Türkçede en sevdiğim kelimelerden ikisi de kaplumbağa ve tosbağa. Yalnız nedenine geçmeden önce: Bu iki kelime eşanlamlı değildir. Tosbağa, özel olarak kara kaplumbağalarını belirtir, hatta günümüz Türkiye Türkçesinde zaman zaman sadece mahmuzlu Akdeniz kaplumbağasını (Testudo graeca) belirtir. Ha bu durumun sebebi ülkenin iki kara kaplumbağası türünden yaygın olanın bu olması ve diğerinin (Testudo hermanni) Türkçe adı olan Trakya tosbağasından da anlaşıldığı gibi sadece Trakya'da bulunması da olabilir. Kaplumbağa ise kara kaplumbağası, su kaplumbağası, yumuşak kabuklu kaplumbağa ve deniz kaplumbağalarını genel olarak belirtir. Bu konuyu aştıysak, neden bu iki ilk bakışta pek bir şeye benzemeyen kelime en sevdiklerimden? Çünkü etimoloji. Bağa, "kabuk" demektir ("Kabuk bağlamak" ifadesiyle aynı mantıkla "bağ" kökünden), esasen genel olarak "kabuk" demek olsa da sonradan sadece kaplumbağa kabuğu anlamında da kullanılmış, kimi vakit anlamı "su ve deniz kaplumbağası kabuğu"na dek düşmüştür. Kaplumbağa, çok basit bir mantıkla kaplu (kaplı)+kaynaştırma harfi M+bağa şeklinde oluşan bir kelimedir (birkaç kez art arda hızlıca "kaplubağa" demeye çalışın, neden kaynaştırma harfi gerektiğini ve o harfin neden M olduğunu anlarsınız); yani "kabukla kaplı" demektir. Yani hayvana isim vermek yerine doğrudan gözünde canlandıracağın bir tanımlamadır. Tosbağa kelimesini ise -büyük ihtimalle doğru olan ikincisi olsa da- iki şekilde düşünebiliriz: Biri "tozbağa"dan "tosbağa"ya dönüşüm. Buradaki toz, "toz toprak"taki toz değildir; kılıf, kaplama anlamına gelir ki özellikle okçulukta ağaç kabuğuyla kaplanan yayların kaplamaları için kullanılan bir terimdir. Mesela Moğol yayları çoğunlukla huş ağacı tozluydu, Osmanlı menzil yaylarının (eskiden kalma orijinal olanların ki birçokları bugünün en usta okçuları tarafından bile gerilemeyecek librelerdedir) büyük kısmı ise kayın tozludur. Yani bu da "Kabukla kaplı, kabukla kılıflanmış" anlamında bir tanımlamadır. Daha büyük ihtimal olan ikincisi ise: "Tos" sözünün esas anlamı. Mesela "Tosun"un da kökenidir bu "Tos." Tos; esasen sağlam, güçlü ve kimi zaman da sert veya yapılı demektir. (Yapılı çocuklara tosun denmesi bağlantısı da buradan) Yani tosbağayı günümüz Türkiye Türkçesine çevirmek istediğimizde elimizde "Sağlam kabuk, güçlü kabuk, sert kabuk" gibi çeviri olur. Bakın, bu iki kelime hayran olunmayacak gibi mi? Kaplumbağa ve tosbağa, hayvanın adı değil, niteliğidir, şeklidir; bu yıllarca bu şekilde adı olarak kalmıştır. Bu arada kurbağanın "bağa"sı da o kabuk anlamındaki bağa ama oradaki "kur" nedir tam çözemedim. Araştırdım, benim gibi dilbilimciler de çözememiş ve benim gibi "kurubağa" yani "kuru kabuklu, kabuğu kurumuş" fikri üzerinde durmuşlar. Bu arada "Bağa"nın* bir anlamı da kurbağaymış, yani kurbağa bağadan değil bağa kurbağadan türemiş muhtemelen. Ama sonra kurbağa için illaki "bağa"ya ihtiyaç oluyor. Bakın, gördünüz mü şu dil döngüsünün muhteşemliğini?
*Daha doğrusu o dönem dilinde Báka'nın. Evet, Eski Türkçe'de uzun harfler vardı; her ne kadar Orhun Harfleri'nin yazıya geçirildiği sırada çoktan kaybolmuş olsalar da. "Ad" dediğimiz kelimenin aslı Át'tır mesela; uzun harfin sonrası yumuşamış zaman içinde ve böylece "Türkçe kelimeler yumuşak sessizle bitmez" kuralını yıkan bir sürü kelime oluşmuş (Ama şimdi "Say ulan onları" derseniz sayamam, orası ayrı). Bu arada Türkçede şu, şu sesler (V, F, H falan) yoktur bilgisi de Orhun Alfabesinde bu sesleri gösterecek tamga bulunmamasından kaynaklı. Aslında Orhun Alfabesinde C için de bir tamga yok ama Alp er Tunga sagusundan kaynaklı herhalde kimse C'ye yokluk atfetmiyor. Ha tabii kelime köklerine vs. baktığımızda o seslerin gerçekten Türkçede olmadığını, sadece dönüşerek (V'nin neredeyse tamamen B'den, F'nin neredeyse tamamen P'den) ya da yabancı dilden geçme sözcüklerle geldiğini görüyoruz ama bilginin temel kaynağı Orhun Alfabesi. Bu arada o zamanın Türkçesinde aslında sert F (Fıstıkçı Şahap'ın F'si) yoktu ama yumuşak F (Üflerken çıkardığımız ve "üflemek" kelimesinde kullandığımız, daha doğrusu kullanmamız gereken, bizimkinden başka sadece Japoncada bulunduğunu gördüğüm, gerçi artık -ağız, şive, lehçe fark etmeksizin- Türkçenin her halinde neredeyse tamamen kaybolmuş olan ses) vardı.
Bu arada bu yıldız imi işine iyi alıştım ben, bunları normalde parantez içine yazdığım ama başlı başına ayrı bir paragraf uzunluğunda olduğundan (Şekil 1-A) insanı konudan koparan şeylerde kullanıyorum.
Arifureta izliyorum, tabii Tate no Yuusha bende "karanlık isekai" temasına karşı önyargı oluşturduğu için bütün bölümleri midem bulana bulana izliyorum. Bu arada ~DİKKAT! HAMEFURA'YI İZLEMEK İSTEYENLER İÇİN AĞIR SÜRPRİZKAÇIRAN (Bunu kullanmaya karar verdim) GELİYOR!~ Hamefura 10. bölümde eğlenceli seriden "karanlık isekai" kısmına giriş yaptı ama o mide bulantısı oluşturmuyor. Bende mide bulantısı oluşturan acaba "karanlık isekai" olayı değil de ihanet teması mı merak etmeye başladım. ~HAMEFURA SÜRPRİZKAÇIRANI BİTTİ~ Hah, neyse, yalnız bu serinin ranobesini yazan ne yapmış lan? Ranobe yazıyorum diye bildiğim mitoloji kurmuş herif ki aslında bu sevdiğim bir üsluptur. Daha önce de hikayede detay sevdiğimi söylemiştim. Yalnız sen başta "Bu dünyada sadece üç ırk var" bilgisini verirsen sonra vampirdir, ejderdoğandır yeni ırklar uyduramazsın! Onları o üç ırk içerisinde göstermen gerekir. Wiki'de her şey iyice karmaşık zaten, "Tanrı soyundan vampir" diye şeyler var, ortalık Yunan mitolojisinden beter hale gelmiş. Ana karakterin eşlerine baktığımızda da bunu daha net görebiliyoruz, Aiko-sensei ne alaka lan? Gerçi onunla evlenmesine Sonobe'yle evlenmemesine şaşırdığım kadar şaşırmadığımı da itiraf edeyim; ilk kez sınıf öğretmeniyle münasebet kuran harem anakarakteri görmüyorum sonuçta. Şimdi düşündüm de şaşırtıcı derecede fazla onlar, ilk aklıma gelen Yuiga Nariyuki. Bu arada ~SÜRPRİZKAÇIRAN (Eeeh, yeter ulan, her seferinde bunu yazamam ben; başka alternatif lazım)~ "Aiko-sensei ne lan?" dedikten sonra bölüme devam edip Hajime x Aiko öpüşmesi görmem de birtakım güçlerin bana "Bir sus ulan, her şeye karışma" deme yöntemi bence. Gerçi öpüşmeden ziyade kutsal su aktarımıydı ama kutsal suyu direkt ağzına da dökebilirdi, onu engelleyecek bir şey yoktu. Ranobede, mangada belki vardır, animede yoktu. ~SÜRPRİZKAÇIRAN BİTTİ. ZATEN PARAGRAF DA BİTTİ.~
Bir iş için çarşıya çıktım, belediye binası mı ne olduğunu tam olarak hatırlamadığım bir binanın önünde bir çeşit boşluk var; işte platform gibi bir şey, motorcular park yeri olarak kullanıyor falan. Ortasına bir tane bey heykeli dikmişler, büyük ihtimalle Karesi Bey ama kim olduğuna dair bir yazı vs. yoktu. Bu arada Karesi Bey diye biri yoktu. Hemen itiraz etmeyin len, tongaya düştünüz işte: Tabii ki vardı ama adı Karesi değildi. Kara İsa'ydı, söylemesi zor olduğu için Karesi (hatta ilk dönemler Karasi) deyip geçilmiş. Bu arada oradaki "Kara" lakap olabilir ama doğrudan ismin parçası da olabilir, eskiden "Kara" kelimesi gayet bir isim olarak kullanılıyordu. Yok, Kara lakabıymış, ismi doğrudan İsa'ymış. Hah, o heykel hakkında bir eleştirim var: Elindeki kılıcın eğriliğiyle belindeki kının eğriliği özdeş değil. O kılıcı o kına sokamazsın, ya kırılır ya da yarısı dışarıda kalır. Ne? Siz ne zannetmiştiniz ki?
Bu arada Railgun S'in yorumlarında gördüğüm bir şey üzerinden herkese seslenmek istiyorum: Doğru düzgün, olması gereken sırayla izleyin şu aq animelerini! İndex'in 1. sezonunu izlemeden Railgun'ı izleme işte, sonra "Accelerator kim lan?" diye kalıyorsunuz. İşte o yüzden "Kronolojik sıralama" siki saçmalık, kronolojik sırayla izlemen gerekse kronolojik sırayla çıkarırlardı. Bu arada bu konudan en çok nasibini alan Monogatari serisinin kronolojik sıralaması olarak gösterilen şey de doğru değil. Olayların yaşanış sırası evet öyle ama o kısımda yazar "Zaten evreni tanıyorlar, olayı ve karakterleri biliyorlar" muamelesiyle anlatıyor -ki ben olsam ben de öyle yapardım- siz de "Daha iyi anlayacağım, kronolojik" derken hiçbir halt anlamayıp animenin çöp olduğuna karar veriyorsunuz. Oysaki Araragi'nin ağzından yazan yazar zaten olayları Bakemonogatari'den itibaren anlatmaya başlıyor, devamlı "O altın haftadan beri" muhabbeti geçiyor, Kizumonogatari de zaten "Hep merak ediyordunuz Altın Hafta'da ne oldu, Shinobu gerçekte kim falan, anlatayım madem, zaten başka işim yok" gibi bir tavırla, Araragi ve diğerlerini son bıraktığımız durumdan başlıyor ve Kizumonogatari boyunca karakterlerin son durumdaki bilgisi ve halini gözler önüne süren anlatıcı cümleleri kuruluyor. Yani anı anlatılıyor aslında, yaşandığı sırada anlatılmıyor o olay, çok sonra anlatılıyor; yani kronolojik olarak Kizumonogatari en önde değil gerçekten de en sonda. Anlatıcı da genelde olduğu gibi Araragi, sadece birkaç yerde Kanbaru ve Hanekawa'nın ağzından yazılan kısımlar vardı yanlış hatırlamıyorsam. Karen veya Tsukihi'nin ağzından bir kısım olma ihtimali de var. Bu arada "Birkaç yerde" derken Kizumonogatari'yi değil Monogatari serisinin genelini, tümünü kastediyorum. Neyse, böyle olduğu için de haliyle sen doğru düzgün sıralamayla izlemeyip Kizumonogatari'den başlayınca gereksiz ve katiyen anlayamadığın sürprizkaçıranlar yemiş oluyorsun, sonra Bakemonogatari'den Nisemonogatari'yi takip edince "E ama hani böyleydi? Burada şöyle? Mantık hatası!" diye saçmalıyorsun. O çıkış sırası zevkten, fanteziden dolayı konulmuyor, kronolojik sırayla kitap/anime çıkarılmamasının sebepleri var aq. Şu aq şeylerini doğru düzgün bir sırayla izleyin. Hatta "yanlışlıkla" ikinci sezondan başlayanlar var ki onlara da iyice kafam girsin, hiç mi "Lan kimseyi tanımıyorum, hiçbir şey anlamıyorum" olmadınız da "Bunun öncesi falan mı var ki?" demediniz? Ben şahsen gayet tek sezon olan bazı serilerde bile o hisse kapılıyorum. Gintama'ya 2015'ten başlamak ne ulan? Türkanime'nin "Önceki hikaye-sonraki hikaye" kısmına güvenmeyin bu arada; bazen kronolojik bazen çıkış sırasıyla koyuluyor, bazen hiç koyulmuyor. Kimi zaman da site kafayı yediği için koyulduğu halde gözükmüyor. Mesela onu takip etseniz Toaru serisinde önce İndex'i tamamlar, sonra Railgun'ı tamamlar ve muhtemelen To Aru Kagaku no Accelerator'ı izlemeye gerek bile görmezsiniz.
Bir grup adına karar vermek kadar nefret ettiğim az şey var. Herkesin sevdiği ve sevmediği şeyleri, o anki isteklerini vs. düşünmek zorundasın. İnanılmaz derecede kısıtlayıcı. Grup adına karar verdirtmeyin kardeşim bana, kendiniz verin kararı ben uyarım zaten. Hele grup çalışması var ki iyice tiksiniyorum. Beni öyle oligarşik bir yarı-karar mekanizması olarak arada bırakmayın, ya emir eri yapıp "Şunu, bunu yap" deyin ya da tek ve yetkili karar mercii yapın, kimseyi düşünmeden kafama göre karar vereyim.
Dil, yaşayan ve gelişen, değişen bir varlıktır. "E, geçen yazıda Date'e sövdün?" derseniz de: Bu değişim ve gelişim, o dilin ırzına geçilmediği ve zorlanmadan, kendiliğinden olduğu sürece makul ve makbuldür. Örneğin bugün dilimizde bulunan Arapça, Farsça veya Fransızca kökenli sözcüklerin hiçbiri "Havalı lan" diye düşünülerek dile alınmamıştır (Fransızcalar için belki biraz "havalı lan" düşüncesi hasıl olmuş olabilir), ya Türkçede tam olarak karşılığı olmadığından ya da halkların kaynaşması gibi şeylerle kendiliğinden dile geçmişlerdir. Örneğin dilimizdeki dini terimlerin çoğunun (peygamber, namaz ve oruç en basitinden) Arapça değil de Farsça kökenli olma sebebi Türklerin İslam'ı esasen Perslerden öğrenmesidir. Mesela "Nüans farkı" anlam hatası, "Nüans zaten fark demek" denir ama nüans aslında küçük ayrıntı, çok ufak farklar için kullanılır; mamutla fil arasında olan şey nüanstır, fareyle fil arasında olan şeyse farktır. O ikisi tamamen eşanlamlı olmadığından nüans dilimize girmiş ve yerleşmiştir. "Date" diye yabancı bir kelimeyi karşılığı (hem de iki farklı karşılığı) olduğu halde zorla tamamını Türkçe kurduğun cümle içine sokarsan bu dilin ırzına geçip dili katledip bir de dilin üstüne benzin döküp yakmakla aynı şeydir. Neyse: Kelimeler kaybolur, söylenişleri ve daha sonra yazılışları (İngilizcenin sorunu söylenişi değişen kelimeyi aynı şekilde yazmakta ısrar etmektir. Bugün "doğru telaffuz" dediğimiz sözcüklerin hemen hiçbiri Eski İngilizce'de o şekilde söylenmiyor. Knight mesela "Nayt" diye değil "Knist" gibi bir şekilde okunuyordu Eski İngilizcede.) veya anlamları değişir, yeni kelimeler ortaya çıkar (uydurulur, kendi kendine bir şekilde çıkar veya yabancı dilden alınır) falan. Bu upuzun girizgahı belli bir yere bağlamak için yaptım, şimdi esas konuya geçiyorum. İnternet, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de birçok alt-kültür oluşumuna sebebiyet verdi. Örneğin Ekşi Sözlük'ün kuruluşuyla başlayıp İnci Sözlük'le (Daha önce bahsettiğim "Orijinal İnci Sözlük" ile, o ölünce yerine geçen Yossi Sözlük'le değil) zirve noktasına ulaşan ve kendi içinde bile farklı alt-kültürlere ayrılan "Sözlük kültürü" gibi. Elbette bunlar, Türkçede birçok yeni deyim ve kalıbın oluşumuna da yol açtı; şahsen ben TDK olsam bunları "deyimler sözlüğü"ne eklerdim. En basitinden sözlük kültürüyle başladık hadi, "Özet geç piç" mesela. Ya da bu çok sert olduysa "Yemin edebilirim ama kanıtlayamam." Bunlar güzel şeylerdir, Türkçenin ırzına geçmezler ve kabul görmüşlerdir. Bu arada buradan adını Türkçenin ırzına geçmeden de yabancı kelime kullanılabileceğini kanıtlayarak koymuş olan Zaytung'a bir alkış. (Almanca gazete demek olan Zeitung'dan geliyor ismi. Gerçi direkt -bak, dilin ırzına geçmeyen İngilizce kökenli bir kelime- Zeitung koysalar da pek dilin ırzına geçmezmiş, şimdi fark ettim.)
Bu arada Komi-san'ın mangasının (sanki mangadan başka versiyonu var aq, lafa bak) son bölümünde Türkçeye çeviren çevirmene buradan saygılarımı sunmak istiyorum; gerçi zaten yorumlarda eleştiri vs. yapılmamış ama ben yine de buradan kendisine saygılarımı sunmak istiyorum. Zira gyaru bir karakter (terim bu, Türkçesi yok, gidin araştırın. "E, dilin ırzına geçmek?" derseniz de bir önceki yazıda terimlerden bahsettiğim kısma alalım sizi ki zaten yazıldığı gibi okunuyor. Gerçi Gya kısmı her ne kadar yazıldığı gibi okunsa da Türkçe için biraz fazla iç içe geçmiş okunuyor ama orası önemli değil) var ve (bütün gyarular gibi) muhtemelen Japoncayı katlederek konuşuyor. Ya da Japoncayı katletmese bile İngilizce kelime sokuşturuyor, kelimeleri eğip büküyor, kelimeleri yanlış anlamda kullanıyor vs. Yani özetle bizde birkaç yıl önce "Iııy tiki konuşması" denilerek gömülen ama son zamanlarda daha yumuşak bir versiyonunun Sentüpçüler (Al sana Youtuber'ın Türkçesi. TDK sen seversin, al kullan; telif falan istemem) falan (bu arada bu sözü söylerken ekseriyetle filan der, yazarken tam tersi bir tavır takınırım; neden acaba? Hayır çünkü "filan yanlış, falan doğru" gibi bir durum da yok ki bu kelimede? İkisi de doğru, o zaman bu ucube tavrın sebebi nedir?) tarafından "havalı konuşma, modern konuşma" diye kullanıp övülmeye ya da en azından umursanmamaya, "ne olacak ki?" denmeye başlanan (ki bence tiki ağzı çok daha iyiydi, en azından katliam "ağız" seviyesindeydi, garip kırma bir lehçe seviyesinde değil) bir dille konuşuyor (Zaten gyaruyla tiki arasında aslında o kadar da büyük bir fark yok). İngilizce çevirmen de tabii buna göre bir çeviri yapmak zorunda. Çevirmen de saygılarımı tam burada kazanıyor: Halihazırda katledilmiş bir dilin aynı şekilde yapılması gereken ve İngilizce çevirmenler bizimkiler gibi "Gönüllü işi bu, beğenmiyorsan kendin yap" kafasında olmadığı için muhtemelen yapılması gereken gibi İngilizceyi de katlederek yapılmış çevirisini bir de Türkçeye çevirmek için elinden geleni yapmış. Bazen "E, ne var bunda? Açıklama ne alaka?" gibi hissettiren cümleler var ama çeviren ben olsaydım daha iyisini yapamazdım muhtemelen, haliyle buradan bir kez daha (kaç kez oldu lan paragrafın başından beri? Dur bir sayayım. Üçmüş ya, çok değil. Yok, tekrar saydım dörtmüş.) saygılarımı sunuyorum. Katledilmiş bir dili çevirmek zor ama onun çevirisini çevirmek takdir edersiniz ki çok daha zor.
Evren Çemberinin Ateşi'ni ("O ne lan?" derseniz blogun masaüstü versiyonunda arama kutucuğu var) tamamlamadım. Yok, tamamlayamadım değil; çeşitli sebeplerden tamamlamadım ama fark etmez, yayınlayacağım onu. Şu anki haliyle bile Kara Kanatlı Gezgin'den daha tatmin edici. Gerçi Kara Kanatlı Gezgin'i zaten detaylı bir öykü olarak düşünmemiştim.
Bu arada blogun adını değiştirmek istiyorum, "Öylesine, Bildiğin Blog" gibi bir şey yapmak istiyorum ama (sanki bir milyon kişi okuyormuş gibi) tekrar bulunamayacağından korkuyorum. Acaba şu "Eski Ad" parantezini bir süre korusam da daha sonra mı kaldırsam? Öyle yapayım, aynen.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder