Ne zaman "Nekomimi bir karakterin sevimliliğini otomatik olarak artırır" ya da "Hayvan kulağı olup sevimli olmayan karakter yoktur" diyecek olsam (çünkü aslında kural budur, o karakterin kedi kulağı tam olarak daha sevimli olması için vardır, başka bir sebepten değil) Gintama'daki Catherine aklıma geliyor, lafım ağzıma tıkanıyor. Goril-sensei tam olarak o sebepten çizmiştir bence zaten Catherine'i, çünkü neden? Çünkü Gintama. Bu konudan bahsedilen bir bölüm bile vardı bak, şimdi hatırladım.
Yalnız şimdi aklıma geldi de Asoiaf geçmişinde ("Lore" Her gün elli bin tane yeni terim çıkıyor, çevir hepsini çevirebilirsen. "Lor" diye dile de geçiremezsin, peynirle karışır. Lôr yazmak ise söz konusu bile değil çünkü TDK denen garabet yuvası şapkayı kaldırmadan önce bile Ô diye bir harf Türkçede yoktu, bence olması lazımdı tabii ama neyse) Shiera Seastar* diye bir karakter var, şöyle bir bilgi var kaynakçada: "Güzelliğinin tek kusurunun farklı renklerdeki gözleri olduğu söylenir." Biri yeşil öbürü maviymiş. Şimdi... Kusur derken? Hayır çünkü ikisi farklı renkteki gözler hem çizimlerde hem de gerçekte (daha doğrusu fotoğrafta) gayet hoş duruyor bence, bunun "kusur" olarak adlandırılmaması lazım. Ha "O Batıdiyar'ın güzellik standardı, sen takma" diyorsan tamam ama tuhaf yani. Eğer alışılmadık ve tuhaf bulunduğu için kusur olarak görülüyorsa niye Targaryenlerin başka kimsede olmayan gümüş saçlarını herkes övüp duruyor o zaman? Onu da kusurlu bulmaları lazım?
*Shiera Denizyıldızı? Bu Seastar lakap mı soyad mı? Soyadsa neden "piç soyadı" değil de böyle tuhaf bir soyadı var bunda? Brynden Nehir'in ne suçu vardı o zaman, ona da Bloodraven'ı soyad olarak vereydiniz madem? Bir de bu Brynden "Eski Tanrılar İnancı"ndaki en büyük günahlardan olan ensesti işleyip nasıl son büyük yeşilgören olabilmiş, onu da çözemedim; hâlâ eskilere inanıyor adam baktığında. Yarı-kardeşi olduğundan "O kadar da önemli değil" mi deniyor? Zaten Asoiaf'taki ensent kavramı da bir tuhaf: Bizim dünyamızın da büyük çoğunluğunda modern çağlara kadar kuzen ilişkileri ensest kabul edilmediği için, hatta bazı yerlerde hâlâ daha edilmediği için, Asoiaf'ta da öyle olması tuhaf değil** ama şu Tek-göz Jonnel'in evliliğini nereye koyacağız? Ya da Aeron Buharsaçlı'nın Victarion ve Asha'yı evlendirme planını? Gerçi Demirdoğumluların inancı, kültürü falan geri kalanlardan farklı, Codd Hanesi falan var onlarda, o yüzden Buharsaçlı doğru örnek olmayabilir, her halükarda elimizde Tek-göz Jonnel var lakin. Bunun sınırını nereye çektin yazar efendi? Gerçi kendisi de sınırın neresi olduğunu tam bilmiyordur muhtemelen, adama suç da atamıyorum, bir yerden sonra hikaye kendi kendini sürdürür ve tam işleyişini senin bile bilmediğin bir sürü tuhaf şeyle dolar.
**Zaten Avrupa kraliyetlerinin soyağacına baktığımızda alayının birbirinin kuzeni, yeğeni, hatta bazen kardeşi falan olduğunu görüyoruz. Bir de "Osmanlılar Türk değil, çoğunun anası yabancı" derler. Avrupa'da bildiğin Fransız kraliyet ailesinin İngiltere'ye taşınıp yönetmeye başlaması mevzusu var lan, hiçbir İngiliz de çıkıp "Bunlar İngiliz değil" demiyor? Tarihinin bir parçası ve İngiliz kraliyet ailelerinden biri olarak görüyorlar gayet. Şu anki Kraliçe Elizabeth de Alman mesela aslen, sadece o değil Hollanda, İspanya, İsveç kralları da Hannover dükü II. George'un soyundan geliyor? Hiçbir İspanyol çıkıp "Alman bunlar" diyor mu Allah aşkına?
Bu arada şu Osmanlı alfabesi vs. konusunda konuşmak istiyorum. Birinci olarak: Arap alfabesi kullanımı Türkçede doğrudan olmadı. Arapçada olmayan harflerin ikamesi için kullanılanlara ve yazım ile okuma kurallarına baktığımızda daha çok Fars alfabesi, onda da günümüzde konulmaya gerek duyulmamış nazal n için Nef (Kef-i Nuni, sağır kef) denen bir harf eklenmiş durumda. Öyle doğruca "Tamam hadi Arap alfabesini alıp kullanıyoruz" diye bir olay yok. İkincisi de sanki Orhun alfabesinden doğruca Arap alfabesine geçilmiş gibi bir algı var, oysaki Selçuklu alfabesi (Osmanlı alfabesi, Selçuklu alfabesi... Zaten Osmanlı deyince aklımıza gelen şeylerin neredeyse tamamı aslında ilk olarak Selçuklu'da ortaya çıkan şeyler, Osmanlı'nın alamet-i farikası olan, daha önce veya daha sonra hiçbir devlette bulunmayan yeniçeri ocağının bile ilkel bir versiyonu denebilecek bir kurum vardı Selçuklu'da) kullanıma girdiğinde Orhun alfabesini hatırlayan tek bir insan evladı yoktu. Orta Asya genelinde Uygur alfabesi kullanılıyordu, daha sonra Cengiz Han da danışmanlarına o alfabeyi uyarlatıp kullandı, günümüzde Geleneksel Moğol Alfabesi adıyla Moğolistan'da hâlâ kullanımda o alfabe. Uygur alfabesi dediğin şey ise Türkçeye Fars harflerine kıyasla öyle aman aman bir uygunluğu olmayan, zaten Soğdlardan alınıp uyarlanmış, haliyle Farsçaya daha uygun bir alfabeydi. Şimdi, sorum şu: Madem iki alfabe de Türkçeden ziyade Farsçaya daha uygun ve ikisi de doğrudan alınmak yerine uyarlanıp kullanılmış, ne bu yaygara? Tarihte Türkçe kadar farklı alfabeyle yazılmış az sayıda dil var zaten, Çinliler ta eskiden beri kendi harflerini kullanıyor, çoğu Avrupa dilinde ve Korecede "eski yazı/yeni yazı" var birer adet; Avrupa dilleri için "eski yazı" rünik alfabe (dilden dile fark ediyor tabii) ve "yeni yazı" da Latin alfabesi, Korece için de "eski yazı" Çin harfleri "yeni yazı" da hangeul. Japonca zaten hepten alfabe konusunda kafayı kırmış, Çin harflerini hâlâ daha kullanırken sadece belli başlı şeyleri yazmak için aslında o Çin harflerinin basitleştirilmiş versiyonları olan Hiragana ve Katakana'yı kullanıyorlar; dolayısıyla Japoncanın üç alfabesi varmış gibi görünüyor ama aslında üç formu olan tek bir alfabe o. Türkçeye dönersek: Orhun yazısından önce Yenisey yazısı vardı, araştırın bir Yenisey yazıtları diye. (Alfabe olarak Göktürk/Orhun diye geçer ama harfler benzese ve kökenlerinin aynı olduğuna itiraz edilemeyecek olsa da açıkça Orhun yazıtlarındaki harflerden farklıdır) Altın Elbiseli Adam'ın kalkanında Hun alfabesiyle "Hanın oğlu yirmi üçünde öldü" yazıyor mesela. İskit kurganlarında cümleler var lan! O zaman alfabeleri sayıyorum: İskit alfabesi, Hun alfabesi, Yenisey alfabesi, Orhun alfabesi, Hazar alfabesi (Evet, Hazar alfabesi diye bir şey var. Yanıldınız, kökeni İbrani harfleri değil, Orhun harfleri), Uygur alfabesi, Moğol alfabesi (Cengiz Han'ın ordusu tamamen Moğol değildi haliyle), Selçuklu/Osmanlı alfabesi (Fars alfabesi değil! Arap alfabesiyle zaten harflerin kökeni dışında hiçbir ilgisi yok. O zaman Uygur alfabesine de Soğd alfabesi diyelim, Moğol alfabesine Uygur alfabesi, Orhun alfabesine de çivi yazısı diyelim. Olur mu öyle?), Türkçe Latin Alfabesi (Buna da doğrudan Latin alfabesi demek gibi bir kazmalık var. Ğ'yi, Ş'yi bir taraflarınıza mı soktunuz?), birkaç farklı çeşitte kiril alfabesi (Kazak kiril alfabesi, Kırgız kiril alfabesi vs. Harflerin okunuşu, yazılışı ve harf sayısı hakkında bazı ufak farklar var ama sonuçta farklı alfabeler), Kıpçak Latin Alfabesi (Codex cumanicum'u araştırın, her şeyi benden beklemeyin), Yunan alfabesi (Evet, gerçek. İlgi çeksin diye Yunan alfabesi yazdım ama aslında Karamanlı alfabesi. Bu da aynı Osmanlı alfabesi, Türkçe Latin alfabesi gibi Türkçeye uyarlanmış Yunan harfleriyle yazılan bir alfabe.) Daha da vardır muhtemelen, e şimdi sen gidip kazmaca "Yea eski harflerini bırakıp Arap harflerini aldılar, dile uygun değil" dersen "Bir gecede cahil bırakıldık" diyen kişiden herhangi bir farkın olmaz. Bir de bana "Lan o uygun değil de şimdi kullandığın alfabe çok mu uygun? Nazal N'yi ne tarafına soktun? Ya gırtlak H'sini? Türkçede açıkça bulunan ve V'den farklı olduğu aşikar olan W'yi? -Gerçi bu sese çok üzülüyorum. Uygur'da da Osmanlı'da da kirilde bile ya... Asla V'den ayrılmamış yazılırken, hep V ile aynı şekilde yazılmış- İki farklı ses değerindeki K'den bahsetmiyorum bile" deme hakkı doğurursun. Nazal N hassas noktam, kusura bakmayın.
Adını vermek istemediğim bir manganın çevirisi 2 aydır gelmiyor, gelmiyormuş yani, ben bir hafta falan önce güncele geldim, "Yardım lazımsa edelim" yazmışlar altına, "Bu seri için yardım lazım değil." demiş fansub görevlisi de. Kimse de bu yorumun altına "E be yaprak, madem yardım lazım değil iki aydır nerede bu bölümler?" dememiş ya la, ona şaşırıyorum ben. Hayır ben de demedim, herkes korkudan mı demedi? Ben tabii okumaya yeni başladım sayılır o mangayı, o yüzden belki çevirmenle gönül bağı falan vardır okuyucuların, o zaman kimsenin bu yorumu yapmaması doğal. Bir kere yapmaya utanır insan. Eh, çeviride gayet iyi de iş çıkardıklarına göre öyle olması mümkün. Aynı olayı uzun süredir Epiknovel'de Re:Zero okuyanlarda da görürsünüz bak, mükemmel ötesi bir çevirmenimiz olduğu için çok az kişi geciken bölümlerden vs. şikayetçi olur ki zaten geciken bölümün neden geciktiğini bölüm çıkınca, hatta bazen çıkmadan önce mutlaka öğreniriz.
Nerede dokuz kuyruklu tilki görse "Naruto göndermesi" diye zıplayan bir kitle var. Değil lan, değil! Kyuubi-no-kitsune bütün Uzakdoğu mitolojilerinde olan bir varlık, Korecede kumiho/gumiho diyorlar mesela (Korecenin K-G olayı biraz sıkıntılı, tabii hangeul'ı okuyabilip tek kelime Korece bilmemek benim şahsi hıyarlığım orası kesin ama K/G olayını Koreliler bile karıştırıyor.), Çince adı Jiǔ wěi hú. Dokuz kuyruklu tilkiyi görünce zıplamayın hemen "Naruto göndermesi" diye, mitolojik yaratık aq. Yeter artık, ben sinir oldum burada.
Bunu daha önce de yazdığımdan eminim: Kendisi çok sevdiğim bir tatlı olmasına rağmen kazandibini her düşündüğümde pazarlama başarısının nasıl bir şey olduğunu anlıyorum. Sen tavukgöğsünün dibini tuttur, sonra bunu millete yedir! Tabii günümüzde özel olarak karamelize ediliyor ama dediğim şekilde ortaya çıktığına itiraz eden tek bir insan evladı bulamazsınız.
Burada her şeyden şikayet eden memnuniyetsiz bir profil çizsem, bazı konulardan bahsederken aniden ağırlaşsa veya benzeri şeyler olsa da hayatımın türünü asla "dram" olarak düşünmedim. Daha çok komedi olduğunu düşünüyorum: Zerrece komik olmayan ve nefret edeninin bol olduğu ama sevip gülenin tam olarak zerrece komik olmadığı için sevip güldüğü bir komedi. Arada sırada dördüncü duvarı da yıkarım ben, tabii; olmayan seyirciyle konuşurum falan. Aslında, fanusun içindeki evcil hayvanlar olup olmadığımızı bilmemizin bir yolu olmadığına göre, seyirci olmadığına da öyle aniden karar veremeyiz. Sonuçta herkes gibi dünyada oyalanıp duruyorum ve muhtemelen akıl sağlığım çoktandır yerinde olmadığı halde delirmemek için yaptığım küçük alışkanlıklara devam ediyorum. Meramını doğrudan yaradana aktarmak epey rahatlatıcı, tavsiye ederim. Duadan bahsetmiyorum, bayağı diyalog kurmaktan bahsediyorum. Tabii konuşan -muhtemelen- sadece benim ama olsun. Senaryoyu boş verdim artık, doğaçlama yapmak daha rahat. Ben zaten kafayı kırmış bir roldeyim, yaptığım şeylerin göze batması için iyice abartmam gerekiyor ama herkes rolden çıkarsa bu iyi olmaz. Bakalım, finale ne kadar var ve bu iğrenç komedi neden hâlâ reyting alıyor? Hayır, hayır, "Truman Sendromu" değil bu, kameralar yok, senaryo yok, ışıklar yok... Sadece varmış gibi davranıyorum, sonuçta bir yarı-deliyi oynamam gerekiyorsa bunu yaparım. Gerçi aklımdan geçen her şeyi tamamen aktarmanın bir yolu olsa muhtemelen ömrümün geri kalanını ıssız bir adada kurulmuş bir tımarhanede geçirirdim. Kişilik... Var mıydı ki? Bir kişiliğim var tabii, aslında birden fazla var; "Çoklu kişilik bozukluğu" gibi bir durum değil, daha önce söylediğim maskeler. "Sessiz, sakin bir çocuk" Hayatım boyunca benim için söylenen buydu. Sessiz ve sakin? Korkak ve umursamaz olmasın o? Ben... İnsanları pek fazla sevmiyorum, bu teker teker bütün insanlardan nefret etmem gibi bir anlama gelmiyor ama epey rahatsız edici varlıklarız. Dolayısıyla, hayatım boyunca nadiren insanları umursadım, o zamanlarda da sadece belli başlı kişileri. Yabancı ortamlar, yabancı ortamlar demek... Kalabalık, daha önce bulunmadığım ortamlar, hamamböcekleri, karanlık, yükseklik... Beni korkutan çok fazla şey var. İnsanları pek fazla umursamadım, dolayısıyla kurgusal karakterlerin bile yüzlerini ve isimlerini gerçek insanlardan uzun süre aklımda tutabiliyorum. Ah, gerçi onların çoğunu gerçek insanlardan çok umursadığım aşikar. Sadece bir ay, bir insanın yüzünü unutmam için yeterli; tabii adını ve aşağı yukarı nasıl göründüğünü unutmadığım kişiler de var. Bir şekilde... İz bırakmış kişiler, şu bahsettiğim umursadığım az sayıda kişi; ya da benim gibi bir umursamazın bile bir an da olsa dikkatini çekecek birileri. İşte ilginç bir gerçek: Onların bile hiçbirinin yüzünü hatırlamıyorum, ailem haricinde. Ailemin yüzünü de her gün gördüğüm için unutmuyorum. Aşağı yukarı nasıl göründükleri ve saç renkleri; ama yüzlerini ya da göz renklerini hatırlayamıyorum. Aslında, hayatımda insanların yüzüne nadiren baktım. Konuşurken insanların yüzüne bakmak? Bu kural, değil mi? Ama bakarsam konuşamam, dolayısıyla... Konuşurken insanların yüzüne bakmam, ya kafamı eğer ya da arkadaki sabit bir noktaya bakarım. Yüzüne en uzun süre baktığım kişiler bir şeyler hissetmiş olduğum kızlardı ama onların da hiçbirinin yüzünü hatırlayamıyorum. Cidden, en kötüsü ve en aciziyim, ha? Öylece konuşurum ve katılmadığım fikirleri bile onaylarım, kendimi açıklamak istemiyorum. Bu onlara haksızlık evet ama... Kendimi açıklamak? Bundan... Korkuyorum. Kendi kendini kabul edemeyen ben, doğrusu, beni kabul edebilecek kimse olduğunu düşünmüyorum. Yani, aslında kabul edilebilir bir insanım. Topluluk içinde uyumluyumdur ve damarıma basılmazsa ya da devamlı olarak kızdırılmazsam pek bir şey yapmam ama... Bu sadece maske. Ben... Olduğum kişiden korkuyorum, olduğum kişiden nefret ediyorum. Tam olarak ne zaman bu aşamaya geldim acaba? "Kendini sev" Eskiden beri bu saçmalıktan nefret ederim, yine de şu anki kadar karanlık bir ruhumun olmadığı zamanlar vardı. Var mıydı? Hatıralarım sadece maskeli olduğum zamanlar, o yüzden net hatırlayamıyorum. Umursamak, evet... Ben, insanları gerçekten de pek umursamıyorum; deniz taşları, kılıçlar, balıklar... İnsanlardan çok daha ilgi çekiciler. Aslında, böyle biri olmak istememiştim. Kim ister ki zaten? Başarabileceğime inanıyordum, "normal" bir insan olabileceğime. Normal kavramından nefret ettiğimi defalarca söyledim ya... Bunun sebebi asla "normal" olarak tanımlanan insanlardan olamayacağımı bilmemdi. Bir umudum vardı... "İnsanlar beni kabul edecek, başarılı olursam kabul ederler." "Birilerine emir verebilecek pozisyonda olursam kabul görürüm." "Eğer insanlarla iletişim kurmayacak ama her ihtiyacımı karşılayabilecek kadar zengin olursam kabul görmek için endişelenmeme bile gerek kalmaz." Ne saçmalık ama! Sonuç olarak, küçüklüğümden beri hep aynı şey. Hep aynı. Asla kabul görmeyeceğim. Yok, hayır, yanlış oldu, asla gerçek kimliğimle kabul görmeyeceğim. Aslında bunu hak ediyorum, gerçekten, bunu inkar edemem ama yine de... Aaaah, konunun bu kadar derinine inmek istememiştim, yazdıklarım yarısı kendime bile itiraf edemediğim şeylerdi. Neyse ne, sonuçta oyalanıp duruyor ve çaresizce, umutsuzca bu komedinin sonlanmasını bekliyorum. Onu yaparken oyalanacağım, onaylamadığım fikirleri onaylayacağım, "sessiz ve sakin" duracağım, fırsatı gelince konuşacak, saçmalayacak, coşacağım ama katiyen kendi kimliğimle ilgili bir şey sezdirmeyeceğim. Hadi ama; cidden daha ne kadar berbat olabilirim? "Zincirlenmiş kurt" Evet, evet, tamam; ben yolunu kaybetmiş bir kuzu değilim, vurulduğu zincirleri parçalamaktan korkup bir kat daha zincir çeken kara kurdum. O karanlığı dışa vuramayacak kadar korkak olmasam hâlâ boğulur muydum merak ediyorum. Tamam, bu günlük kadar yeter. Bunu daha fazla uzatmayacağım, "dram değil komedi" kısmından gerisini yazmayı bile istememiştim. Ellerim... Neden tahta yontmak gibi şeyler yaparken de bu kadar becerikli ve kendi kendine hareket eden şeyler olmuyorsunuz? Kendi kendimin düşmanıyım, o kesin ama bu bedenimin de bana düşman olması gerektiği anlamına gelmiyor ya.
Aslında bu yazıyı hemen yayınlayabilirim, daha önce bunun yarısı uzunluğunda yazıyı "Oooo Manas Destanı olmuş yine buralar" diye yayınladım ama yukarıdaki paragrafla bitirmek içime sinmiyor. Komik olmayan bir komedinin başkarakterinin komik bir şeyle yazıyı bitirmesi gerekir ki dengelensin. O yüzden, aklıma bir şey gelene kadar bu yazı beklemede.
Bak aklıma bir şey geldi, tabii yazıyı bitirmeye uygun bir konu olmadığından biraz daha bekleyecek. Hah, aslında bu cümle konuyla biraz ilgili. Hani kola mevzusunda "Herhangi bir nedeni var mıydı ondan bile emin değilim" dedim ya? Aslında benim yaptığım çok az şeyin nedeni vardır, hayatı içgüdüsel olarak yaşarım. Bir şeyi yapma yolum o an ruhumun bana emrettiği gibidir, belki de bu yüzden emir altında olma fikrinden hoşlanmıyorum. Bir şeyleri kendi bildiğim yolla yapamamak çok rahatsız edici. Bir şeyi yapmamın çok nadiren nedeni olur ve bir nedeni olsa bile bunun nadiren farkında olurum. Öte yandan eğer bir şeyi özellikle yapmaktan kaçınıyorsam, onun genellikle bence gayet geçerli olan bir sebebi vardır. Ha bu sebep başkaları için geçerli bir sebep değildir belki ama benim için gayet geçerlidir. "Kola içmemek bir şeyi yapmamak olmuyor mu?" derseniz: O pek öyle işlemiyor. Açıklama yapmaya çalışmayacağım ama temel olarak o eylemsizlik değil, eylem. Evet, karışık geliyor ama biraz düşünün.
Kitaptan uyarlanan film ve diziler genellikle (%99,99 oranında) orijinaline kıyasla berbat olur. "Orijinaline kıyasla" kısmı önemli, film/dizi tek başına değerlendirildiğinde efsane de olabilir ama uyarlanan materyal hemen her zaman daha iyidir. Bunun birkaç sebebi var ama en temel sebebi uyarlanan şeye sadık kalınmaması. Tabii ki bir hikayeyi görsel olarak anlatmak ve yazılı olarak anlatmak farklı şeyler olduğu için %100 uyarlama yapmak zaten teknik olarak mümkün değil, ayrıca bütçe ve zaman gibi bazı başka kısıtlamalar da var. Şöyle: 5000 sayfalık kitap az bile olsa illa okuyucu bulur ama 5 saat süren filmi kimse izlemez, en azından tek oturuşta izlemez; dolayısıyla gişede çakılır. Bütçe konusunda da şöyle bir örnek vereyim: Kitapta som altından bir gökdelen tasviri cebinizden para çıkarmaz ama film ya da dizide gökdeleni bulmak, boyamak, efekt vermek gibi bir sürü iş maliyeti artıracaktır. Yine de bütün bunlar uyarlamaların esas kazmalığını gizlemiyor. Nedir o? Size sesleniyorum, senaristler: Bütün bu durum önemli sahneleri kesmeniz ya da önemsizmiş gibi öylece geçiştirmenize ve bir taraflarınızdan sahne uydurmanıza bahane olamaz ki uyarlamaların en büyük hatası ilk bakışta önemsiz gibi görünen ama aslında son derece önemli olan sahneleri kesip biçmeleri ve "Ya böyle de çok boş kaldı" deyip bir taraflarından olmadık sahneler uydurmalarıdır.
Neyse, yayınlıyorum ben bunu artık, komik bir son bulamadım. Yukarıdakiyle idare edin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder