Geçenki yazı (Hani başlığı "Bir Türlü Yayınlanamayan Yazı" olan) nasıl yayınlamamın üstünden bir saat bile geçmeden 2 okuma aldı la, pusuda mı bekliyordunuz? Hayır çoğu yazıyı zaten ikiden fazla kişi okumuyor, o yüzden diyorum. Neyse, başka bir şeyden bahsedeceğim... Yani, başka bir şeylerden, tek bir konu üstüne yazı yazmak için yeterince konu kalmadı artık. Ha kaldı tabii de benim ilgim veya bilgim dahilinde kalmadı.
Su maymuncuğu diye bir şey vardı zamanında, ben ilkokula giderken çıktı bunlar; sonra ara ara tekrar bir hatırlanır, popüler olur, sonra unutulurdu. En son bir yasaklandı, ondan sonra daha da hatırlanıp popülerleşmedi. Neydi o şeylerin asıl isimleri? Herkes su maymuncuğu diyordu ama başka bir ismi vardı onun... Hah, orbeez imiş. Ama bu ismi de bilmiyorduk biz, başka bir isim biliyorduk esas olarak, neydi ki o? Neyse. Bunlar böyle suya atılınca şişen ve bir süre sonra bölünüp "çoğalan" toplardı, millet bunları bayağı evcil hayvan gibi beslerdi. Pet şişede, tabii. Renkli olanlarıyla renksiz olanları vardı, renklilerin de bazısı kısa sürede rengini kaybederdi. Millet "Bunlar canlı değil la" diyenlerle "Nasıl ürüyor o zaman abicim, bana bunun cevabını ver?" diyenler diye ikiye ayrılmıştı, sokak ortasında birbirlerini su tabancasıyla vururlardı falan, tabii. Eskinin sağ-sol kavgası gibi bizim zamanımızda da canlı-cansız kavgası vardı. Kavgalı ve su tabancalı olan cümleler şaka bu arada, su maymuncuğunu hatırlayanlar "Nasıl bir yerde geçirdin lan sen çocukluğunu?" demesin. Bu su maymuncuklarını ben epey severdim aslında, yani... Suyla ilgili birçok şeyi seviyorum, canlı olmadıklarını bilsem de onlara evcil hayvan muamelesi yapanlardandım ben de. Herkes öyle yapıyordu zaten. Benim maymunum daha büyük, benimki daha renkli diye hava atılırdı, öyle bir şeydi onlar. Bu arada şimdi biri evime bir paket gönderse küçük bir kaba koyup akvaryum gibi bir şey yaparım, hâlâ evcil hayvan olayı devam ediyor bende. Tabii benim baba tarafından aile durumumla ilgili biraz: Bibere ip bağlayıp gezdirmek gibi şeyler yapan çocuklardık biz, o yüzden de pek az şeyi garip buluyoruz. En azından ben öyle bir duruma geldim ve suçu genelleştirmeye çalışıyorum. Aslında internette falan hâlâ satılıyor, alıp kendilerine akvaryum kurmayı düşünmüyor değilim. Orbeez'e akvaryum kuran ilk insan olma ihtimalim de var tabii ama yapacak bir şey yok. Aslında bu su maymuncuklarını hatırlayan çok fazla kişi olup olmadığını da merak ediyorum, çoğu kişi için Eti Puf'un eski paketinden çok daha önemsiz bir hatıra. Eti Puf'un eski paketi de aslında kısa süre önce değişti, yani baktığında o kadar da eski değil ama çoğu kişi büyüdükçe daha az Eti Puf yemeye başladığı için o bir nostalji nesnesi haline geliyor. O değil de 2011'de değişmiş o paket, 9 sene önce, oha. Hatırladığımdan çok daha eski bir zamanda, ben iki sene falan önce değişti sanıyordum. Peki Eti Puf paketinin olayı nedir? Şöyle: Eti Puf'ların eski paketleri öyle kolayca açılamazdı, bıçakla yırtanlar, bu uğurda tırnağından olanlar vardı. Bazısı "Yok arkadaş, usulüne uygun olarak açacağım" deyip hem Eti Puf'u haşat eder hem de günlerce Eti Puf'u yiyemezdi, öyle bir paketti o. Açması Babil'in Kapısı'nı açmaktan zordu. Hayır ikisini de yaptım, oradan biliyorum. Bu uğurda kafayı kırıp tımarhaneye yatırılan insanlar tanıyorum. Bir tanesi kendini kakaolu Eti Puf sanıyordu, hayır esmer de değildi ki bembeyaz insandı, bari Hindistancevizli ya da en azından Karışık falan sansaydı. İşte size bir soru: Eti Puf paketinden bahsettiğim kısımların ne kadarı şaka ne kadarı gerçek? Neden soruyorum, şu yüzden: İroni olduğu, senaryo olduğu her tarafından belli olan şeyleri ciddiye alan kişiler var, bunları özellikle de Youtube ve -ironik bir şekilde veya ilahi adalet, Tanrı'nın espri anlayışı gibi şeyler de diyebiliriz bu durum hakkında- Zaytung yorumlarında görürsünüz. Eti Puf'a devam edersek: Neyse işte, Eti Puf'un paketi öyle kolay kolay açılamazdı, kolayca açabilen (tabii usulünce kolayca açabilen, yoksa bıçağı eline alıp kesmeyi herkes biliyor) her yerde el üstünde tutulurdu, Afrika'daki bazı kabilelerde bu şekilde kabile şefi seçiyorlardı o zamanlar. "Bu insan Eti Puf paketini açabiliyorsa her türlü çileyi çekmeye hazırdır, aslan sürüsünü tek başına yener." denirdi, tabii. Müritlerine karanlık odada Eti Puf paketi açtırıp sonra o Eti Puf'u yedirtmemek usulüyle nefislerini terbiye eden tarikatlar vardı. Hindistan'da "Sadece Eti Puf paketini sinirlenmeden, usulüne uygun olarak açanlar nirvanaya varabilir." denirdi, öyle bir şeydi o paket. Onu Puf'u mahvetmeden, paketi ezmeden açabilmek statü göstergeseydi. O zamanlar hürmet görürdü Eti Puf.
Slime Datta Ken'in yeni OVA'sı çıkmış, izledim ve bu ranobe hakkında önemli bir şeyi hatırladım: Sadece animeyi izleyenlerin ikinci sezonda göreceği üzere birtakım ciddiyet unsurları olsa da karanlık temasına sahip olmamasına ve genel anlamda eğlenceli bir hikaye olmasına rağmen, "karanlık" temasına sahip Tate no Yuusha'dan çok daha fazla şerefsiz içeriyor. O şerefsizlerin de büyük bölümü ikinci sezonda çıkacak, sadece bir ipucu: Bazılarını şimdiden gördük bile. Karanlık temasına sahip olan Tate no Yuusha'da Malty ve başrahip gibi birkaç tane şerefsiz vardı sadece, ha halk ve diğer üç kahraman herife kötü davranıyordu ama şerefsizliklerinden değil mallıklarından kaynaklanıyordu o durum. Bu arada Tate no Yuusha travma gibi bir şey oluşturdu bende, o zamandan beri "karanlık isekai" temasına bir önyargım var, fobi gibi bir şey oldu ama kimse korkmadı. (Ölüm gibi bir şey'le başlayan dizeyi aparıp değiştirmeye çalıştım da pek olmadı gibi) Konuya dönersek: Slime Datta Ken'de ise ciddi anlamda her yer şerefsiz kaynıyor. Ha bu arada köye dönüşü ikinci sezonun başı yapmak yerine birinci sezonun sonu yapmayan stüdyoya da kafam girsin, o köpekbalığı olayını çıkarıp bununla bitirseydiniz ya? İkinci sezonu izlemeyecek olanların en az yarısı izlerdi köye dönüşle bitseydi. Köpekbalığı olayı zaten ranobe'de bile yok ama fill* değil. Sebep? Çünkü mangada var. Hayır neden spo vermemeye çalışıyorum onu da anlamadım, aslında umurumda falan olmazdı; eh, zaten yaptığınız seçim nedeniyle asıl olayın başladığı ikinci sezonu birinci sezonu izleyenlerden daha az kişi izleyecek. (Bir şeyin birinci sezonunu bitirip 2. sezonu çıkınca izlememe tribi diye bir şey var, bir sürü farklı sebebi olabiliyor. Gurur duymuyorum ama ben de yaptım bunu.)
*Filler'ı böyle dile geçirdim. Uğraştırmayın beni çeviriyle falan, TDK doğru düzgün bir karşılık bulursa onu kullanırım. "Doldurma bölüm" şeklindeki o iğrenç ötesi düz mantık çeviriyle gelmeyin bana. Gerçi filler'a halihazırda fiil ya da fill diyenler var zaten, sadece üstüne kondum. O değil bunu yapmaya devam edersem bir süre sonra ülkenin kalanından ayrı yeni bir Türkçe şivesi (Araştırma konumuz: Ağız, şive ve lehçe) konuşmaya başlayacağım: Fill, yazıresim, spo... E, kendime ait alfabem de olduğuna göre... Ne oluyor lan burada? Yalnız spoiler'ı spo diye kısaltıp dile geçirmekten çok da emin değilim, spoil de diyebilirim. Sondaki -er kısmını atınca çözülüyor gibi düşünmüyorum ama spoylır mesela, bak, ne kadar iğrenç durdu? Spoilır daha da iğrenç duruyor. O -er'i atmayıp da -ır yapınca iğrenç duruyor, o yüzden -er kısmını atıp duruyorum. Spoiler için halihazırda "sürprizkaçıran" diye aslında anlamı gayet güzel karşılayan bir çeviri var ama yazıp söylemesi acayip zor olduğu için pek hoşlanmıyorum kendisinden. Aslında kelimenin etimolojisine baktım, "tatkaçıran" uygun bir çeviri ama anlamı sakatlıyor bu sefer de. Neyse, onu bir ara düşünürüm... Muhtemelen.
Bayağı yediuyur (Glis glis) diye bir hayvan var, kendisi sevdiğim bir hayvancağızdır. Gerçi ben hasancık olarak da bilinen orman yediuyurunu (Dryomys nitedula) daha hoş buluyorum ama bayağı yediuyuru da severiz yani, sorun yok. Bu bayağı yediuyurun İngilizce adı "Edible dormouse." Birebir çevirisi? "Yenilebilir fındıkfaresi" ya da "Yenilebilir yediuyur" Buyur? "Niye böyle demişler lan buna?" diye bir araştırdım, gayet geçerli bir sebebi varmış: Roma ordusu savaşa giderken kafesler içinde bayağı yediuyur taşırmış, acıkınca yemek için. Cevizle besliyorlarmış yolda yediuyurları. Tabii bu beni o kadar da şaşırtmadı aslında, birkaç sebepten: Birinci olarak zaten Avrupa kültüründe Ortaçağ'da kirpi ve fındıkfaresi (Muscardinus avellanarius) yenildiğini biliyordum, ikinci olarak: Yanında acıkınca kesip yemek için hayvan taşımak Roma ordusuna özgü bir durum değil. Osmanlı ve Selçuklu geleneğinde ordunun peşi sıra takip eden koyun sürüsü vardı, hatta Karacahisar'ın fethi sırasında düşman ordusuna boynuzuna ışıldak (meşale gibi bir şey herhalde) takılmış keçilerin gönderilip kafalarının karıştırıldığına dair bir hikaye var (Tabii bu hikayenin doğruluğu bilinmiyor ama hikayenin ilk kez yazıya geçirildiği II. Abdülhamid zamanında savaş alanında keçi olması kimseye garip gelmemiş, o yüzden anlattım). Moğollar çok aç kalınca atlarının boynuna kesik atıp kanlarını içtikleri gibi yanlarında bineklik değil etlik at da taşırlardı (Orta Asya geleneğinde binek atlarının eti asla yenmemiştir, eti yenen atlar yabani olanlar veya özel olarak eti için yetiştirilenlerdi). Yani özetle şunu diyorum: O zamanlar bir ordunun yanında erzak olarak canlı hayvan taşıması son derece normaldi, ben de bunu bildiğim için bu durumu çok garipsemedim.
Hint mutfağı konusunda düşünürken aklıma hiç domuz eti içeren Hint yemeği bilmediğim geldi. Budizm ve Hinduizm'in yaygınlığı ve yıllarca süren hakimiyeti nedeniyle sığır eti içeren Hint yemeği olmaması gayet doğal ama bu konuda "Müslüman Hintliler tamam ama diğer inançlardan olanlar da domuz eti yemiyor mu acaba?" diye düşündüm bir. Sonuçta domuz eti yememek İslam'a özgü bir durum değil; Museviler de yemiyor, İslam'dan önce de Türk kültüründe "pis ve lanetli" bulunup yenmezdi (ama bu Tengricilikle ilgili dini bir kural değildi, daha çok toplumsal bir olaydı), erken dönem Hristiyan mezheplerinin bazıları da yememeye gayret ediyordu falan. Kelt kültüründe de yenmezmiş, ta 19. yüzyıla kadar İskoç dağlıları hâlâ yemiyormuş. O yüzden Hintliler kültürel sebeplerden yemiyor olabilirler ya da Babürşahlar zamanında yasaklanıp bir daha da tüketilmemiş olabilir, diye düşündüm; araştırdım. Evet, kültürel olarak pis bulunduğu için gayrimüslimler de dahil olmak üzere domuz eti tüketmiyorlarmış. Gerçi Hint mutfağını genel anlamda düşünmeyip yerel Hint dinlerinin yeme içme kurallarına bakarsak keçi ve koyun kurban eden de var, tamamen veganlığı emreden de. Beyaz ete izin verilip kırmızı ete izin verilmeyen inançlar da var ki Hint mutfağındaki etli yemeklerin tamamına yakınının tavuk etinden yapılma sebebi bu. Neyse, bunu da öğrenmiş olduk.
Bazı tabelalar var ki bir milletin yabancı dille olan mücadelesini gözler önüne seriyor. Bunu deyince de aklıma Umut Sarıkaya'nın şu karikatürü geldi:
Neden bahsettiğimi anlatmadan pat diye lafa girince: Toplumca muzdarip olduğumuz çeviri hatalarından bahsediyorum. Yok hayır, kastettiğim Ekşi'deki "İngilizce konuşurken yapılmış en büyük salaklık" türevi şeyler değil. Chicken translate ile başlayıp en son "İtiniz (Your dog)" ile noktalanan olaydan bahsediyorum. Acaba daha neler göreceğiz, sen aklıma mukayyet ol Ya Rabbim. Bak şimdi, ben de İngilizcesi çok iyi bir insan değilim. Biraz düşündükten sonra cümle kurabiliyor ya da kavramlarla, terimlerle doldurulmamış bir metnin neyden bahsettiğini aşağı yukarı anlayabiliyor olsam da asla İngilizcemin iyi olduğunu iddia etmedim, hatta sık sık hiç İngilizce bilmediğimi iddia ettim. Eh, İngilizcenin bir sürü saçmalıkla dolu olduğu da aşikar ki ona birazdan geleceğim. Yalnız arkadaş... Bu çevirileri yapmak için İngilizce bilmemek yeterli bir bahane değil, Türkçe de dahil olmak üzere hiçbir dil bilmiyor olmak lazım bu çevirileri yapmak için. Bak Yiğit Özgür'ün tam da bu konuya parmak basan bir karikatürü var:
Hah, İngilizcenin saçmalıklarını düşünürken (yok, yanlış oldu; başka bir şey düşünürken konu oraya geldi) saça da vücut kılına da "hair" dediklerini hatırladım. Gerçi bunun bir sürü kültürel sebebi olabilir, dolayısıyla İngilizcenin saçmalıkları arasında saymam. Ha ama "Ulan saçla vücut kılını ayırmadınız da sakalı niye ayırdınız?" deme hakkımı saklı tutuyorum. Neyse, saç-kıl ayrımı yapmak ya da aynı kelimeyle ifade etmek... İkisi de çok da mantıksız seçimler değiller, o yüzden öyle. Ben biraz daha düşündüm tabii ama şu an burada yazasım yok.
Neyse, şunu yayınlayayım artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder