Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

30 Haziran 2016 Perşembe

Diller hakkında

Bir dilin değişimi ve diğer dillerle etkileşimini durduramazsınız. Yapabilmeniz için; çok katı kuralları olan ve izole bir yerde bu dili yaşatmanız gerekir. Dillerin birbirinden alıp-verdiği kelimeler, dil henüz ortada yok ikenki döneme de ait olabilir. Örneğin Ural-Altay kök dili, Tay-Kaday kök dilinin Sinik ağzından (Diller önce ağızlara, sonra şive, sonra lehçe, en son da dillere dönüşür) bir kelime almış olsun. Bu kelime, diller ilk ayrılırken bile değişime uğrayacaktır ve o diller ilk oluştuğunda dilin içinde halihazırda yer edecektir, yani o dile ait kabul edilecektir. Kelimelerin okunuşu için de aynısı geçerli; TDK dayatmacılığı bizi bir yere götürmez. Kelimeler çeşitli nedenlerle değişir. Kendi kendine değişir, bir dil sürçmesi yaygınlaşır ve değişir, başka bir dilden ses yapısı benzeyen bir kelime alınıp onun yerine konur... Kim "eşofman" kelimesinin "eşortman"a, "şarj" kelimesinin de "şarz"a dönüşmediğini savunabilir? Mesela Latin alfabesi gibi katı kuralcı bir alfabe değil de Arap-İbrani alfabeleri gibi noktadan işaretten farkların yapılabildiği bir alfabeyi ya da Çinliler gibi tek bir harfin yüzlerce okunuşunun mümkün olduğu bir alfabeyi kullansaydık; bunlar çoktan o hale dönüşür ve kimse "yazılışı bu" diye zorlayamazdı. Bir de, gitgide kaybolan bir Ğ harfimiz var; malum. Bu harfin olduğu kelimelerde bu sesi çıkarmıyor, küçük bir es veriyor ya da "y" diyoruz. Kim Ğ harflerinin çoktan yok olmadığını savunabilir? Hemen hemen her dilde yer almasına rağmen TDK'nın ve harf devriminin Türkçede yok kabul ettiği (ki vardır) Q, W, X harflerinin bu "yok kabul etme" olayından sonra gerçekten yok olmadığını? Qadın değil Kadın, Xatun değil Hatun, (Ki bu iki kelimenin de köken kelimesi Qatun'dur, daha önce söylemiştim), Kawuşmak değil Kavuşmak diyoruz; değil mi? (Aslında, Kawuşmak kelimesini hala aslı gibi söyleyenler var ama azınlıktalar ve Günümüz Türk Latin alfabesi bu sesleri tanımıyor. Aslında, Türklerin kullandığı alfabelerden çoğu bazı sesleri tanımama üzerine kuruludur. Göktürk alfabesinde C ve Ç aynı harfle gösterilir, V harfi B ya P ile, W harfi Ğ, boşluk damgası ya da OU ile, X ve H harfleri Q harfiyle, F harfi duruma göre boşluk imi ya da P ile gösterilirdi. İlk Uygur alfabesinde W ve V'yi gösteren bir damga, J'yi gösteren bir damga, Y ve İ için tek damga, K ve G için tek damga -Ki bu Hangeul dediğimiz günümüz Kore alfabesinde de olan bir durumdur-, B ve P için de tek damga görürüz. Sonra zaten Arap alfabeleri... Ondan sonra da Kiril ve Latin. Arap kökenli alfabeler ses ve imge bakımından çok zengin, bu yüzden bir sorun çıkmıyor. Çoğu harfin asıl ses değeri dahi kullanılmıyor. Kiril ve Latin alfabeleri ise katı kuralcı alfabeler; hiç bir kuralı çiğneyemezsiniz. Göktürk ve Uygur alfabeleri eksiltili-birleştirici alfabelerdir, Arap alfabesi aşırı sesli gereksiz fazlalık alfabesi sınıfına girer -Aslında o harfleri icat edenler tüm sesleri kullanıyor; bizim kimine dilimiz dönmüyor, kimi toplumda öyle yerleşmiş-, Kiril ve Latin alfabeleri de aşırı kuralcı alfabe sınıfına girer. Ama aşırı kuralcı alfabeleri; tam da hiçbir kuraldan taviz vermedikleri ya da her sesi ayrı ve net ifade ettikleri için öğrenip kullanması diğer alfabe türlerine göre daha kolay.)
Mesela "okuldan kaçmak" kelimesi "okuldan kaymak"a dönüşmüştü Balıkesir'de. Ç ve Y alakasız gibi görünebilir; ama ikisi de yerine göre sert, yerine göre yumuşak sessizler.
Neyse... Yani diyorum ki bu katı kuralcılığa son vermeli. Diller de insanlar gibidir; doğarlar, gelişirler, büyürler, çocuk sahibi olurlar, hastalanırlar, "kaçırılırlar", ölürler, mezarlarında dua edenleri, mezar taşlarını okuyanları olur... Ama artlarında birçok yeni dil bırakıp giderler. Bizim bugün Karadeniz ağzı dediğimiz Türkiye Türkçesi şivesinin Karadeniz'de konuşulan ağzının ileride kendi başına bir dil olmayacağının garantisini kim verebilir? Unutmayın ki yeryüzündeki en alakasız diller bile tek bir dilden türedi. Mesela Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi. İkisi de Oğuz Lehçesinin şiveleri. İkisinin de kendi içinde ağızları var. Ama her iki dilde eskiden tekti. Çince... İçinde yüzlerce birbiriyle ilk bakışta hiçbir alaka kurulamayan dil barındırır... Bu dillerin hepsi tek bir dilden, Öz Çince'den çıkıp türedi. Belki başka dillerden de bolca etkilendiler; evet... Ama sonuç olarak özleri aynıydı. Mesela yurtdışında doğup büyüyenlerin konuşması garip algılanır. Ancak kim bunun bir kaç yüzyıl sonra Almanca ve Türkçe karışık bir dil olmaktan çıkıp ikisinden birinin bir lehçesi haline gelmeyeceğini savunabilir? (Bulgarca da ilk başta Türkçe-Slavca karışık bir dildi ama şimdi Slav dilleri içinde apayrı, kendi kuralları, kendi grameri, kendi fonetiği olan bir dil.)
Dillerin ölmesine de engel olamayız. Ancak dili korumak için onu "yaşlanmaktan" ve dolayısıyla "hayattan" men eden şeyler yapmamalıyız... Dilimiz öldüğünde, başka bir dile sarılmak yerine onun bize miras bıraktığı dile sarılmalıyız...

Ya da bambaşka bir örnek vereyim: İnternetin farklı köşelerinde farklı jargonlar oluşmuş durumda. Anime jargonu var, Kore dizisi jargonu var, akvarist jargonu var, egzotik hayvan jargonu var, inci jargonu var, ekşi jargonu var, uludağ jargonu var, itü jargonu var, (Evet, dördüne birden "sözlük jargonu" diyebilirdim ama Allah rızası için kim inci jargonuyla ekşi jargonunun aynı kategoriye alınacak kadar benzediğini iddia edebilir?) mesleki jargonlar var... Mesleki jargonları geç bir kenara şimdi... Anime jargonu: Japonca, Türkçe karışık konuşmalar. Anime terimleri vs. bir süre sonra tamamen bilinçaltınıza yerleşiyor zaten. Kore dizisi jargonu için de aynısının Korece versiyonu geçerli. Akvarist jargonu... Balıklara, markalara, etkilere... Binlerce isim var... Sırf şu jargondan sıfırdan bir dil üretebileceğimizi iddia ediyorum! (Tabii kelimelerin anlamlarını esnetmek gerekecek). Mesela "canlı doğuran" deyince bir başkası normal doğum yapan biri ya da bir şeyi algılar ama akvarist jargonunda yumurtalar suya değer değmez açılan balıkları tanımlayan bir jargondur. Neyse... Demek istediğim: Bütün bu jargonların ileride içerik genişleterek ayrı diller olmayacağının garantisini kim verebilir? Ölen dil, batan bir gemi değildir. Ölen dil, kentsel dönüşüme girip yıkılan bir binadır.Yerine her zaman için yenisi gelir. Ancak bu yenisi, başka bir dil mi olacak; yoksa batan geminin malları mı kurtarılacak? Ha, bana sorarsanız; elbette dilleri yaşatabildiğimiz kadar yaşatmayı tercih ederim. Bu çok büyük bir hazine; ama sırf dili kurtaracağız diye buharlı gemiye yelken dikmeye gerek yok. (Aha ulan, yeni bir deyim buldum. Alın, tepe tepe kullanın... Ya da kullanmayın; bana ne? Benim blogda yazdığım da ayrı bir jargon sonuçta...) Dili kurtarmak için yapılacak şey onun akışı önüne baraj kurup sonra da kurutarak şişeleyip satmak değildir. Dili kurtarmak için yapılması gereken şey doğal akışına izin vermek ve kendimiz de onunla beraber akmaktır. (Bak, mesela bu cümlede anlatım bozukluğu oldu; ama ya milyar yıl sonra asıl bileşik cümle yapısı bu hale gelirse?)

Ha, egzotik hayvan jargonu... Neredeyse her canlıya İngilizce, olmadı Latince adıyla söylüyorlar. Olaya morph filan giriyor bir de ki tam cümbüş! Ha, durup dururken size "kelime ithal edin" de demiyorum. Eğer Türkçede gerçek, zamanla ve kendiliğinden oluşmuş bir karşılığı varsa onu kullan... Mesela "geko" yerine "keler" de. Dili korumak için yapılması gereken budur; aksi halde yolun akışını -istemeden de olsa- tıkamış olursunuz ve en sonunda çıkan taşkında boğularak ölürsünüz. Taşkının faturası elbet daha berbat olacaktır: Hiçbir şekilde çözülemeyen bir dil yumağı...

Neyse... Sözün özü; dil su gibidir, ikisi de akar yolunu bulur... Ve eğer yolunu tıkarsan taşkın seni yutar götürür...

Değişik değişik şeyler

Evet, bahsetmek istediğim bir sürü alakasız yazı var ve ben sahurdan beri hiç uyumadım. Şimdiden özür ':)

Evet, önce karpuz kelimesi... Ben bu meyvenin adının ciddi ciddi kar ve buz kelimelerinin birleşiminden oluştuğunu düşünüyorum. Karpuzun anavatanı Güney Afrika'ymış. (Ülke olan değil, coğrafi tanım olarak. Afrika'nın güneyi anlamında). Karpuz meyvesine çoğu dilde "su kavunu" anlamına gelen isimler veriliyor. Kar ve buz... Bağlantıyı açıklamakta zorlanıyorum ama üzerinde yeterince kafa yorarsanız mantıklı hale geliyor.

Galiba sadece bunu yazmak için yazdım bu yazıyı... Ha, bir de; eski Türkçe'de bizim ön-eklerimizden bazılarının son-ek, son-eklerimizden bazılarının da ön-ek olduğunu öğrendim. Mesela hala daha isim olarak görebileceğiniz Aytolun. Dolunay anlamına gelir. Muhtemelen "Ay dolumu" tarzı bir temelden kaynaklı; yani ay tam olarak dolduruyor orayı... Ya da eki-on. On iki anlamına gelir.

Kavşak ve kavuşmak sözcüklerinin kökeninin aynı olduğuna kanaat getirdim; kauş'tan geliyor muhtemelen kökü. (Buradan olmayan ya da aslında kendi içinde bir çok türü olan kurallar uydurup bunları indirgeyerek Türkçe diye bir dil bırakmayan TDK'ya selam olsun)

Mesela şu ünlü uyumları. (Bunların büyüğünü küçüğünü de hep karıştırmışımdır). İşin içine yuvarlak harfler girdiğinde TDK'nın açıklaması batar. Neden mi? Şok şok şok: Aslında Türkçe'de Ö ve O yumuşak, Ü ve U kalın sestir de ondan! Ya da yumuşak sessizle bitmesi olayı. Aslında, bu ilk-Türkçe için doğru olsa da; uzatılan harflerden sonra gelen seslerin çoğunun uzatması düşmüş ve harfler de yumuşamıştır. Mesela "Ad" kelimesinin ilk-Türkçe hali Aat'tır. Ama dediğim gibi, dönüşümler bu kuralın varlığını ortadan kaldırmış; daha doğrusu onu da dönüştürmüştür. Gel de bunu Türkçesi olmayan kelimelere Türkçe karşılık bulacağım diye dili yalama haline getirenlere anlat... (Arada güzel şeyler çıkıyor; mesela inkar edemeyeceğimiz bir "bilgisayar" faktörü var. Ama arkadaşım az düşünün, bilgisayar gibi ilginç, güzel şeyler niye olmasın?)

Ha; harfler birbirine dönüştüğü gibi, yer de değiştirmiştir. Mesela Toprak kelimesi Azerbaycan Türkçesinde Torpaq biçimindedir. (Kök olarak hangisi daha doğru bilmiyorum tabii) Damga (Harf, sembol, işaret vs.) kelimesi ise Türkmence'de Tağma biçimindedir. (Kelimenin özü "tamga")(Bu arada Türkmence'de bizdekinden çok daha az evrim geçirmiştir kelimeler hem ses, hem anlam olarak. Tağma istisnai kelimelerden biri)

Amma konuştum ha, Mikakunin de Shinkoukei izlemeye gidiyorum ben. (Koydukları isme bak. Konusu için özet geç diyenlere -incici damarım mı kabardı aq, internette her türlü ortamda pasif de olsa bulunduğumdan bir de uykusuzluk sonucu devreler karışıyor tabii-: Çocukluğunun bir kısmını hatırlamayan ve ev işlerinden kendisinin mesul olduğu bir kız, siscon* bir abla, aniden çıkıp gelen bir nişanlı ve abisi de dahil herkese ismiyle hitap eden çok bilmiş ama bolca zaafı olan bir görümce. Evet, konu bu. Spoiler vermemek için ne şekillere girdim... Neyse...)

EDİT

Karpuz Farsça kökenliymiş, dağılabilirsiniz. Bu arada siscon'un anlamını vermemişim ama birazcık araştırmayla bulabilirsiniz.

29 Haziran 2016 Çarşamba

Ice tea'ler üzerine bir yazı

Bilen bilir, ice tea bağımlısıyımdır. (Blogda yeterince kafanızı şişirdim zaten; sözlükte yazıyordum neredeyse. Ekşide takılmaktan beyin pert olmuş, incide kimse o tarz konuşmadığı için oradayken bu tür etkiler olmuyordu)

Evet, ice tealer üzerine bir karşılaştırma yapacağım. Önce; karşılaştıracağım markalar: Lipton, nestea, teatone, didi, fuse tea, bi'ice tea

Lipton: Mangolusu güzel. Limon ve şeftalilisi fazla değil. Limon zaten berbat da; şeftalili olanı şeftali tadında. O tadı istesem direkt şeftali yer ya da şeftali suyu içerim zaten; ama sevilebilir.

Nestea: Bunun da şeftalilisi berbat ama limonlusu iyi.

Teatone: Şeftalilisini iyi bulduğum tek marka. Limonlusu berbat, bergamotusu iyi sayılır.

Didi: Türkiye'de bergamotlu ice tea furyasını başlatan marka. E, doğal olarak da bergamotlusu en iyisi; ayrıca çileklisi de taktire şayan. Şeftalilisi de fena değil.

Fuse tea: Şeftalilisi güzel değil ama karpuzlusu çok iyi. Türkiye'de başka bir markanın karpuzlu ice tea üretmemesi de ayrıca taktir edilesi.

Bi'ice tea: Limonlusu içilebilir, şeftalilisi berbat. Ama en büyük hayal kırıklığım elmalısı. Elmalı ice tea görünce gözlerimden kalp çıkmıştı ama elmanın da, aromasının da esamesi okunmuyordu. Bildiğin demli çayı soğutup paketlemişler gibi. A101, şu elmalıyı iyileştir! (Şimdi baktım da nette elmalı resmini bulamadım; liptonun muydu o? Sanmıyorum... Ama hangi markaysa aynen geçerli bu dediklerim)

Evet, bu kadar... Ha, fif-tea'yi deneme fırsatım olmadı daha. Yeşil çaylı kırmızı meyveler olayını acayip merak ediyorum, ilk fırsatta deneyeceğim.

Ha, bir de: Ice tea'nin tadını almak istiyorsanız teneke kutuda içeceksiniz. Pet şişede, karton kutuda güzel olmuyor; teneke kutudaki tadı vermiyor. Tuhaf bir tat bırakıyor ağızda. (Ice tea gurmesi oldum çıktım aq, neyse...)

28 Haziran 2016 Salı

Zehirli Olmadığı Halde Yiyemeyeceğimiz 4 Şey

İnsan vücudu muhteşemdir; çoğu canlının dayanamayacağı birçok zehre karşı son derece dirençlidir. Bu zehirlerden bazıları: Kakao kafeini, patlıcan nikotini ve domates zehri.

Ama bu kadar muhteşem olan insan vücudunun; zehirsiz olmasına rağmen bazı nedenlerle tüketemeyeceği/tüketmemesi gereken bazı şeyler vardır.

1. Çimen

İnsan, hepçil bir canlıdır; yani hem et, hem de otu rahatça sindirebilmelidir. Ancak insan vücudu, açıkça etçil olan kedi ve köpeklerin bile rahatça sindirebildiği selülözü sindirmekte sorun yaşar. Diğer tüm otları yiyebildiğimiz halde çimeni yemememiz gerekir; çünkü içinde aşırı derecede selülöz vardır. Vücudumuzun sindiremeyeceği kadar fazla. Evet, belki ölmezsiniz; ama sürünürsünüz.

2. Hamam böceği

Hamamböceği, zehirsiz bir böcek olduğu halde her türlü mikrobu üstünde taşır. Yalnız, burada şu önemli: Eğer bahsedilen hamamböcekleri steril ortamda üretilip bakılmış ve yenmesi için hazırlanmış hamam böcekleri ise, onları tüketebilirsiniz. Ben doğadaki hamam böceklerinden bahsediyorum. (Bu arada Madagaskar tıslayan hamam böceği, diğer hamam böceklerinin aksine mikrop taşıyıcısı değildir)

3. Sinek

Sineklerin bazıları zehirliyken, bazıları da hamam böceği ile aynı nedenden tüketilmemelidir. Her şekilde sineklerden uzak durmakta fayda var. (Taylandlılar, Çinliler bile yemiyor; onların bile midesi kaldırmıyor)

4. Fare

Burada şöyle bir ayrım yapmak gerek: Günlük hayatta "fare" deyip geçilen kemirgenlerle bilimsel olarak gerçekten fare/sıçan olan kemirgenler farklıdır. Bir çok kemirgen, insan kadar hatta daha fazla hijyenine önem verir. Bunun içinde günlük hayatta "fare" deyip geçtiğimiz kemirgenler (ki bazısı kemirgen dahi değildir) de vardır. Fare/sıçanların özellikleri şunlardır: Kuyrukları uzun ve tüysüzdür, bedenleri silindir biçimli ve uzun tüylüdür. Şu canlılar fare/sıçan değildir: Tarla fareleri, ağaç sıçanları (Capromyidae), kobaylar ve koşar-fareler.

Tarla fareleri: Tarla faresi, hamster, su sıçanı, avurtlak, lemming, misk sıçanı, deer mice, pack rat/woodrat, çekirge faresi, brucie/akodont, akşam sıçanı ve tırmanıcı sıçan bu sınıfa girer. Bedenleri yuvarlaktır. Bu canlıların kendi arasında da bir çok farkı vardır. Daha sonra resimle açıklayacağım.

Ağaç sıçanları: Görünüş açısından fareden/sıçandan çok sincaba benzerler.

Kobaylar: Tavşan ile fare arasında bir görünüşleri vardır. Kobay (Guinea pig), dağ kobayı, mara, su domuzu (Capybara cinsi hayvanlar) ve kerodon (kaya kobayı) bu sınıfa girer. Kuyrukları top biçimindedir.

Koşar-fareler (Gerbiller): Vücutları yassı, kuyrukları sonuna dek tüylüdür.

Tarla faresi:

Hamster:

Su sıçanı:

Avurtlak:

Lemming:

Misk sıçanı:

Deer mice:

Pack rat:

Çekirge faresi:

Brucie/akodont:

Akşam sıçanı:

Tırmanıcı sıçan:

Ağaç sıçanı:

Kobay:

Dağ kobayı:

Mara:

Su domuzu:

Kerodon (Kaya kobayı):

Koşar-fare:


EDİT:

Lan o kadar şey yazmışım, farenin neden yenemeyeceğini unutmuşum. Fare de mikrop taşıyıcısı olduğundan yenmemeli, ama bir çiftlikte hijyenik koşullarda üretilip bakılan fareleri yiyebilirsiniz. Bir de kemirgen bile olmayan sivri fareler var ki onlar zaten zehirli.
Sivri fare

23 Haziran 2016 Perşembe

Ne zamandır saçmalamıyorum, özlemişsinizdir

Ben de özledim ama izninizle biraz sızlanacağım önce. Bu sıcakta her gün dershaneye gidip gelmek, hele oruç oruç hiç mi hiç çekilmiyor. Dershanede ne işin var, derseniz: Sınavı normalleştirme sınavları işte.

Dün, "Eğer Dünya tek bir köy ve her ülke de bir insan olsa nasıl olurdu?" diye düşündüm. Bazı ülkelerin köydeki rolü açıkça belli; mesela ABD kesinlikle köyün ağası olurdu. Vatikan köy imamı, Türkiye de köyün delisi olurdu. Ciddiyim, Türkiye'ye en yakışan rol bu. Ha, bu bir hakaret değil: Bence deliler daha iyi. Neyse... KKTC de Türkiye'nin hayali arkadaşı olurdu, zira kendisini tanıyan başka ülke yok.

Doğal saç renklerine bir renk daha ekleme şansınız olsaydı ne eklerdiniz? Mümkünatı sorgulamadan cevap ver evladım, sen, arka sıra! Dağıtacağım o arka dörtlü- Ne? Dershane yüzünden sabahın köründe uyanıyorum evet; ama ne alakası var şimdi uykusuzlukla? Oldu o zaman... Neyse... Ben mavi ya da yeşil eklerdim, karar veremedim. Yazarlarımızdan Kaan beyaz eklermiş. Yazarlarımızdan Zeliha da beyaz, mavi, mor deyip en son beyazda karar kıldı. Yazarlarımızdan Artun'dan ise cevap alamadım. Muhtemelen sınava hazırlandığı için telefona bakamıyor; bir diğer ihtimal de tuzu kuru olduğu için cevap vermedi. Oh, adamın saç-sakal kızıl tabi (Turuncu; doğal kızıl turuncumsu oluyor biliyorsunuzdur)... Biz kahve-siyah dolaşıyoruz. Bu arada saçımın rengi beni gıcık edecek, Siyah mı, kahverengi mi bir türlü karar veremedim. Galiba karışık. Bir tele bakıyorum siyah, başka bir tele bakıyorum kahverengi... Arada bir tel beyaz da var, bu şehir hayatının stresi hep...

Yeni bir dövüş sanatı üzerinde çalışıyorum. Neden, derseniz: Hiç işim gücüm yok da ondan. Doğayı temel alacak, kaplandan kaçar gibi adam dövülecek. Kaplandan kaçma ihtimaliniz yok gibi bir şey ama adamı dövebilirsiniz belki, emin değilim.

21 Haziran 2016 Salı

Diller hakkında biraz daha

Ne yapsam, ne yapsam, diye düşünürken; diller hakkında bir şeyler daha yazmaya karar verdim. Çünkü neden yazmayayım?

Öncelikle; R-L dönüşümü. R ve L, devamlı birbirine dönüşen iki sestir ve bu dönüşümün tamamlandığı dillerde iki sesten biri yok olur. Japonca ve Çince'de bu dönüşüm tamamlanmış, Japonca'da L, Çincede de R sesi kaybolmuştur. Korecede de tamamlanmak üzere; vaziyet de L sesinin kalacağını gösteriyor.

Peki ya, dilleri öğrenmenin kolaylığı? Bir dile öylece "kolay" ya da "zor" diye kestirip atamazsınız. Dili öğrenecek kişinin anadili de önemlidir. Mesela Hint-Avrupa dillerinin en kolayları İngilizce ve İspanyolca, en zorları da Hint dilleridir. Ama bizim gibi Altay dillerini konuşanlar için İngilizce ve İspanyolcayı öğrenmek bile epey zordur. Mesela, anadili Çince ya da başka bir Afro-Asyatik dil olan bir kişiye Arapça ya da İbranice zor gelmezken; Hint-Avrupa ve Ural-Altay dillerini konuşanlara epey zor gelecektir. Altay dillerini konuşanların Hint-Avrupa dillerinden en kolay öğrenebilecekleri ise, ilginç bir şekilde Slav dilleridir. Bunun nedeni, her iki dilin de Sibirya civarında doğmuş olması olabilir. Altay dilleri, Avrupa dillerini konuşanlara zor gelecekken; Afro-Asyatik dilleri konuşanlara orta zorlukta, Ural dillerini konuşanlara ise kolay gelecektir. Mesela Türkçe ve Japonca, öğrenmesi en zor dillerden sayılır. (Birinci Çince ama, o kesin. Nedenlerini ve kestirip atma sebeplerini yazacağım) Oysaki Türkçe konuşanlar Moğolca, Japonca ve Korece'yi; bu dilleri konuşanlar da yine Türkçe ve birbirlerini daha kolay öğrenecektir. Ama elbette, Avrupa dillerini konuşanlar için hepsi zor gelecektir. Aynı dil ailesinden Hintçeyi bile zar zor öğrenen insanlar bunlar.

Çince ise öğrenmesi en zor dildir ve açık ara birincidir. Nedeni, Çincenin aslında tek bir dil olmaması; birbirine geçmiş, ortak kökenden gelmesine rağmen zaman içinde tamamen ayrı hallere gelmiş dillerin toplamından oluşmasıdır. Elbette, Tayca konuşan biri; Çinceyi diğer dilleri konuşanlardan çok daha kolay öğrenecektir. Çünkü Çince, Tay-Kaday dil ailesinin Sinik diller bölümündeki tüm dillere verilen ortak isimdir. İşte tam da bu yüzden, 1000'den fazla cümle yapısı, kelime içeriği vs. az-çok farklı dilin birleşimi olduğundan, Çince öğrenmesi en zor dil kabul edilir. Bununla birlikte; Sinik dillerden birini konuşan biri için, başka bir Sinik dili öğrenmek o kadar zor olmayacaktır. Ancak, Çinceyi oluşturan dillerin; Türkçeyi oluşturan lehçe ve şivelerden daha fazla ayrımı olduğunu bilmeliyiz. Örneğin biz Kazakça, Kırgızca gibi dilleri öğrenirken aynı dilin bir başka lehçesini konuştuğumuz için o kadar zorlanmayız. Ama Moğolca öğrenirken, yine çok benzemesine rağmen ayrı bir dil olduğu için daha çok zorlanırız. Bunun gibi. Bunun yanında, Çince tarih boyunca Türkçe, Moğolca, Tunguzca, Japonca, Korece, Tayca, Rusça gibi dillerle kelime alış-verişi yapmıştır. Bu nedenle Çince öğrenmeye çalışırken, tek bir dili değil; bir dil yumağını öğrenmeye çalışırsınız. Zorluğunun ve kestirip atılabilmesinin nedeni budur.

Eril ve dişil ekleri bilir misiniz? Altay dillerinin bazılarında bulunurlar. Ben neredeyse hiç Korece bilmiyorum, Tunguzcayı Tunguzlar bile doğru düzgün konuşmuyor artık. Ama az miktarda Moğolca, ana dilim olduğundan Türkçe ve üzerinde epey çaba harcadığım Japonca üzerinde eril-dişil ekleri anlatacağım. Öncelikle: Altay dillerinde eril-dişil ayrımı yoktur. Bu, şu demektir: Cümleler, öznenin eril-dişil oluşuna göre çekimlenmez. Her şekilde aynı çekimlenir.

Eril ek;
Türkçe: Er
Moğolca: (Bilgi bulamadım ama Türkçe eril ek "er" de kullanılıyor)
Japonca: Nen

Er ve Nen'in benzerliği göze çarpıyor, değil mi? Japonca'da son harfin N haricinde sessiz olamayacağı bilgisini bilirsek, bağlantıları bulmamız kolaylaşır.

Dişil ek:

Türkçe: (Yok. Ancak Moğolcadaki dişil ek olan "İş" de kullanılıyor.)
Moğolca: İş
Japonca: Jo. (Okunuş: Co)

İş ve Jo arasındaki bağlantı açık bence; ama yine de açıklayacağım. Öncelikle, İş "İşi" halini alır. İşi, Şi halini alır. Şi, Ji şeklini alır. Ji->Jı->Ju->Jo biçiminde olacaktır. Tersinden de düşünebiliriz: Jo, önce İjo halini alır. Sonra İju->İjı->İji->İj->İş biçimine gelir.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Doğada Yönünü Bulamamanın 6 Farklı Yolu

Bulma yöntemlerini herkes anlatır, ben size bulamamanın yöntemlerini anlatacağım. Eleştirmeyin; feyz alın, feyz!

1. Kutup yıldızı diye Venüs'e bakarak yön tayin etmeye çalışın.

Kutup yıldızının sadece Kuzey Yarımküre'de işe yaraması bir yana, gökteki en parlak yıldızdır. Ama söylediğim gibi, yıldızdır. Gece gökyüzünde yıldız formunda, çok daha parlak bir ton gezegen vardır. Kutup yıldızını bulabilmek için Ayı takımyıldızlarının şekil ve birbirine konumunu bilmek şarttır.

2. Gün ya da gecenin hangi yarısında olduğunuzu bilmeden ay-güneş temelli yön tayini yapmaya çalışın.
Koymasam ölürdüm
Ay ve güneş, gündüz ve gecenin ilk yarısında doğuyu, ikinci yarısında batıyı bulmaya yarar. Ama siz gecenin 2. yarısında ayı doğu kabul ederseniz, o iş olmaz.

3. Hangi yöne gideceğinizi bilmeden kuzeyi bulmaya çalışın.

Hayır, bulsan ne yapacaksın? Bir yerine mi sokacaksın af edersin?

4. "Bu ayı ini mi?" diye mağaraya girip iyice kaybolun.

Ayı inleri daima kuzeye bakar ama bir yerin ayı ini olup olmadığını anlamak için bir adet ayı ya da ayıya ait izler şarttır. Bunları aramak için mağarayı girersiniz, kaybolmasanız bile ayı içerideyse ayrı bir dert.

5. Ağaç diplerindeki kara yosunlarına kayıtsız şartsız güvenip daireler çizin.

Ağaç yosunları daima kuzeye bakmaz, genelde kuzeye bakar. Karayosunları karanlık ve nemli yerleri sever ve orada daha çok yetişirler, bu yüzden daha çok kuzeyde olurlar. Ama diğer şartlara da bakmalısınız.

6. Karıncalara güvenin

Karınca yuvalarının etrafındaki toprak birikintisi, bir yerde daha yüksek ve yoğundur. İşte o yer, genelde kuzeydir. Ama dediğim gibi "genelde". Esasen en çok ve en sert rüzgarlar nereden geliyorsa (ki bu da  Kuzey yarımküre için neredeyse her zaman kuzeydir, ama neredeyse) o yöne bakar.

7. Kuzey yarımkürede kuzeyi gösteren şeyleri, Güney yarımkürede de kuzey için kullanın.

Kuzey yarımkürede kuzeye bakanlar Güney yarımkürede güneye bakar, hadi bilmiyorsunuz mantığınızı da kullanmayın hiç.

17 Haziran 2016 Cuma

Doğada anestezi

Anestezi, ameliyatlarda kullanılan bir şeydir, bildiğiniz gibi. Ancak anestezi çok eski bir işlemdir; ve bir çok anestezik madde vardır ki çoğu bitkilerden elde edilir. (Bu bitkilerin büyük çoğunluğu zehirlidir, dozajda dikkat şart. Günümüzde de fazla anestezi öldürür zaten)

Tarih boyunda kullanılan anesteziklerin bir kısmı da (önemli bir kısmı) uyuşturuculardır. Uyuşturucular, ilk başta keyif değil; anestezik amaçlı icat edilmiştir.

Avrupa'da afyon ve alkol anestezik olarak kullanılmıştır,

İnkalar kokaini anestezi malzemesi olarak kullanmıştır. (Kokain, "Koka" adlı bir bitkinin -Erythroxylon coca- yapraklarının özüdür)

Çin'de (Ki Çin tıbbı dünyanın en eski alternatif tıp türlerinden biri olup günümüzde de Uzakdoğu'da etkilidir) afyon ve nadiren "sinir şoku" kullanılmıştır. (Sinir şoku dediğim, sinir köklerine basınç ve soğuk su uygulayarak lokal anestezi yapma)

Adamotu (İngilizce "mandrake" diye geçer, Mandragora cinsindeki iki bitkinin adıdır) son derece zehirli ve feci uyuşturucu etki gösteren bir bitkidir. Bu bitki, insana benzeyen kök yumrularıyla (zaten kullanılan kısmı da burasıdır) çağlar boyu hep bir merak konusu olmuştur. Antik tıp, simya, bitkisel büyü gibi aramalar yaparsanız; eninde sonunda bu bitkiyle karşılaşırsınız. Kendisi, düzgünce arıtıldığında pek çok ilaç için kullanılan bitkidir. Bu feci uyuşturucu etkisi, bizim için önemli. Çünkü bu aşırı derecede bir etkidir; adamotunun (ki kendisi ülkemizde de bulunabilen, neredeyse tüm Dünya'da doğal olarak yetişen bir ottur) etkisi "lokal anestezi" değil, "zihnel anestezi"dir. İnsanı deliliğe kadar götürür. Bu nedenle çok ama çok az kullanılması gerekir.
Gelin mantarı, sinek mantarı (Amanita muscaria): Çizgifilmler sağ olsun "zehirli mantar" deyince akla gelen o kırmızı renkli, beyaz benekli mantar var ya? İşte o mantar, bu mantar. Gerçekten de zehirlidir; ancak zehri öldürücü değildir. Zehri öldürmez ama süründürür. Bu mantarın aşırı derecede halüsinojen özelliği vardır. Bu mantarı listeye almamı sağlayan şey ne mi? Bu mantar; Orta Çağ Avrupasında sinek kovucu olarak (Suyu), Sibirya şamanları tarafından ayin aleti olarak (Şaman ayinlerinde kullanılan başka iki bitki de yem kanyaşı ve ayahuasca'dır) kullanılır. Ama esas mesele şu: Vikingler, bu mantarı; sefer öncesi yerler. Cesaret verdiğine inanırlar. Halüsünojen etkisinin nasıl işlediğine bakıldığında, bu aslında mantıklıdır: Bu mantar, nesneleri olduğundan büyük ve/veya küçük görmeye neden olur. Küçücük düşmanlara karşı elbette daha cesur olunur. Bu yüzden, bu mantar; "cesaret anestezisi" olarak kullanılabilir. Bu mantar, korkan hastalara yedirilerek cesaret sağlanabilir. O sırada kafası güzel olacağından, muhtemelen ameliyatı da hissetmeyecektir. Ancak gelen saçma özgüvenle size saldırmaya kalkabilir, o ayrı.
Karanfil: Karanfilin goncası (açmak üzere olan tomurcuk) ve yağı kullanılır. Hafif bir anesteziktir, daha çok ağrı kesici olarak kullanmalısınız.

Söğüt özü: Söğüt ağacının kabuğunun altında salgılanan özdür. Ağrı kesici olarak kullanılabilir.

Dietil eter (Lokman ruhu): Bu madde, ilk genel anesteziktir. İki biçimde elde edilir: 1-Etil alkölün (Bitkisel alkol, alkollü içkilerin asıl alkolüdür. Meyveler ezilip uzun süre bekletilerek kolaylıkla elde edilebilir) sülfürik asit (Yani kükürdün kurşun katalizörlerle işlenmesi sonucu elde edilen madde) ile dehidrasyonu. Dehidrasyon için, etil alkolle sülfürik asidi uygun şartlarda karıştırıp beklememiz yetiyor. 2-Etilenden eter fabrikasyonu. Etilen, bitkilerin büyüme hormonu gibi bir şey. Olgunlaşmamış meyveler ve yeni sürgünlerde bolca bulunur. Elbette, bu maddeyi elde etmek her şekilde uzun ve uğraştırıcı. Yani doğada pek de işlevsel değil.
Kediotu (Valeriana officinalis) kökü: Sakinleştirici etkisi vardır. Uyku ilacı olarak da kullanılabilir. Uykudaki insanı ameliyat etmek ne kadar doğrudur, ayrı bir konu tabii.

Afyon: Afyon, haşhaş bitkisinin sütsü öz-suyundan elde edilen bir maddedir ama uyuşturucu sınıfına girdiği için burada yapımını anlatamam. Avrupa ve Çin tıbbında, afyon anestezik olarak kullanılmıştır.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Kılıç çeşitleri

Şimdi "Kılıç ne alaka?" "Nereden çıktı?" filan diye sorabilirsiniz. Öyle esti işte... Kılıçlar; bir kaç farklı şekilde ayrılır.

Coğrafyalarına/milletlerine göre: Bu kılıçlar Avrupa kılıçları, Asya kılıçları (Türk, İran, Arap), Uzakdoğu kılıçları (Çin, Kore, Moğol) ve Japon kılıçları olarak ayrılır. (Bu arada katana kılıcın birebir Japonca çevirisidir, her kılıca katana der Japonlar)

Uzunluklarına göre: Kısa kılıçlar, orta boy kılıçlar ve uzun kılıçlar olarak ayrılırlar.

Asılma biçimlerine göre: Sırta dikey asılan (Çin, Japon ve bazı Asya kılıçları), bele yandan takılan (neredeyse her kılıç) ve bele yatay takılan (Şaşmir adlı bir Asya kılıcı) olmak üzere üçe ayrılır.

Ağırlıklarına göre: Hafif kılıçlar ve ağır kılıçlar olarak iki çeşittir.

Evet...

Avrupa kılıçları:

Uzun ve kısa kılıçlar, klasik Avrupai kılıçlardır. Tek farkları uzunluklarıdır.
"Rapier" yani ince kılıç eskrim turnuvalarında kullanılan tipte, kesmeyip delen kılıçtır.
"Saber" yani eğri kılıç: Hun-Osmanlı ve Memlük kılıçlarından esinlenilmiştir. Kendi içinde tek taraflı, çift taraflı vs. çeşitleri vardır.

Asya kılıçları:

Kilij: Kilij, aslında eski Türklerin "kılıç" deyince aklına gelen şeydir. Zaten açık bir şekilde Türkçe Kılıç (Hunca'da Kılič biçimindedir) kesimesinin Avrupalılaştırılmış halidir. Kilij yani klasik Türk kılıcı, ilk Türkler'den Osmanlı'ya dek kullanılmıştır.

Massive (ağır) kilij: Buna da "ağır kılıç" demek daha doğru. Adı üstünde, ağır bir kılıçtır. Spartalılar'da da bir benzeri görülür. Tıpkı kilij gibi, ilk-Türklerden Osmanlı'ya dek kullanılmıştır.

Yatağan: Yatağan, Osmanlı döneminde icat edilmiş; "kulaklı kılıç" da denen bir kılıçtır. (Avrupalılar Turkish sword diyormuş). Yatağan, açıkça kilij'in elden geçirilmesi ve yeniden tasarlanmasıyla yapılmıştır. Yatağanın bir diğer özelliği ise, üstünde yazılar olmasıdır. (Bu yazılar ayet, şiir mısrası, yapanın/kullananın adı vs. gibi her türden şey olabilir)

Gaddare: Türkçe ismini aradım ama bulamadım. Şimdi aklıma geldi, muhtemelen gaddar kılıç gibi bir şeydir. Bu arada bu kılıç Osmanlı'da da kullanılmasına rağmen Pers (Fars, İran) kökenli bir kılıçtır.

Şaşmir: 9. yy.da Orta Asya'da bulunmuştur. Ancak büyük ihtimalle mucidi Taciklerdir. Çünkü "Şeşmir" kelimesi Farsça'da "kılıç" anlamına gelir. (Tacikler; Çin'in oralarda yaşayan İran kökenli, Perslerle yakın akraba bir halk. Zaten Tacikçe de Farsça'nın lehçesi kabul ediliyor)

Karabela: Bu kılıç da tıpkı yatağan gibi, Osmanlı döneminde icat edilmiştir. Yeniçeri ve sipahilerin kullandığı birincil kılıçtır. Avrupa seferleriyle Avrupa'ya yayılmıştır, hatta Leh'lerin (Polonya halkı) resmi kılıcı haline gelmiştir. (Lehçesi ne bilmiyorum ama)

Dımışkı: Damascus çeliğinden yapılan her türlü kılıç ve bıçağa verilen isimdir. Resimde bir dımışkı hançeri görüyorsunuz.

Memlük kılıcı: Adı üstünde, Memlüklerin kullandığı asıl kılıçtır. Türk ve Arap tarzı kılıçların bir karışımı gibidir. Amerika'nın deniz subayı merasim kılıcı imiş aynı zamanda, 19. yy.da Karamanlı Hamit bey hediye ettiğinden beri.

Pala: Süvarilerin kullandığı bir kılıçtır. Arap kökenli olarak bilinir ama sorun şu ki Arapça'da P sesi yoktur.

Schimitar: Bunun hakkında doğru düzgün bilgi bulamadım. Ama şaşmir de, kilij de bunun türü kabul ediliyor.

Uzakdoğu kılıçları:

Bu kılıçların çoğu Çin kökenli olmasına rağmen Moğollar, Asya Türkleri ve Koreliler tarafından da yaygınca kullanılmışlardır. Jian ve Dao, temel kılıç çeşitleridir. Diğer tüm Uzakdoğu kılıçları bu ikisinden türetilmiştir.

Jian: Avrupa tarzı kılıçlara benzer.

Dao: Palaya benzer ki kökeni Çin değil, Türk-Moğol kavimleridir.

Dadao: Dao'nun bir çeşididir.

GuanDao: Dao'nun bir çeşididir. Mızraksı bir yapıdadır.

Japon kılıçları:

Genel olarak hepsine "katana" dense de anladığımız katana'dan çok farklı yapıda Japon kılıçları da vardır. Ayrıca Japonlar tarafından; Uzakdoğu ve Asya kılıçları da çok yaygın olmamakla birlikte kullanılmıştır.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Dillerin kökeni, kök dil, R-Z ve dahası

Evet, gerekli ilgiyi toplayıp merakı oluşturduğuma göre konuya geçebilirim. Bu arada ne fark ettim, "Bir insan bünyesinde en fazla ne kadar gereksiz bilgi barındırabilir?"in cevabıyım resmen. Neyse...

Evet; öncelikle "kök dil". Basitçe anlatmak gerekirse; dillerde insanlar gibidir. Tek bir atadan ortaya çıkmışlar ve daha sonra ayrılmışlardır. Ayrılma da bütün halde olmamış, parça parça olmuştur.

R-Z konusu... Göz, gör(mek) ve kör kelimelerinin ortak kökten geldiği aşikar. Peki ya gözün sonundaki "Z" sizi de rahatsız etmiyor mu? R'den Z'ye dönüşüm, Hunca döneminde (İlk-Türkçe'nin parçalanmasından çok kısa bir süre sonra yani) başlayıp yine o dönemin sonlarında tamamlanmıştır.

Ha, bu arada; milletler ve kullandıkları diller her zaman akraba olmayabilir. Mesela Bulgarlar safkan Slav olmamasına rağmen Bulgarca saf bir Slav dilidir.

Neyse; R-Z diyorduk... Her üç kelimenin de kökü "Kör"dür. KÖR->KÖRZ->KÖZZ->KÖZ->GÖZ, KÖR->GÖR ve KÖR. Gör'ü çekimleyelim hatta;

Dur bir, şimdi aklıma geldi. Bu konunun daha iyi anlaşılması için; ilk-Türkçe çoğul eklerine ihtiyacımız var. Günümüz çoğul eki bir tane: Lar/Ler. Ama ilk-Türkçe'de ayrıca bir çoğul eki daha vardı: Z. Kelime sonuna getirilen Z, kelimeye çoğulluk katar. Günümüzde çoğul eki olarak yok olmuş olsa da hala bu çoğul ekiyle yapılmış bir çok kelimeyi kullanıyoruz: Diz, Biz, Siz. (Biz ve Siz kelimeleri; Ben ve Sen kelimelerine Z çoğul ekinin eklenmesiyle oluşmuştur. MEÑ->MEZ->MİZ->BİZ, SEÑ->SEZ->SİZ) Z çoğul eki hakkında şu var: Eğer son ses çiftli bir sesse atılır, tekil sesse korunur. Ama tekil sesler korunsa bile eninde sonunda kaybolur.

Türkiye Türkçesi, Batı Oğuzca'dan doğmuştur. (Batı Oğuzca'dan doğan diğer diller: Azerbaycan Türkçesi ve Gagavuzca). Batı Oğuzca ise Oğuzca'dan doğmuştur. (Oğuzca'dan doğan diğer diller: Doğu Oğuzca [Türkmence, Horasan Türkçesi], Güney Oğuzca [Kaşgayca, Afşarca, Aynallu dili, Sonkori] ve Salarca). Oğuzca ise Eski Türkçe'den doğmuştur. (Eski Türkçe'den doğan diğer diller: Kıpçakça [Kırım-Tatarcası, Kumıkça, Karaçay-Balkarca, Karaimce, Kumanca, Tatarca, Başkurtça, Kazakça, Kırgızca, Karakalpakça, Nogayca], Uygur kök dili [Çağatayca, Özbekçe, Göktürkçe, Uygurca, Yugurca, Eynuca, İli Türkçesi], Sibirce [Yakutça, Dolganca, Hakasça, Şorca, Tuvaca, Tofaca-Karaçay, Altayca, Çulimce] ve Argu [Halaçça]). Oğuzca ise ilk-Türkçeden doğmuştur. (İlk-Türkçe'den doğan tek diğer dil Bolgar kök dilidir. [Bolgarca -Bulgar Türkçesi-, Çuvaşça, Avrupa Huncası, Avarca]).

Peki ya ilk-Türkçe nereden doğmuş? İlk-Türkçe'nin kökeni; Türk-Moğol kök dilidir. Daha sonra İlk-Türkçe ve Moğol kök dili olarak ayrılmıştır. Bu arada, Moğollarla bir çok ortak ya da benzer kelimemiz var ama ayrılma çok erken gerçekleşmiş durumda; ortak kelimelerin çoğunun kökeni ise Uygur dönemine dayanıyor. Bu arada Moğol kök dilinden doğmuş olan üç dil var: Moğolca, Buryatça ve Kalmukça.

Buraya kadar tamam da; Türk-Moğol kök dili nereye dayanıyor? Türk-Moğol kök dilinin kökeni ise Altay kök dili. (Ki içinden Korece, Japonca ve Ainu dilini de çıkarmış bir kök dildir). Ainu dili ne diye sorarsanız; sadece Japonya'nın en kuzeyi, Rusya'nın en güneydoğusu ve Çin'in en kuzeydoğusunda yaşayan bir halkın (Ainu halkı) konuştuğu dil.

Altay kök dili, ne güzel.. O da ilk-dil di mi? Değil! Altay kök dilinin kökeni Ural-Altay kök dili. Bu arada bu kök dil Ő sesini de içeriyordu muhtemelen çünkü Macarca'da hala bu harf yazılır ve kullanılır.

Ural-Altay kök dili daha sonra Ural kök dili ve Altay kök dili olarak bölünmüştür ki Ural kök dili içinden Fince, Macarca ve Estonca'yı çıkarmış ve Avrupa'da Hint-Avrupa etkisinden korunabilmiş bir kök-dildir.

Ural-Altay kök diliyle ilk-dil arasında bir geçiş aşaması var: Bu aşamadaki durum her neyse, bazı Kızılderili kabile dilleri ve Sümerce'yi de içinden çıkarmış bir durum olduğunu belirtmekte fayda var.

Neyse işte, en nihayetinde de ilk-dil. Hadi ben kaçtım.

5 Haziran 2016 Pazar

İlk ve Tek Türk Yapımı Fps Oyun : Zula



Merhabalar. Bu yazımda sizlere ilk ve tek türk yapımı fps (first person shooter-birinci şahıs nişancı) oyun olan Zula'yı tanıtmaya çalışacağım. Öncelikle söylemem gerekir ki, bu oyun hangi özelliklere sahip olursa olsun, piyasadaki ilk online fps oyunumuz olarak pozitif ayrımcılığı hak ediyor. Bu başarılı oyunun, Türk oyun sektöründe bir çığırın başlangıcı olması dileklerimi iletmek istiyorum.


  Zula, 1.5 gb civarında düşük bir boyuta sahip olduğu için internetten rahatlıkla indirilebiliyor. Oyunun ücretsiz olduğunu ise söylememe gerek yok sanırım.Oyunun indirilmesinden ve standart kurulumunun ardından, üyelik girişi yaptığınızda, sistem otomatik olarak bilgisayarınızın performansını ölçüyor ve oyunu zorlanmadan oynayabileceğiniz grafik ayarlarını otomatik olarak yapıyor. Girişte kullanılan bu basit ama gerekli teknoloji benden ilk artıyı almayı başardı çünkü bu, oyunu birçok sistemde oynanabilir kılıyor.  Oyuna giriş yaptığımızda standart mmofps oyunlarından (wolfteam,pointblank vs.) alışık olduğumuz pratik ve kolay bir arayüz ile karşılaşıyoruz. Doğrudan sunucu seçiyoruz ve karşımıza gelen oyun listesindeki başlıklardan birine tıklayıp oyuna direkt girebiliyoruz. Benim size tavsiyem, başlığın sağında "beklemede" ibaresi olan oyunlara girmeniz yönünde. Böylelikle oyuna kuruluş aşamasında başlar ve daha fazla keyif alırsınız.

  Oynanış hızı, Cs:go ile aynı ayarda denilebilir. Yani bir çok oyunculu fps'ye göre iyi bir hızda akıyor. Oyunun grafik değeri çok yüksek olmasa da çizimler, memleketimizden adeta fırlamış olduğu için içimizi ısıtıyor ve bizi kalbimizden vuruyor. Bu oyunu oynarken, jandarma binası, kızılay çadırı, muhtar adayının posterleri, kardeşler tekel bayii gibi  oyun oynarken de başka bir dünyada değil Türkiye'mizde olduğunuzu hatırlatacak ögelerle karşılaşacaksınız. Oynanışla ilgili olumsuzluk uyandıran tek şey nişangahın ve nişan alma kontrollerinin biraz alışılmışın dışında olması gibi duruyor.

 Haritalar genel anlamda başarılı. Ne çok büyük ne çok küçük. Bununla birlikte elbette büyük ve küçük haritalar da var. Haritalar yine illerimizden derlemelerden ya da hiç de yabancı olmayan mekanlardan oluşuyor.

 Oyunda şimdilik az silah var fakat doyumsuzluk yapmazsak bize yeter. Oyuna zamanla çok daha fazla silah ekleneceğini düşünüyorum. Silahlarımız arasında milli piyade tüfeğimizi görmek gerçekten gurur verici ve silah oyunda da gerçekte olduğu kadar başarılı. Silahlarla ilgili özelliklerin başarılı bir şekilde oyuna yansıtılmadığını düşünüyorum. H&K G36'nın G3'ten daha uzun menzilli olması bu yanlışlara basit bir örnek. Silah hasarları birbirine yakın olduğu için oyunda hızlı bir silah her şekilde öne çıkıyor. Bu duruma el atılması gerektiğini yapımcıyla da paylaşmayı düşünüyorum.

  Sonuç olarak Zula küçük boyutu, sıcak grafikleri ve akıcı oynanışıyla bir şansı hak ediyor. Allah'tan dileğim çok daha iyi milli oyunlara ulaşmaktır. Sevgiler.

Kaan Abdullah Özen


2 Haziran 2016 Perşembe

Yaylar ve Özellikleri

Evet, bu yay konusunda biraz fazla oluyorum ama; katlanacaksınız artık. Yaylar birkaç şekilde sınıflandırılabilir:

1. Uzunluğuna göre.
2. Kaç çeşit malzeme kullanıldığına göre
3. İşlevine göre.
4. Kullanılan malzemenin cinsine göre (Bu sınıflandırma; plastik, fiberglas gibi malzemelerden yapılan yaylar nedeniyle ortaya çıkmıştır, elbette yayın ham maddesi odundur.)
5. Özelliklerine göre.
6. Şekline göre

1. Uzunluğuna göre: Bu yayları uzun-yay (longbow) ve kısa yay (shortbow) olarak ikiye ayırabiliriz. Uzun yayların genel özellikleri: at üstünde kullanıma uygun olmaması (Japon yayı uzun-yay olmasına rağmen uygundur) ve adı üstünde, uzun olmasıdır. Kısa yayların genel özellikleri ise at üstünde kullanıma uygun olması (Roma-Bizans yayı kısa yay olmasına rağmen uygun değildir) ve adı üstünde, kısa olmasıdır.
Uzun-yay çeşitleri:
Mısır yayı
İngiliz yayı
Samuray (Japon) yayı

Kısa-yay çeşitleri:
Asur yayı
Roma-Bizans yayı
Kore yayı
İskit yayı
Pers/Fars (İran) yayı
Arap yayı
Macar yayı
Moğol yayı
Türk yayı
2. Kaç çeşit malzeme kullanıldığına göre: Bu yaylar kompozit (çok malzemeli) ve tek-malzemeli olarak ayrılır. Kompozit yayların genel özellikleri: Atış mesafesi uzaktır, yapımı zordur ve çok uzun sürer, kullanması zordur ve birden fazla çeşitte malzemeden yapılır. Tek malzemeli yaylar ise adı üstünde tek bir malzemeden yapılır, atış mesafesi kompozit yaylarla karşılaştırıldığında kısadır (çok kısa), yapımı kolaydır ve kısa sürer ama kullanması kolaydır.
Kompozit yay çeşitleri:
Asur yayı
Samuray (Japon) yayı
Kore yayı
İskit yayı
Macar yayı
Moğol yayı
Türk yayı
Tek malzemeli yay çeşitleri:
Mısır yayı
İngiliz yayı

3. İşlevine göre: Savaş yayları, av yayları, antrenman yayları, yarışma yayları, olimpik yaylar, oyun yayları. Savaş yaylarının atış mesafesi uzun, ipi sağlamdır. Av yaylarının atış mesafesi savaş yaylarına göre daha kısadır, ipi de o kadar sağlam değildir. Antrenman yaylarının atış mesafesi kısadır, ipi ise sağlamdır. Yarışma yaylarının atış mesafesi en uzundur, ipi çok gergindir ama o kadar da sağlam değildir. Olimpik yaylar, olimpiyatlarda kullanılan; İngiliz uzun-yayı baz alınarak yapılmış yaylardır. Doğayla alakaları yoktur. Oyun yayları ise çocukların yapıp oynadığı, atış mesafesi yok denecek kadar az olan yaylardır; ipi sağlam değildir.

4. Kullanılan malzemenin cinsine göre: Boynuz yaylar (Kompozit; boynuz+ahşap), ahşap yaylar, fiberglas yaylar vs.

5. Özelliklerine göre: Sabit/sade yaylar, makaralı yaylar, Tatar yayı (Arbalet). Makaralı yaylarda, germeyi ve oku tutmayı/koymayı kolaylaştıran makaralı sistemler bulunur. Ve evet, arbalet de bir yay çeşididir. (Çin'de icat edilmiş olup Tatar Türkleri tarafından diğer halklara öğretilmişlerdir)

6. Şekline göre: Yassı yaylar, yuvarlak yaylar.