütün karakterleri için böyle hissediyorum zaten, mesela Shinji'nin babasını sevdiğimi söyleyemem ama nefret ediyor muyum? Emin değilim. Sadece Misato ve Rei'i sevdiğimden eminim, diğer karakterleri sevip sevmediğim konusunda neredeyse hiçbir fikrim yok ama kesinlikle nötr de değilim. Derinlikli karakter dediğin böyle olur. Sevmek falan demişken, anime hayranlarının çoğu "kemonomimi" hastasıdır (bende de feci zaaf var) ama kedi kızlar gerçek olsa alayı tsundere olurdu. Köpek kızların da alayı undere. Bu arada bu paragrafı sırf "kedi kızlar gerçek olsa alayı tsundere olurdu" demek için yazdım.

Bak sosyal medya ne biçim bir şey... Ulan ben Facebook'un Türkiye'ye girişini, popüler oluşunu, mahvoluşunu gördüm. Yirmi yıldan az sürede oldu bütün bunlar. Vine vardı mesela, bilmeyene şöyle anlatayım: Eskinin Tiktok'u. Vallahi bak. Ama Tiktok'un aksine çok kendi içinde bir kitlesi vardı Vine'ın, şimdi Tiktok fenomenini illa bir şekilde tanıyorsun internet kullanıyorsan ama o dönemde Vine izlemiyorsan tanımıyordun ki tanımıyordum. Sonra onların bazısı Youtuber oldu, bazısı Tiktokçu oldu, bazısı film çekti falan... Ben de zaten "Aaa evet, öyle bir şey vardı d'i' mi ya?" diye tanıdım bunları. Tiktok demişken, Tiktok'a herkes kadar sövmedim dikkat ettiyseniz. Bir iki küfretmişsem etmişimdir, fazla abartmadım. Neden sizce? Zamanında herkes söverdi, şimdi kullanmayan neredeyse yok. Aha bunun olacağını bildiğimden sövmedim. Aynısı Twitter ve İnsta için de oldu çünkü. Tam olarak sosyal medyadan sayılmasa da İnci Sözlük vardı, ergenliğimi yiyen şeylerden biri. Şimdi çöp, esamesi okunmuyor; eskiden koskoca kurumsal firmalara canlı yayında "Fenasi Kerim" gibi laflar dedirtirdi bu adamlar. Nice hikaye çıktı içinden, hatta o hikayelerden biri de filme uyarlandı falan... "Her gün girerim Facebook" diye şarkı vardı lan. Millet gecenin üçünde Face'teki tarlasındaki domatesi, biberi sulamak için alarm kurup uyanıyordu. Sonuç: Toplumsal histeri günlük hayatın kendisidir. (Oha sonuca bak! Nerenden çıkardın lan o sonucu?)

5 Ocak 2022 Çarşamba

Durum Raporu: Youtuber Serzenişi, 2 kg Domates İçeren 1 kg Ketçap, Kılıç Kitabı, Destan

Bir Youtube kanalında (hangi kanal hatırlamıyorum, zaten hatırlasam da söylemem ki bu paragrafın konusu tam olarak bu zaten) "Biliyorum bizi kendinize saklamak istiyorsunuz ama bir sağda solda reklam yapın." minvalinde bir cümleyle karşılaştım. Şahsen benim dilimin kemiğini tutamadığım, patavatsızlığımın arşa çıktığı vakitler dışında sadece yeterince büyük, bilindik şeyleri övüp açıktan söyleme sebebim kendime saklamak falan değil. Büyüsünler, bilinsinler isterim; sevdiğim her şey için isterim bunu... Ama işte hani "maşallah dediği üç gün yaşamıyor" diye tarif edilen adam vardır ya? İşte o adam benim. Bir ürünü (genellikle gıda ürünü) severim, burada, ailemin yanında vs. "Süper lan..." diye konuşurum, çıkalı iki hafta olmadan "yeterince satılmadığı" gerekçesiyle piyasadan toplatılır. Lan nasıl bir satış hedefiniz vardı da sadece iki haftada ulaşamadığınıza karar verdiniz? Bir Youtube kanalını severim, "gidin izleyin" derim, kanal sahibine bir ton suçlamayla dava açılır. "Şöyle bir mekan açılmış, çok güzel..." derim, bir haftaya kalmadan batar. Bir animeyi severim, överim, çevirisi bırakılır ama bu sonuncu benim uğursuzluğumdan değil Türk anime kitlesinin hem zevksiz hem beyinsiz olmasından kaynaklanıyor kanımca, o yüzden sayılmaz. Şimdi tesadüflerden, karamsar bakış açısıyla abartmadan, ayakta kalan yanılgısının ("survivorship bias") tersi olan, adını hatırlamadığım "bias"tan falan bahsedebilirsiniz... Ama 9/10'luk oranlı tesadüf veya yanılgı olmaz. Onda dokuz ulan, şu orana bak. Bu başarı oranına ulaşamadığı halde güvenli kabul edilen tedaviler lan dünyada (mesela lazerle göz ameliyatı)?

Sefamslalasdas... Firmaların salaklığı da bitmiyor. Pınar ketçap üzerinde şöyle bir yazı var: "1 kg Pınar ketçap ortalama 2 kg domates içerir" dskmfşsd.f... Şimdi işin ilginç yanı, bu cümleyi Türkçe bilen birine yazdırsalardı hiçbir sıkıntı olmayacaktı. Şöyle ki: Salça, nar ekşisi, ketçap... Bunlar hammadde kaybının (teknik bir adı vardı onun ama aklıma gelmedi şimdi) fazla olduğu ürünlerdir. Yani şöyle: 2 kilo domatesi kaynatırsın, sonucunda yarım kilo (miktarları salladım bu arada, muhtemelen yanlış bir oran bu) salça elde edersin. Geri kalanı çeker, büzüşür, buharlaşır vs... Ama yine de yarım kilo salça iki kilo domates içermez, istese de içeremez zaten. Matematik 2.0 mı lan bu? Salçanın içindeki su, tuz, bazen şeker ve diğer baharatlar (tuz ve şeker baharattır arkadaşlar, kabullenin artık şunu) vs. var daha. Orayı eğer Türkçe bilen birine yazdırsaydınız "1 kg Pınar ketçap, ortalama 2 kg domates kullanılarak elde edilir." veya "1 kg Pınar ketçap, ortalama 2 kg domatesten üretilir." gibi bir şey yazardı, ben de burada taşak geçmezdim.

Şimdi, elimde "Tarihe Yön Veren Silah: Kılıç" diye bir kitap var. Müthiş bir eser, bazı şeyleri teyit etmemi sağladı, hiç bilmediğim şeyler de içeriyor. Mesela Viking kılıçlarının klasik Avrupa kılıçlarından ayrı, bambaşka kılıçlar olduğunu biliyordum (uçları ovalimsi, kısmen küt; Avrupa'dan ziyade Ortadoğu usulü doğru kılıçlara benziyorlar) ama "haçlı kılıcı" diye bir mefhum da varmış. Peki ben niye durduk yere bu kitaptan bahsediyorum? Şu sebepten: Hiç bilmediğim, enveriye kaması adlı, Enver Paşa tarafından cephede kahramanlık gösteren subaylara verilmek üzere hazırlanan bir hançer çeşidi var. Yani varmış, işbu kitapta bahsediliyor. Bu hançerin benim için en önemli özelliğiyse şu: Bu hançerin namlu kısmı, benim şu daha önce bahsettiğim "kısmen de kendi salaklığımdan kaynaklı olarak istediğim eğriliği yakalayamadığım hançer" ile aynı. Ben şahsen söz konusu hançeri geç Moğol, Kuzey Çin vs. diye kaktırmayı düşünüyordum millete. Muhabbet açılırsa anlatırım çünkü. Eh, zorlamaya gerek kalmadı*; halihazırda var olan bir türdenmiş zaten: Aslında ben orta Osmanlı tipi bir hançer amaçlıyordum, şu meşhur Topkapı hançerine benzeyen bir şey ama sonuç olarak enveriye kaması elde etmişim. O da olumlu. Bu arada kitapta, nadir de olsa kan oluklu yatağanların da olduğunu söylüyor ki bu da şimdiye dek hiç bilmediğim bir şeydi, aslında garip de çünkü yatağanı düşündüğümde kan oluğu yarardan çok zarar getirir o kılıca. Bu arada Avrupa kılıçlarından formunu en sevdiğim de "estoc" ki bu kılıcı tanımlamakta zorluk çekiyordum, uzun kılıç denen türden değil çünkü; "uzun üçgen kılıç" gibi garip garip tamlamalar ile tanımlamaya çalıştığım bambaşka bir formu olan bir kılıç. Şu kitapta nihayet bu formun adını da görebildik, Avrupa kılıçları arasında net en sevdiğim form bu. Eğer merak ediyorsanız ikincisi Viking kılıcı, üçüncüsü de haçlı kılıcı. Evet, daha önce haberdar olmadığım.

*Moğol, Kuzey Çin vs. yanlış veya yalan değil bu arada, sadece saptırma; Moğollarda veya Kuzey Çin coğrafyasında -ki orada da geçmişten günümüze Türkler, Moğollar, Tunguzlar, Koreliler, Soğdlar, Slavlar vs. yaşıyor Çinlilerden çok- gerçekten öyle hançerler, bıçaklar var, yok değil; ama işte "Moğol hançeri" veya "Kuzey Çin hançeri" denince kastedilen şey o değil.

Şu Destan diye bir dizi çıktı, TV reklamlarına maruz kaldığım dönemlerde "Hiç görmediğiniz bir dönem, hiç görmediğiniz bir iş..." diye diye beynimi(zi) yediklerinden ilk bölüme bir bakayım diyordum. İzleyeceğimden değil, benim için tarihî dizi denen şey "Bu ne biçim kostüm aq?" ve "Oha, oha! Ulan o adam orada bile değildi bu olay olurken, ne halt ettiniz siz?" diyecek malzemedir. Ki ilkini Muhteşem Yüzyıl'a (öyle orta-geç Osmanlı kıyafeti olmaz), ikinciyi Diriliş: Ertuğrul'a (Neredeyse bütün ölümler ama özellikle Saadettin Köpek'in ölümü. Hadi Ertuğrul Bey'in o sıralarda istese de orada olamayacak kadar fazla şeyle uğraştığını geçelim, ulan bari gürz ayrıntısını koysaydınız da "Doğrusunu biliyorlar da hikâye açısından şe'etmişler..." diyebilseydik.) dedim. Zaten sonra da ilk bölümler ya da TV'ye maruz kalırken arada denk geldiklerim dışında Türkiye menşeli tarih dizisi izlemedim. Bu arada Türkiye'de "tarihî dizi" neredeyse yoktur, alayı "tarihî kurgu"dur. Evet, arada fark var. Neyse, bu Destan'a dönersek: İlk görüntülerin kostümlerinde de başrol olduğunu tahmin ettiğim kadın karakteri türbana sokmadıklarından "Ya İslam öncesi ya da Erken İslam döneminde geçiyor herhalde..." diye düşünmüştüm. Neyse, ilk bölümü izledim geldim, işte analiz... Aha ilk "fail", daha bölüme başlamadım bak. Orhun Alfabesi ile "Destan" yazmışlar... Daha doğrusu yazamamışlar. A/E tamgası zorunlu olmadıkça kullanılmaz arkadaşım, é her zaman gösterilir ama Orhun'da é için ayrı bir tamga yok, daha eski bazı yazıtlarda (evet, Orhun Yazıtlarından daha eski Türkçe metinler de var, başlıcası Yenisey) é veya benzer seslendirilen tamgalar var ama Orhun'da yerine göre I/İ veya A/E okunan tamgayla yazılıp (Aslı "kéçe" olan, günümüzde "gece" diye yazıp "géce" diye söylediğimiz sözcük Orhun'da "kiçe" okunacak şekilde yazılıyor mesela. A/E de gösteriliyor, bahsettiğim "zorunluluk" bu. Bu arada "gece" sözü Türkçedeki é ve e farkını anlamak için mükemmel bir sözcük çünkü ilk hecesi é, ikinci hecesi e ile söyleniyor. Yabancılar neyse ama anadili Türkiye Türkçesi olan biri farkı anlayabilmeli. Daha fazla ayrıntı ve sadece tek yazıtta, bir iki yerde vs. kullanılan farklı tamgalar için.) kuralları da aynı şekilde işliyor. Velhasıl kelam, o yazdığınız şey Deestaan diye okunuyor. A/E tamgasının kullanımı dışında doğru gerçi, belki ona şükretmemiz lazımdır. Jenerik güzel, gerçi kesin Orhun alfabeli kısımları yanlış yazmışlardır (daha tek kelimeyi doğru yazamıyorlar) ama hiç onlara odaklanıp tek tek hata ayıklayamayacağım. Kostümler çok acayip... Mükemmel şekilde doğru ögelerle (firuze taşları, V şeklinde işlemeler vs. mesela) ölümüne yanlış ögeleri öyle girift şekilde bir araya getirmişler ki övsem ayrı dert sövsem ayrı. Başlangıçtaki rüya kısmındaki ok ve yay, bir kere 8. yy. Türkistan'ında öyle yay olmaz. O yay çok geç bir dönemde, ancak Osmanlı, belki zorlasan Selçuklu döneminde ortaya çıktı. Daha eski Türk yayları içbükeydi ki Kırım Tatarları, Osmanlı'ya hizmet ederken bile Osmanlı formu yerine bugün Türkiye'deki geleneksel okçuların Kırım-Tatar yayı olarak andığı, bahsettiğim içbükey yaylardan kullandılar. Boydan boya, coğrafyada coğrafyaya fark ediyor tabii ama genel olarak Osmanlı'nın dışbükey yay formu büyük bir istisnadır, Orta Asya coğrafyasının neredeyse bütün bileşik (kompozit, mürekkep vs.) yayları içbükeydir. Moğol'undan Çinlisine, Tatar'ından Macar'ına, Korelisinden Pers'ine kadar alayının yayı içbükeydir. Araplarla Balkan halkları mürekkep yayı Türkler, daha açık olmak gerekirse Osmanlılardan öğrendiklerinden onlar liste dışıdır; geri kalanlar zaten kemikli yay kullanmazlar, kompozit yayları bile en fazla birden fazla ahşap içerir. İskit yayı bulun demiyorum ki arkadaş, Türkiye'de Kırım-Tatar yayı bulmak gayet kolay; Osmanlı tarzı yay ne arıyor 8. yy. Orta Asya'sında? Osmanlı formu, Türk yayının mükemmelleştirilmiş, gelişimini tamamlamış formudur, bırakın 8 yy.ı, Fatih öncesi Osmanlı'sında bile kullanıldıkları kesin değildir. Hele oka hiç girmiyorum. Bu arada bir Ak Ana motiflemesi var gibi geldi, karakterin adı Akkız, rüya kıyafeti Ak Ana (Tengricilikte iyilik perisi, daha doğrusu onların başı ve anası. Söz konusu iyilik perilerine de Ak kızlar denir bu arada, çalışılmış gibi.) tasvirine inanılmaz derecede benziyor vs. Aha, kılıç... Geldik kılıca. Ben garip, şemşir veya dao benzeri bir kılıç bekliyordum ama adamlar basbayağı döneme uygun kılıç yapmış lan. Gerçi kabzası hayvan gibi uzun, öyle kabzalı Türk kılıcı olmaz. Öyle kabzalı kılıç olmaz hatta, bir kılıcın kabzasının o kadar uzun olması için ya kendisinin de hayvani boyutta bir kılıç olması ya da at üstünde namluyu uzatmak yerine kabzanın uzatılması tercih edilmiş bir kılıç olması lazım ki dünyada öyle kılıç örnekleri varsa bile (benim bildiklerim arasında öyle bir kılıç formu yok) Türkler bu tür kılıçları hiç kullanmadılar. Hâlâ başlardayım (Yazmaktan izleyemedim ki. Beklemediğim kadar iyi bu arada, kesin 2-3 bölüme bozar.), Gök Orda, Dağ Hanlığı vs... Oğuz Kağan sonrası bir hikâye, yani Oğuz Kağan destanının hemen ardında geçen bir hikaye anlatmak niyetindeler belli ki. Yalnız Gök Han'ın (Gök Hanı Alpagu Han imiş, pardon) "polemiğe girmem, keserim" tavrı biraz şey... Dağ Hanlığı askerlerine karşı "Dağ, Gök'ün oğlunu alamaz." diyorsun... Evet, tamam, Oğuzların geleneksel yönetim sıralaması böyle de... Abicim, niye "Sizi de ben bir dinleyeyim ya..." demeden direkt Dağ Hanlığı askerinin boynuna sallıyorsun kılıcı? Ötekiler de beş adım mesafeden ok çekiyor, te Alla'm. Ulan mızrak saplamaya kalksan heder olursun o mesafeden, kılıç çeksenize? "Bey" lafının döneme uygun olarak "bek" diye söylenmesi beni her şeyden çok şaşırttı yalnız. Selçuklu dönemi dizilerinde bile "beğ" değil "bey" diyorlarken -ki bırak Selçuklu'yu, nispeten orta Osmanlı dönemine yakınken bile "beğ" diye sesletilmesi gerekiyor bu sözün; Osmanlı alfabesi ile zaten "bey" değil "bek" diye yazılıyor, sesleniş evrimi de bek, beg, beğ, bey biçiminde rahatça takip edilebiliyor- direkt "bek" ile karşılaşmak şaşırtıcı bir mutluluk oldu. Bu arada kılıç kutsaldır, öyle sağa sola atılmaz da hadi o duygusal bir sahneydi, çarpıcılık açısından iyi oldu; o yüzden pek fazla laf etmek istemiyorum. Bakın kıymetimi bilin, burada olayı hem hikâyecilik hem tarihçilik yönünden değerlendirebilen biri var. Çoğu tek bir yönden değerlendirir. O değil de bu kısım hayvan gibi uzun olacak belli ki; neyse. Tamamlayınca yayınlarım artık. 2.30 saatlik dizi yaparsanız öyle olur, oha ulan. Neyse ki akıyor, hiç değilse hikaye ve kurgu açısından iyi. Kamaların şekli bir acayip yalnız, Romalıların "gladius" kılıçlarına benziyor. La abicim İskit kaması formu (Dağbanların başlıkları da İskit başlığı gibi zaten), ne bileyim Hun, olmadı Kafkas, Moğol, Çin vs. kaması formu çok mu zordu da gittiniz yaprak şekilli kama verdiniz milletin eline? "Kılıcı doğru yaptık, bunu salla." gibi bir motivasyonla mı yaptınız yani nedir? Cenaze merasimi sahnesi mükemmeldi yalnız, eksikleri olsa da garip gureba işlere girmediler en azından; göze batan tek yanlış düngürün (şaman davulu) tokmak yerine elle çalınmasıydı. Orada çökmüş dövünenler, sagu vs... Dağ boyunun kalkanları da ayrı bir acayip, kılıç kalkan ayrıntısına girmeseler fark etmeyecektim. Hikâye kısmen de mitolojik gibi, o yüzden çok fazla laf da etmek istemiyorum aslında "Şu şöyle olmaz, bu böyle olmaz..." vs. diye ama... Dağbanların kalkanları çünkü aslında yanlış değil, direkt dünya üzerinde var olmayan, yeni bir formda, yeni bir kalkan icat edip dağ boyunun eline vermişler. Hani Türk alpına Pers kalkanı vermek gibi bir durum değil bu -ki yağma, ticaret ve miras denen şeyler olduğu için ona kolayca bir açıklama yazabilirsin; Batı Asya Müslümanlarının kullandığı, üstü Arapça yazılı Avrupa kılıçları var mesela; yağma yoluyla elde edilip kullanılmış- direkt dağ boyunun kalkanları için yeni -ve kılıç meraklısı olup Türk okçuluğu eğitimi almış biri olarak son derece verimsiz olduklarını söyleme hakkını kendimde gördüğüm- bir kalkan çeşidi icat etmişler. "Şaman" yerine "kam" ve "baksı" deme (ayrıca kam ve bahşı arasındaki farkı bilen birine yaptırmışlar kostüm tasarımını, bu da bir artı) ve balbal ayrıntıları da çok iyi bu arada, ben bayağı bayağı izliyorum bunu ha. TV'de falan denk gelsem izleyebilirdim (ama TV açmıyorum, arada bir açayım dediğimde de uzun süredir açılmadığından bu kez o açılamıyor; e, internetten de hiç uğraşamam 2 saatten fazla süren dizi için). O değil de... Türkiye yapımı bir tarih dizisinde gerdek otağı muhabbeti görmeyi hiç beklemiyordum, gerçi üstü kapalı, sadece bilenin, Dede Korkut okuyanın vs. anlayacağı biçimde yapmışlar ama yine de yapmışlar mı yapmışlar. Bu bir başarıdır arkadaş. Ha damat efendi, hatuna artistlik yapacağım diye neden o dönemde katiyen olmayan, internet menşeli tuhaf bir şiveye geçiş yaptı onu pek anlamadım ama olsun. Heeeh, bir tane de ufak Müslüman çocuğu verdiler Akkız'ın yanına... Hoş geldin Karluk boyu, hoş geldin Karahanlı... Kim bu, Satuk Buğra Han mı? Zaten bunların böyle tuhaf tuhaf çarpıtmalar, garip işler içermeyen Tengrici bir hikaye yazmayacağı belliydi. 1.16 civarındaki savaş sahnesinde okçuluk açısından birkaç çok da göze batmayan teknik hata var ama sinematografiye gerçekçiliği kurban etmişler, peki, bu seviyedeyken kabullenilebilir. Tek yayla birden fazla ok atmak da okçuluğumuzda olmasa da tarihimizde var zaten. Tarihimiz derken yanlış anlaşılmasın, sinema-TV tarihimizden bahsediyorum; Cüneyt Arkın falan hani. Bu birinci bölüm iyi de iki, olmadı üçüncü bölümde kesin sıçacak bu dizi; e, benim de hiç onları izleyip yorumlamaya mecalim yok. Murat Soner miyim lan ben? O değil de adamın sonu tımarhanede bitmese bari, ben günümüz dizilerinin çoğuna beş dakika tahammül edemiyorum, adam bölümleri izleyip notlar alıp yorumluyor falan... Tengri Teala düşmanımın başına vermesin, vallahi bak.