Aha, Odnok yeniden çalışmaya başlamış. Bir sorun daha ortadan kalktığına göre sinirimi bozacak başka bir şey arayamaya başlayabilirim (Rahat batıyor). Bu yazıyı da sırf bunu söylemek için açtım, yine altına alakasız alakasız bir sürü şey yazacağım.
Bazı hayvanlar için renk ismi olayı var. (Bu ne biçim ifade ediş lan?) Şöyle ki: Hayvanın kedi mi, köpek mi yoksa tavşan mı olduğu fark etmeksizin belli renkteki hayvanlara koyulan belli isimler var. Siyah hayvana "Zeytin," gri hayvana "Duman," beyaz hayvana "Pamuk." Bu bir süredir zaten aklımdaydı ama sırf şu görseli koyabilmek için anlattım:
Nerede hatırlamıyorum, bir yerde Mount and Blade: Warband'ın vuruş hissinin kötü olduğuna dair bir eleştiri gördüm. Oyunun avukatlığına soyunmuyorum, benim de sinirimi bozan bir çok kısmı var Warband'ın ama elime kılıç alıp savurmuş biri olarak vuruş hissine laf edilmesine de müsaade edemem. Bu söyleyeceklerim sadece eğri kılıçlar için, çünkü gerçek hayatta da oyunda da sadece eğri kılıç kullandım şimdiye dek. Kılıç eğitimi almadım, bu yüzden kılıç kullanmayı "gerçek anlamda" bilmiyorum; yine de bir kılıç savurmanın nasıl bir his olduğunu biliyorum ve teorik olarak bir kılıcın nasıl kullanması gerektiğini de biliyorum. (Kılıç kullanmak, ok atmak gibi şeyleri hakkında araştırarak öğrenebilirsiniz ama gerçekten öğrenmek için gerçekten bilen birilerinden eğitim almak gerekiyor, okçuluk kursuna gitmeyip kendim öğrenmek konusunda inat etseydim bu bilgiye haiz olamazdım, iyi bir karardı.) Oyunun vuruş ve kılıç savuruş hissi gayet gerçekçi ve olması gerektiği gibi, tek sorun karşındaki kişinin zırhının hemen kesilmesi (dünyanın en keskin kılıcı bile değil metal zırhı, deri zırhı bile o kadar kolay kesemez ki deri zırh bir kılıca karşı en savunmasız olan zırhtır ama ilginç bir şekilde -bana göre pek ilginç değil aslında, mekanizmasını bilince gayet mantıklı geliyor- oklara karşı deri zırh, metal zırhtan daha korunaklıdır) ama bu da karşındakine hasar vermek için topuz, balta, ok gibi şeyler kullanma zorunluluğu olmasın diye yapılan bir şey muhtemelen. Ok demişken, yay germe ve ok atma hissi de gayet gerçekçi ve ok atmayı kılıç gibi teorik olarak değil, "gerçek anlamda" biliyorum. Yani oyunun vuruş hissindeki tek sorun şu: Normalde zırhın uygun, hassas yerlerine vurmuyorsanız bir kılıcın metal zırhtan sekmesi gerekirken her zırh sanki deriymiş gibi kesiliyor, bu da dediğim gibi oyunun dinamiği bozulmasın diye olan bir şey olsa gerek. Bir de alt tarafı bir bilgisayar oyunundan tam olarak ne beklendiğini de anlamadım, VR ya da tam-dalış teknolojisi (bu çeviri için SAO'nun çevirmeninden Allah razı olsun, teknolojinin kendisi ortada yokken Türkçe adı var) falan değil ki bu sonuçta. En fazla ne kadar hissedebilirsin yani?
Hazır kılıç demişken kılıçlar yapılırken çeliğine su verilir, bu özellikle eğri kılıçlar için (her tür eğri kılıç için, katana da dahil) elzem bir işlemdir. Düz kılıçların çeliğine su verilip verilmediğini bilmiyorum, bunu bilmememin sebebi şu: Bir yerde katanaların çeliğine su verildiği için eğrildiğini okumuştum ama bana çok mantıklı gelmiyor, bence düz kılıçlara da su katılıyordur; dövülen çeliğin bir şekilde soğutulması gerekiyor sonuçta. Yine de kesin bir fikrim yok, düz kılıçtan çok anlamam ben. Yalnız bir şey öğrendim: Osmanlı ustaları öyle dümdüz su verip geçmiyorlarmış kılıca (öyle yapan da vardır illaki de konumuz diğerleri), o suyun içine soğan suyu, maya, nar kabuğu gibi bir sürü değişik değişik şeyler katıyorlarmış, her ustanın da ayrı kılıç suyu tarifi varmış.
Aklıma blogda yayınlayacak bir hikaye fikri geldi, bu sefer gerçekten yayınlayacağım (Bu yazıyı yayınlayana kadar onu yayınlamış bile olabilirim hatta). Belli bir günü olacak, o gün yayınlayacağım. Aslında ben bunu roman olarak düşündüm ama sonra blogda yayınlamaya ne kadar uygun olduğunu fark ettim, bazı sebeplerden roman olarak sürdürülmeye uygun değil. Şimdi, benim yazıya geçirdiğim geçirmediğim ya da sadece kurallarını, temellerini yazıya geçirdiğim birçok hikaye olsun oyun olsun var. Bir de bunları birbirine bağlayan bir sinematik evren fikrim var ki temeli oyun fikirlerinden birindeki evrenler arasında seyahat edebilen valkürlere dayanıyor (Bunların İskandinav mitolojisindeki valkürlerle ilgisi yok, sadece adları aynı); işte bu hikayenin başkarakteri de öyle. Bu arada genelde başkarakterlerim erkek olur ama bu sefer değil, neden bilmiyorum ama başkarakterin erkek olmaması gerektiğini hissettim. Valkür olmasıyla ilgili bir konu değil, İskandinav mitolojisinin aksine bu karakterin türü/ırkı her iki cinsiyetten de olabiliyor. Başkarakterlerimin genellikle erkek olmasının sebebi de onların psikolojik çözümlemelerini daha iyi yapabilmem, motivasyonlarını ya da karakterlerine aykırı şeyler yapmalarının mantığını açıklayabilmem. Kadın karakterleri derin bir şekilde yazamıyorum, derinleştirmeye çalışsam da bir şekilde yüzeysel kalıyorlar ama bu hikaye için derin karakterlere ihtiyacım yok zaten. Bu bir çeşit seyahatname, tabii 3. şahısla yazılmış bir seyahatname. Bu arada bunun ilk 2 bölümünü yazdım, 3. bölümün açılış cümlesi de yazılı.
Tatil başladığından beri 1 ay oldu ve ben adanın interneti yüzünden yarım kalan serilerden bir listeye sahibim, hâlâ. Herhangi birini tamamlayıp tamamlamadığımı merak ediyorum doğrusu.
Son zamanlarda belli bir şeyi düşünüyorum. Beynimi Youtube videolarıyla, filmlerle, animelerle, müzikle, Facebook paylaşımlarıyla veya kafamın içindeki kurgusal maceralarla meşgul etmediğim her an bu düşünce beynime nüfuz ediyor. Dünyaya tam olarak ne gibi bir faydam var? Ya kendime? Bütün gün evde oturup bir şeyler yapıyorum, onu da iyi yapamıyorum. İyi bir yazar değilim, çizer zaten değilim, iyi bir aşçı da sayılmam... Yaptığım her ama her şeyde kötüyüm. Meslek ya da hobi fark etmiyor; hiçbir işte iyi ya da becerikli değilim. Bu aşamada, yaşamam gerçekten gerekli mi? Zaten pek güçlü bir bünyem olduğu söylenemez; pek hastalanmıyorum ve hastalıkları çabuk atlatıyorum ama bunun dışında uyku sorunum, araba tutması, bir sürü fobi... Mesela lunapark benim için eğlenceli bir yerden ziyade stres kaynağı haline geliyor. Özlem duyduğum geçmiş zamanlarda yaşasaydım şimdiye ölmüş olurdum muhtemelen. Birçok şey beni acınası hissettirmeye başladı. Dünyada gerçekten bir yerim var mı, gereksiz yer işgal ediyormuşum gibi geliyor. Bu dünyaya uygun değilim, muhtemelen o yüzden kafamın içinde bir sürü farklı hikaye var, o yüzden fantastik bir şeyler yazmayı seviyorum. Eğer bana uygun bir dünya yoksa, onu kendim oluştururum. İşin diğer yanı... Onlar da şu anki halim için uygun yerler değiller, benim için herhangi bir yer yok. Eğer istediğim her şeyi yapabilecek kadar param olursa ve insanlardan uzak olursam kendime uygun bir dünya kurabileceğimi sanmıştım. Dağ başındaki ev, restoranlar, diğer şeyler... Hepsi kendime ait bir yer inşa etmekle ilgiliydi; ama artık anlıyorum. Kendime ait bir yer inşa edemem, bu herhangi bir şekilde mümkün değil. Bu durumda ya var olan en eski "kaçış" hayalimi kullanıp ormanın ortasında kafayı kırmış bir şekilde yaşayacağım ya da öylece şehrin kalabalığında yer işgal edeceğim. Vazgeçmeyi umutsuzca reddettim ama kendimle mücadele etmekten yoruldum. Şimdi, işte buradayım. Bedenen olmasa da ruhsal bir intiharın eşiğinde. Gerçekten bir gün çantamı alıp kaybolacağım ya da... Onu yapacak kadar cesaretim yok, hayır. Korkak, beceriksiz ve utanmazca bencil. Beni tanımlayan şey bu, öyle bir şey yapacak cesaret... Karakter gelişimim için bir şeylere ihtiyacım var ama önümde taşlardan başka bir şey yok. Kapana kısılmış gibi hissediyorum. Şu yazıyı tamamlamayı bile beceremiyorum. Dünyaya bir faydam olmayacağı zaten belliydi ama bari kendime fayda sağlayabilseydim, çırpınışlar, çırpınışlar... Bunlar her zamanki şeyler, bir süre sonra beynimi meşgul etmeme gerek kalmayacak. Öyle düşünüyorum ama öyle ummuyorum. Bu ruh hali devamlı sürse benim açımdan daha iyi olur, en azından bir yerde silahlı soyguna denk gelirsem alnımı namluya dayamak için bir motivasyonum olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder