Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Eylül 2021 Cuma

Durum Raporu: Aile Bakanlığı Safa mı Yatıyor, İnsana Tahammülümüz (Evet, -müz) Kalmamıştır, Türk Dili Bölümüne Tarih Bilen Akademisyenler Aranıyor (Himinileri Gubardatacak Hobaraklar Aranıyor) ve Yozlaşmış Düğün Âdetlerimizde Bu Hafta: Takı Töreni (Özel Konuk, Aynen)

Aile Bakanlığı'nın Kpop muhabbetinden sonra TDK ve Diyanet'e haksızlık yaptığımı düşünmeye başladım. Ulan beş, altı sene önce deli gibi Kore dizisi izliyordu millet, "Korecan" diye bir terim bile vardı ortalıkta. Sonra onların birazı animeye kaydı, anime izlemeyi bırakıp Kpop dinlemeye dönenler oldu falan... Dizi ve film, kültürel yayılım için mükemmel şeylerdir; Amerika bunu erken fark ettiği için Hollywood'un eski işleri öyle, Çin bunu fark ettiği için Hollywood filmleri günümüzde böyle. Yemeğinin, müziğinin, yaşamının, bayramlarının, edebiyatının... Her bir şeyinin tanıtımı yaparsın, yani daha doğrusu yapabilirsin; biz genelde yapmıyoruz, yaptığımızda da yarım yamalak ve yalan yanlış yapıyoruz. İstisnalar vardır elbet; ancak istisnalar, kaideyi bozma kudretinde olmadıkları için "istisna" diye adlandırılırlar. Aile Bakanlığı'na dönersek: Milletin deli gibi Minecraft oynadığı dönemlerin sonuna yaklaşılır, Minecraft videosu çeken "Youtuber"lar bile odaklarını yavaştan farklı oyunlara, günlük işlere, kapışmalara vs. kaydırırken (Roblox çılgınlığı biraz daha geç başladı) de Minecraft ile uğraşmışlardı. Hayır iş yapıyor gibi görünmek için saf ayağına mı yatıyorlar yoksa internetleri Türkiye ortalamasından bile daha yavaş da onun için mi mağaraya internet bağlatanlar için bile eskimiş şeyleri kovalıyorlar anlamadım ki.

İnsana tahammülüm kalmadı artık. Eskiden insanlığa -güvenmesem de- inandığım dönemler olmuştu. Şimdi... Hiç uğraşamam, yormayın beni. Yalnızlıktan şikayet etmek mi? Ben alışığım, çift kişilik yatak benim neyime ulan? (Müzik göndermesi yapacaktım ama sinirlendim birden. Gönderme hâlâ cümlede bu arada. Aha bu da ikinci gönderme: Başka bir şansım olsaydı bile olmak istemezdim aranızda. Yok, bu direkt alıntı oldu.) Siyaseti de gündemi de insanlığı da... Öhöm... Neyse. Zaten yazma sürelerimin aralığının uzadıkça uzaması da ondan: Artık insanlığa inancım yok, umudum... Hiç olmadı ki. Çabalamıyorum, bir şeylerin düzelmeyeceğini kabullendim. Bir bok olmaz böyle dünyadan da böyle insanlıktan da. Lut Gölü de kızarmış zaten, kapatalım gidelim dünyayı, yeter be. Eskiden insanlardan nefret ederdim, artık onun için bile yorgunum. Sadece insanları sevmiyorum artık, olumsuz bir duygu taşımaksızın. Hayır bir rahat bıraksalar da kendi dengemi bulsam ne iyi olacak, bir salın beni ya. Sikeyim şen şakrak olmayı da konuşkanlığı da girişkenliği de yeter lan. İnsan yüzü görmek istemiyorum artık, yıldım.

"Türk Dili bölümüne tarih bilen akademisyen şartı" diye bir haber var. Önce idealist bakış açısı: Dil ve tarih birbirinden ayrılamaz zaten. Hatta buna din ve mitoloji, folklor gibi birçok şeyi de ekleyebiliriz; yani "sosyal bilimler" birbirinden bağımsız olarak düşünülemez, hepsi bir bütünün parçasıdır ve mutlaka birbirlerinin alanına müdahale ettikleri bir zaman gelir. Şöyle ki: Tanzimat dönemini bilmeden Tanzimat romanını, Antik Yunan kültürünü ve mitolojisini bilmeden Homeros'u anlayamazsınız. Etimolojik bağlantılar da tarih ve kültürle, bittabi kültürün bir parçası olan yaygın dinle de ziyadesiyle ilintilidir. Mesela İslam öncesi Türklerde "deli" ve "sakat" kavramlarına bakışı bilmiyorsanız niye koskoca kahramanın destan boyunca "Deli" diye tanımlandığını, Tanrı'nın bizzat onu "deli kavat" diye sevdiğini ve bunun bir övgü gibi sunulduğunu anlayamazsanız*. Aynı şekilde, Ömer Hayyam'ı da yaşadığı dönemin siyasetini bilmeden sadece yüzeysel olarak anlayabilirsiniz. Dönemini ve Hayyam'ın hayatını biraz araştırırsanız kendisinin "Allahsız ayyaşın teki" olmadığını ve sadece iyi bir şairden çok daha ötesi olduğunu göreceksiniz (bu arada Gazali'yi anlamadan da Hayyam'ı anlamak o kadar da mümkün değildir ve zaten hem Gazali'yi hem Hayyam'ı anlamadan o dönemin siyaseti de güdük kalır). Zaten, Ömer Hayyam muhtemelen günümüzde çoklarının sandığı gibi ateist değildi, bir ihtimal agnostikti ve büyük bir ihtimalle "agnostiğe yakın Müslüman" idi -ki ben de eğer inancım hakkında tam ama kısa bir tanımlama yaparsam böyle tanımlardım; Tanrı'ya ve Hz. Muhammed'in rehberliğine inanıyorum ama Tanrı'nın var olup olmadığı ve varsa da Muhammed bin Abdullah'ın gerçekten onun elçisi olup olmadığı şimdilik benim aciz insan zihnimin bilebileceğim bir şey değil- (Dediğim araştırmaları yaparsanız neden böyle düşündüğümü de anlayacaksınız). Ulan konu nerelere geldi, velhasıl kelam "normal şartlar altında" bu aslında olması gereken. NŞA'yı yapıştırdığımıza göre, şimdi de gerçekçi bakış açısı: Bizimki gibi işlerin %99 oranında tanıdıkla yürüdüğü ülkelerde neredeyse kimse bunun yukarıda yazdığım türden bir farkındalık veya iyi niyetle yapıldığına inanmaz, ben de inanmam. Bu kuralı koyan kurumu, dönemin hükümetini vs. destekleyenlerin bile çoğu altında bir bit yeniği, bir torpil izi arar; ben de ararım.

*Daha önce de dedim, en İslamilerden biri gibi görünse de aslında Dede Korkut hikayeleri içinde Deli Dumrul, Tengrici/Şamanist referansları en çok içerenlerden biridir. İronik biçimde Tepegöz destanı ise Tengrici/Şamanist referansların en az, İslami etkinin en çok görüldüğü destanlardandır. Eskiler "deli"yi olumsuz anlamda kullanmazlardı: En becerikli şamanların "yarım" olacağına inanırlardı, bu yüzden de delilere ve çolaklara doğrudan "müstakbel kam" biçiminde yaklaşırlardı; çünkü şaman, bu dünya ile öteki alem arasındaki bağdı ve delilerin zihninin, sakatların bedenlerinin yarısı her daim öte alemdeydi (bu öte alem dediğim İslam'daki "gayb alemi" ile birebir aynı şey). Bu konu İslam'dan sonra "en iyi dervişler" konseptine döndü ve Sünni yerleşikler arasında hızlıca kaybolsa da "deli kültü" uzun zaman boyunca göçebelerde ve Alevilerde var olmaya devam etti; bu çağda, Sünni Yörüklerde büyük oranda kaybolsa da Alevi yoğunluklu bazı yerlerde "deli kültü" var olmaya devam ediyor. "Deli cesareti, deli kuvveti" gibi düpedüz övgüler de her ne kadar deli kültü toza dönüşmüş olsa da kadim hatıranın ayakları olarak dilde duruyor.

Günümüzde anlamsızlaşmış, gösteriş ve kavga aracına dönüşmüş ve -haliyle- eleştirilen birçok nişan, düğün, kına geleneğinin gayet iyi niyetli ve pragmatist amaçları vardı orijinalde. En basit örnek takı takmak: Günümüzde "Siz bize şunu taktınız, biz size şöyle taktık..." muhabbetleri (bizim millet de taktı mı takıyor ha) ve "Altınlar kimin annesinde kalacak" vs. tartışmaları nedeniyle kendinden nefret ettiren bu gelenek, başlangıçta yeni evli çiftin ekonomik açıdan zorlanmamaları için ortaya çıkmıştı. Yani "Yazık yeni evliler, şimdi akılları bir karış havadadır bunların (hem gençlik hem gerdek referansı var burada; en eskiler için evli cinselliği de büyük bir mesele değildi), şimdi hesaptır, eşyadır uğraşmasınlar; çok zorlanmadan ev düzsünler." şeklinde bir mantık bu işin olayıydı. Türkler özelinde şöyle bir olay var bu konuda: Türklerde "Mal bölünmesin" diye yapılan aile içi evlilikler çok çok sonra, yerleşik hayatla birlikte ortaya çıktı; ama beşik kertmesi olayı en eskilerden beri vardı, yani aile içi evlilikler çok daha az da olsa o zamanlar da yapılıyordu muhtemelen. Aynı şekilde, kızın erkeğin ailesinin evine taşınması da yerleşik hayatla ortaya çıkmıştır: "Evlenmek", kelime kökeninden de anlaşıldığı gibi gelinin de damadın da evlerinden çıkıp beraber yeni bir eve çıkmaları anlamına gelirdi Orta Asya'da. Ha taşınılan yer yine erkeğin obası olurdu, o ayrı; soylu ve/veya yönetici evlilikleri farklı bir olay elbet, herhangi bir çağ veya coğrafyada prensle evlenip de saraya taşınmayan biri olduğunu sanmıyorum (Bir tek Fatih, İstanbul'a taşındıktan sonra bile Edirne'de kalmaya devam eden Sitti Mükrime Hatun var ama o da Edirne'deki saraydaydı). Hah, yani şunu diyorum: Bu takı töreni, gelin ve damadın birlikte eve çıkmasından gelinin damadın ailesinin evine taşınmasına dönüştüğünde işlevini büyük oranda yitirdi ve sonuç olarak gayret kuşağı (Gelinin taktığı ve günümüzde saçma sapan şekilde bekaretle ilişkilendirilen kırmızı kuşak; bu arada bu kırmızı kuşak, Uzakdoğuluların "kırmızı kader ipliği" ile doğrudan ilişkili, nişan yüzüğüne kurdele takmak ve açılışlarda kurdele kesmek de hem gayret kuşağı hem kaderin kırmızı ipliği hem de birbirleriyle bağlantılı.) ve birçok başka aşınmış, sadece hatıralar sayesinde ayakta durabilen, bir kısmı gereksiz hale gelmiş, bir kısmı aslında hâlâ işlevsel ama öz işlevi unutulmuş olduğundan sıkıntı çıkaran düğün âdetleri ile aynı kaderi paylaştı. Bak mesela günümüzde her şey gibi yozlaşmış, dahası artık gerçekten gereksiz hale gelmiş başlık parasının da ortaya çıkış sebeplerinden biri budur (Daha çok kızın ailesini ilgilendiren birkaç ek sebep daha var). Bak "çeyiz sergileme" olayı da başlık parasıyla birebir aynı sebeplere dayalı olarak ortaya çıkmıştır ama onda esas aktör kızın değil oğlanın ailesidir. Takı töreni zaten Türklere, Anadolu'ya ve/veya Ortadoğu'ya özgü değildir, hemen hemen bütün kültürlerde olan "düğün hediyesi" olayının geliştirilmiş ve genişletilmiş şeklidir sadece; bu da temelde göçebe hayat ve yerleşik hayatın farklılıklarından kaynaklanan zorunlu bir değişimdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder