Tamam, hâlâ dünyada bana uygun bir yer olmadığını düşünüyorum ve o yeri kurabileceğime inancım da pek yok ama kötü ruh halim geçti. Sonuçta, onun için mücadele edeceğim. "Ormanın ortasındaki ahşap evde bana uygun bir dünya oluşturabilirim.", "Eğer emir verecek konumda olursam kendime uygun bir yer inşa edebilirim." Saçmalığa bak, neyse; hayatla boğuşmaya devam edeceğim. Eh, muhtemelen kazanamayacağım ama bir sinir anında göğsüme (ya da başka birine) bıçak sokmazsam kendimi iyi mücadele etmiş sayacağım.
İstanbul'dayım, Sushico'ya gittik (bu sefer elebaşı ben değildim, kuzenimdi; hatta o söyleyene kadar aklımda öyle bir şey yoktu bile.) Şubeler arasında bariz kalite farkı var, bu şube kaliteliydi. Dokuz kişiydik, yediklerimiz: bir suşi seti ve bir Beijing kaoya (Pekin ördeği). Ne olduğunu hatırlayamayıp pirinç lavaşına istiridye sosu basmasaydım iyiydi tabii. Surimi'ler zamanında aldığım bir surimiden bariz daha iyiydi. Nori hatırladığım kadar sıkıntılı bir şey değilmiş, gayet gidiyor. Kappamaki bayağı iyiydi, genel olarak vejetaryen suşileri seviyorum sanırım (Tamago nigiriyi de sevmiştim). Wakame salatası vardı, wakame bazen "tatlı yosun" diye çevrilir, bazen de "tatlı bir yosun" diye tanımlanır. Tadına baktım, gerçekten bildiğin tatlı bir tadı var. Susam yağıyla yapmışlar (Yani, doğal olarak. Neticede Uzakdoğu mutfağında zeytinyağı yok, sıvı yağ olarak hep susam yağı kullanıyorlar). Tabii Türkiye'deki Uzakdoğu restoranlarına gıcık olmamın sebebi olan Amerikan Asyalı menü (California roll sushi Japon yemeği değildir, adından da belli olduğu gibi Kaliforniya mutfağının parçasıdır; uramakilerin neredeyse tamamı Amerika çıkışlıdır zaten, o yüzden de çoğunun adı İngilizcedir) ve konsepte uygun olmayan mekan tasarımı elbette ki vardı. Menüye Bun eklemişler gerçi (Bir çeşit Tayvan ekmeği, menüde sandviç versiyonundaydı).
Her yerde depremler, internette türeyen Mesih'ler, Avustralya'da önce yangın sonra sel, korona virüsü derken ciddi ciddi kıyamet kopuyor galiba. Ben zaten şahsi olarak kıyamet veya en azından benzeri bir olayın yakın olduğunu düşünüyorum ama bu benim kendi düşüncem tabii. Yine de 2020'nin daha başında tüm dünyada felaketler oluyor, normal bir durum değil bu.
Bazı oyunları oynamak, bazılarını izlemek daha zevkli. Bana göre tabii, başkasının ne düşündüğünü bilemem. Örneğin Minecraft oynayınca bir yerden sonra bayıyor (hele bir de modsuz, senaryosuz, tek oyunculu hayatta kalma oynuyorsan) ama videoları eğlenceli oluyor. Plague Inc. oynaması zevkli bir oyun ama beş dakika izleyemedim. Ark: Survival'ı izlemek zevkli ama zorluktan ve tek oyunculu için tasarlanmadığından oynarken pek zevk aldığım söylenemez.
Bugün bayağı sıcak, dün de sıcaktı. Şubat ayında bu sıcaklık olmaması gereken bir şey, dünyayı kapatıp gitsek mi artık ne yapsak?
Eski yazdığım şeylere göz atmayı seviyorum, birçok farklı sebepten. Kendi karakter gelişimimi takip edebiliyorum (ister bir hikaye olsun ister bir peçete, insan yapımı her şey onu tasarlayan ve yapan kişilerden izler taşır), yaptığım hataları (kurgu ya da imla konusunda) ve katlettiğim cümleleri görüyorum. Bir de eski karakterlerim ve yeni karakterlerime bakıyorum, pek değişmemişler. Anakarakterlerim çoğunlukla benzer görünüyor zaten. Bilen bilir FRP'lerde yönelim mevzusu vardır, kuralcı iyi, nötral iyi, kaotik iyi, kuralcı nötr... diye gider. Bana göre gerçekte insanların tamamı, istisnasız tamamı kaotik nötral varlıklar. Buna uygun olarak yazdığım ve hayal ettiğim (aklıma gelen hikayelerin çeyreğini bile yazıya geçirmiyorum, büyük bölümünü kafamda sürdürüyorum, onları yazıya geçirebilecek kadar iyi bir yazar değilim ben) bütün karakterler de kaotik nötral.
Bir sürü fikirle doluyum. Hikaye fikirleri, oyun fikirleri, yemek fikirleri, farklı farklı fikirler... İşte o oyun fikirlerinden biri için kılıç tasarımı yapmaya çalıştım. Tamam, biraz daha geriden başlayalım. İnanılmaz derecede kılıç tasarımı yapmak istiyordum, o yüzden de buna uygun fikirler içinde dolanırken eski sayılabilecek bir oyun fikrimi bulup onun üzerine gittim. Sonuç: İstediğim, hayal ettiğim tasarımı yansıtamıyorum. Eh, hiçbir şeyde becerikli olmadığımı zaten biliyordum ama yine de hoş bir durum değil. Bu arada tasarımlar kendi başlarına fena değiller ama aklımdaki tasarım değiller. Gerçekten, hiçbir şey yapamazken hayatta kalabilmem mucize mi yoksa ceza mı bilmiyorum. Hiçbir şey derken sadece yazmak, çizmek gibi zaten sınırlı kişilerin yapabileceği şeyleri kastetmiyorum. Ayakkabımı bağlayamam, sakarımdır, odun kesemem, başka şeyler... Sadece bir sürü işe yaramaz fikir ve o fikirlerin çatışmasından doğan saçmalıklar var. Yine bu konuya geri döndük ha? Sonuçta fikirler de olmasa hiçten başka bir şey değilim. Ve farkındalık... Allah'ın belası farkındalık. Aklımdaki senaryo ve hikayeleri aynı zamanda yaşıyorum ama gerçek olmadıklarına dair farkındalığım da var ve bu beni üzüyor. Keşke o farkındalığa sahip olmasaydım, chuunibyou olmak eğlenceli olabilirdi. Sorunlar ya da diğer kişisel saçmalıklarla ilgili değil bu, dünyanın kendisiyle ilgili. Hiçbir şey yapamayan biri hayatta kalmamalı. Gerçekten, eğer dünyada bir iz bırakmayacaksam; şimdi ölmem ve seksen yıl sonra ölmem arasında ne fark var? Hiçbir şey yapamayan biri, dünyada herhangi bir iz bırakabilir mi zaten? "Bana uygun bir yer" Bu konu aslında, bir şeyler yapabileceğim, değiştirebileceğim bir yeri tasvir ediyor. Hiçbir şey yapamayan biri, oraya uygun değildir. Yine de... Emir verecek konum? Tam yetki? İstenen değişiklikleri yapmak? Bunlar orayı bana uygun yapmayacak. Tanımadığı kişilerle konuşmakta zorlanan biri emir verebilir mi? Elinden hiçbir iş gelmeyen biri, herhangi bir yerde bir herhangi bir değişiklik yapabilir mi? Bana uygun bir yer, demek... Öyle bir yer yok, bunu kabullendim. Yalnız öleceğimi kabullendiğim gibi. Asla başarılı biri olamayacağımı kabullendiğim gibi. Saçma bir düşünce gibi görünebilir, çok da önemli değildir belki. Çok daha ciddi sorunları olanlar var dünyada. Öte yandan benim zihnimi yiyenler bunlar, o yüzden de bunları önemsiyorum. Kronik bir melankoli, hep hep hep... Daima bu ruh halindeyim, dalgın ve önemsiz. Kaç kere "benden buraya kadar" dedim? Sonuçta, içi boş bir kabuk olarak yaşamak şu anki ruh halimden daha iyidir; yine de "benden buraya kadar" olmuyor. Her seferinde sarılacak bir şeyler buluyorum. Sonucunda da buraya geri varıyorum. Bu bir döngü, sonsuz bir saçmalık döngüsüne hapsolmuş gibiyim. Aklımı tamamen yitireceğim veya hayatımı başka bir yöne sokacağım bir travmaya ihtiyacım var, yoksa benden bir cacık olmayacak. Tamamen sıkıcı bir karakter gibiyim, hiç komik olmayan bir komedinin sıkıcı ana karakteri. Herkes kendi hikayesinin anakarakteridir, diğerleri sadece figüran ve kötülerdir. Ama onlar için de bu aynı. Bu ruh halinden sıyrılacağım, sonra yeniden bu ruh haline geleceğim, sıyrılacak, gelecek, sıyrılacak, gelecek ve nihayet bir gün öleceğim. Bakalım, sıyrılmak ve geri dönmek ne kadar sürecek?
Primitive survival diye Youtube kanalı var. Temel konsept ilkel yöntemlerle havuz yapma üzerine kurulu. Ev falan da yapıyorlar ama havuz mutlaka oluyor. Bir ekip bunlar, bazı videolarda tek kişi var, bazılarında iki, bazılarında üç falan. Hah, işte o ekip hakkında en merak ettiğim neden kanalın adını Primitive Pool değil de Primitive survival koyma fikrini ortaya attıkları ve bunun neden kabul gördüğü.
Aynı filmi, aynı diziyi defalarca izleyenlerden değilim. En sevdiklerimi bile sadece bir kez izlerim. Ha bir yerde karşıma çıkarsa izleme ihtimalim yüksektir ama özel olarak arayıp izlemem. En sevdiğim şeyler hakkında bir liste mi yapsam? Blogda durumum zaten "Susun deli konuşuyor. Konuş deli" şeklinde, yapıp yapmamam pek fazla kişiyi ilgilendirmiyor. Yapsam mı? "En sevdiğim X" Aslında bir Youtube kanalı açsam orada yapardım bunu. Youtube kanalı açmayı düşündüm ama neredeyse her şey yapıldı, yapılmayan (en azından benim görmediğim) birkaç şey var ama onlar da yüksek maliyetli işler. Sonuç olarak yine hiçbir işe yaramayan fikirler.
Vocaloid'ler aslında karakter değil ama şarkılar belli temaları sıkça içeriyor, yani adeta karakterleri oluşmuş durumda. Mesela Gumi "umutsuz aşık genç kız" formatında, bir sürü böyle şarkısı var. Tabii bazen diğer şarkılardaki karakterlerine çok uymayan şekillerde de karşımıza çıkabiliyorlar ama temel kişilikleri oluşmuş durumda ve buna pek dokunulmuyor.
En sevdiğim şeyler hakkında... Filmden mi başlayalım? Filmden başlayalım. En sevdiğim 5 film. Aslında birkaç farklı sebepten çok fazla film izlemedim, film kültürüm pek kuvvetli değildir yani. Matrix'i hâlâ izlemedim mesela (Ama izleyeceğim). Neyse, en sevdiğim 5 film diyordum. Birinci sırada kesinlikle Into the Wild var, bu net. Geri kalan dördünün biri diğerine üstün değil. Usual Suspects (Böyle mi yazılıyordu bu?), Korkusuz Korkak... Adam olana üç film çok bile, beş taneyle uğraşamam. Dizi... Dizi konusunda da aynı, pek izlemiyorum. Birinci sırada Leyla ile Mecnun var, ikinci Supernatural. Geri kalanı... Friends, The Big Bang Theory ve... Beşinciyi bulamadım. Animasyon. Bunu hem normal animasyon hem anime hem klasik Amerikan çizgifilmleri hem de Simpsons, Rick and Morty gibi yapımları kapsayacak şekilde kullanacağım. FMAB, Kayıp Balık Nemo (Nemo'nun bende yeri ayrı), Gravity Falls, Disenchantment ve Oregairu. En sevdiğim beş Youtube kanalı. Böyle tarzları çok diğerlerine yakın olmayan kanalları seviyorum, bir de komedi kanallarını: Hiç Komik Değil, Kalt, Kurcala falan. En sevdiğim beş şarkı. Evet, bunu seçmek bayağı zor. İlk ikisi belli, birinin diğerine üstünlüğü yok gerçi. İlk ikiden biri Çökertme türküsü, diğeri Gumi-Mane mane psychotropic (Neden hep yazımı zor kelimeler geliyor lan bugün?). Diğer üçü... Evet. Tamam, diğerlerinden daha çok sevdiğim şarkılar var ama beşe indirgemem zor. Üçüncüye karar verip geçiyorum. Üçüncü, üçüncü... Kagamine Rin-Aku no Hana? Değil. Toygar Işıklı-Sen Eşittir Ben? Pek sayılmaz. Ah, tamam buldum: Felaket'in Zeynep Bastık cover'ı. (Cover mı o? Yorum mu? Ne? Cover ile yorum arasında ne fark var ki zaten?) Hatta dördüncü de Drama Köprüsü, ona da karar verdim. Şimdi beşinciye gelirsek, o da Sen Eşittir Ben olsun. Bu kadar. Bunu da sırf yazmak istediğimden yazdım. Bu arada şarkı olayını uzatırsak altıncısı Grup Göktürkler-Gök Girsin Kızıl Çıksın. (Bunu yazmak istedim) Aha, kitap, az daha unutuyordum! En sevdiğim beş kitap. Evet, bu zor olacak. Özellikle okumak istediğim birçok eseri henüz okumamışken. ASOIAF, Kutlar: Göktanrı'nın Mührü, Tanrının Saati, Kardeşlik Savaşçıları ve Son Kuşlar. Aslında buraya Dede Korkut Hikayeleri'ni de yazabilirdim (Kardeşlik Savaşçıları'nın yerine) ama o daha ziyade derleme, tam anlamıyla bir kitap değil. Bir de sadece roman ve öykü kitaplarını aldım, şiirleri, bilgi kitaplarını falan almadım listeye. O zaman benden bu kadar, yazı yine sakız olmuş zaten. Ha ayrıca yazıya başlarken iyiydim, ortalarda saçma sapan döngüye geri girdim, sonlara doğru yine çıktım. Neyse, muhtemelen bir sonraki yazıda da saçmalığın izlerini görürsünüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder